Yunan Filmi: Bir
Hallig’de Varoluşun Gelgitleri
Yönetmen: Ameer
Fakher Eldin
Başrol: Georges Khabbaz (Munir), Hanna Schygulla, Ali Süleyman,
Sibel Kekilli
Almanya’da sürgünde yaşayan bir Suriyeli yazar olan Munir, hem kişisel hem de entelektüel bir tükenmişlik içindedir. Annesi demans hastasıdır, kız kardeşiyle ve annesiyle yalnızca internet üzerinden görüşebilir, yazma üretkenliğini yitirdiği için de giderek içine kapanır. İntihar etmek amacıyla Kuzey Denizi’nde sularla çevrili bir adaya gider. Görünüşte bir ada olan bu yer, teknik olarak bir Hallig’tir; yani gelgitler tarafından sürekli biçimlenen bir kara parçasıdır. Langeneß, Almanya’nın kuzeyindeki Hallig’lerden biridir. Sık sık sular altında kalan, izole, geçici bir kara parçasıdır. Tıpkı Munir’in kendi iç dünyası gibi: bir var, bir yok. Adada, yaşlı bir dul kadın, huysuz oğlu ve birkaç sakinle karşılaşır. Ancak Munir’in zihnini asıl meşgul eden şey, çocukluğunda annesinden dinlediği bir çoban ve karısının hikâyesidir. O hikâye, Munir’in belleğinde yeniden yazılırken, çobanın sessizliği, kadının sevgisi ve doğayla mücadeleleri onun kendi metaforuna dönüşür.
Yanında taşıdığı silahla
karanlık bir kararın eşiğindeyken, adanın suların yükselmesiyle sınanan doğası, yabancı
insanların içten misafirperverliği ve geçmişin yarı masalsı yankıları Munir’de
yeni bir soruyu filizlendirir: Yok olmayı mı istiyorum, yoksa hikâyenin
sonunda görünür olmayı mı?"
Hallig Langeneß
Yönetmen Ameer Fakher Eldin, filmin çekimlerini gerçek bir Hallig olan Langeneß’te gerçekleştirmiş. Bu yer, gelgitlerle sular altında kalır, sonra yeniden ortaya çıkar. Tam da bu döngü, Munir’in psikolojisiyle örtüşür. Fırtına yaklaşırken evlerin etrafını çevreleyen su, Munir’in içindeki karanlığın somut bir temsiline dönüşür. Ancak film, klasik bir doğa karşısında insan anlatısından çok daha fazlasıdır: burada doğa, yok edici değildir, dönüştürücüdür.
Replikler ve İç Diyalog
Munir’in zihninde
canlandırdığı çoban hikâyesinde geçen şu söz, hem filmin hem de karakterin
içsel çöküşünü simgeler: ''Konuşamıyordu, ne burnu, ne kulağı ne de dili
vardı...'' Söz söyleyemez, duyamaz... ama Çoban yine de hikayesini
anlatır. Munir’in üretemeyen bir yazar olarak hikâyeye duyduğu saplantı, onun
anlatamadığı her şeyi bu hayali figüre yüklemesiyle anlam kazanır. Çobanın
sessizliği, aslında yazarın anlatamadıklarının bedensel bir karşılığıdır. Ne
söyleyebilir ne duyabilir; yine de hikâyenin en güçlü simgesidir.
Georges Khabbaz’ın Munir
karakterindeki performansı, kelimelerden çok bakışlarla, sessizlikle ve
yürüyüşleriyle akar. Hanna Schygulla’nın canlandırdığı hancı kadın ise hem sert
hem de kırılgan yapısıyla bu yalnız adamın ruhuna görünmez bir el uzatır. Ali
Süleyman’ın canlandırdığı çoban figürü ise sahnede neredeyse yoktur fakat
zihinsel varlığı bütün filme yayılır.
***
Kuzey Denizi kıyılarında
yer alan Halligler, Almanya’nın Schleswig-Holstein bölgesine özgü, eşine az
rastlanır kıyı formasyonlarıdır. Jeomorfolojik açıdan bu alanlar, denizle kara
arasında bir eşik mekânı temsil eder. Halligler, klasik adalardan farklı olarak
çevresi setlerle korunmayan, alçak rakımlı, zaman zaman sular altında kalan
toprak parçalarıdır. Gelgit döngüsüne açık olduklarından, yıl boyunca çeşitli
dönemlerde deniz tarafından yutulup ardından yeniden açığa çıkarlar. Bu ritmik
kayboluş ve yeniden belirme, fiziki bir süreçtir ama insan yaşamı ve
varoluşsal algı açısından da simgesel bir anlam taşır.
Halliglerin oluşumu,
Buzul Çağı sonrası dönemde deniz seviyesinin yükselmesiyle başlar. Kuzey
Almanya kıyılarında gelişen bataklık alanlar ve alüvyon düzlükler, gelgit
hareketlerinin sürekli aşındırmasıyla zamanla parçalanmış ve yalnızca nispeten
yüksek kalan bölgeler ayakta kalabilmiştir. Bu noktalar, günümüzde Hallig adı
verilen küçük kara parçaları olarak tanımlanır. Ancak bu alanlarda sürekli
yaşamak, doğayla bir tür ortak yaşam anlaşması gerektirir. Bu nedenle insanlar,
bu arazilerde ''warft'' adı verilen yapay höyükler inşa etmiş ve evlerini bu
yükseltilerin üzerine kurmuştur. Böylece gelgitler geldiğinde suya teslim olan
alanlar, insanların yaşam merkezlerine dokunmadan geçip gider.
Bu doğa-insan ilişkisi,
Ameer Fakher Eldin’in 2025 yapımı Yunan filminde, sinemasal bir temele
dönüştürülür. Film, Langeneß Hallig’inde geçer. Mekânı başlı başına bir anlatı
unsuru olarak işler. Yönetmen, karakterin içsel dalgalanmalarını Hallig’in
jeolojik ve meteorolojik karakteristiğiyle paralel ilerletir. Filmdeki en
çarpıcı sahnelerden biri, Langeneß’in sular altında kalmaya başladığı, denizin
yavaş yavaş toprağı ele geçirdiği anlardır. Bu sahne, gerçek zamanlı çekimlerle filme dahil edilmiştir. Yönetmen, çekim döneminde
yaşanan doğal gelgit olaylarını bekleyerek, doğanın kendi hareketini
belgelemeyi tercih etmiştir. Böylece kurmaca ile gerçeklik arasındaki sınır,
Hallig’in kendine özgü coğrafyasında sinemasal olarak hayat bulur.
Hallig, sularla
kuşatılmışlığı, zamanla silinip yeniden belirmesi, korunaksızlığı ve
yalnızlığıyla Yunan’ın ana karakteri Munir’in ruh hâlini yansıtan bir eşlikçiye
dönüşür. Munir’in ölümle yaşam arasındaki kararsızlığı, Hallig’in sularla olan
gelgitli ilişkisiyle örtüşür. Her ikisi de ne tamamen batar ne de tam anlamıyla
kurtulur. Hallig coğrafyası sinema gibi anlatı sanatlarında varoluşsal bir
metafor olarak işlev görür. Yunan filmi bu bağlamda Hallig’i, bir yüzeyden çok
bir duygu, bir geçiş, bir içsel manzara olarak işler. Bu manzara, su
yükselirken kameraya alınan gerçek bir fırtınayla, hem toprağın hem ruhun
sarsılışına tanıklık eder.
***
Filmin adı olan Yunan, doğrudan anlatı mekânıyla ilişkili olmayan, ancak tematik düzlemde derin bir simgesellik taşıyan bir tercihtir. Yunan adı, filmde yitirilmiş düşünsel üretkenliği, suskunluğu ve belleğin dağılmasıyla şekillenen bir zihinsel çöküşü temsil eder. Başkarakterin yazma tıkanıklığı, annesinin hafıza sorunu ve çobanın sessizliği gibi unsurlar, anlatının merkezine yerleşen bu sembolik boşlukla örtüşür.
Yunan, beni
Langeneß Hallig’ine götürdü; suların çevrelediği, zamanla biçimlenen, doğayla
var olan bir yer. Bu toprakların ritmiyle birlikte akan bir anlatının içinde,
Munir’in var oluş mücadelesi, geçmişin izleri ve anlatılmayı bekleyen bir çoban
hikâyesinin sesiydi. Karakterin derinliği, yazma isteğiyle taşıdığı yük ve
karşısına çıkan yabancı insanların sıcaklığıyla birleştiğinde, bu filmde hem
anlatılacak bir insan hem de nefes kesici bir mekân buldum. Yazmak, bu iki
derinliğe aynı anda dokunmaktı.