İvan İlyiç'in Ölümü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İvan İlyiç'in Ölümü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Temmuz 2025 Cumartesi

Babil Kitaplığı Rus Öyküleri

 


Dostoyevski'nin Timsah hikâyesi: Hikâyenin başkahramanı, Ivan Matveyevich adlı bir devlet memurudur. Bir gün, karısı Elena Ivanovna ve hikâyenin anlatıcısı dostuyla birlikte egzotik hayvanların sergilendiği bir fuara giderler. Orada sergilenen bir timsah, hikâyenin tam merkezine oturur.
Ivan Matveyevich timsahı daha yakından incelemek isterken, beklenmedik bir şey olur: Timsah onu canlı canlı yutar!
Ancak burada sıra dışı bir durum vardır: Ivan Matveyevich timsahın içinde yaşamaya devam eder ve içeriden konuşabilir!
İlk şaşkınlığın ardından, karısı ve anlatıcı onu kurtarmaya çalışır. Fakat Ivan Matveyevich, timsahın içindeki hayatın konforlu ve huzurlu olduğunu, ayrıca artık çok daha fazla düşünmeye ve yazmaya zaman bulduğunu söyleyerek orada kalmak ister. Hatta bu durumun onun entelektüel kariyeri için bir fırsat olabileceğini savunur.
Timsah, hem edebi bir hiciv olarak hem de çağının entelektüel ve toplumsal atmosferinin ironik bir temsili olarak dikkate değerdir. Dostoyevski burada, insanın absürtlükler karşısındaki çaresizliğini ve bu çaresizliği nasıl anlamlandırmaya çalıştığını zekice bir mizahla işler. Aynı zamanda devlet, bürokrasi, toplum ve birey ilişkisine dair alegorik okumalara açık zengin bir metindir.

L. Andreyev'in Elezar adlı hikâyesi: Yazar İncil'deki Lazarus’un ölümden diriliş hikâyesini edebi bir temel alarak felsefi ve varoluşsal bir kabusa dönüştürür. Ancak Andreyev’in kaleminde bu mucize, korkunç bir sessizlik, düzenin anlamsızlığı ve insanın ruhuna çöken derin bir boşluk vardır.
Öyküde Lazarus (Eleazar), ölümden sonra dirilmiştir. Ancak onun bu dönüşü ne neşe ne de umut getirir. Aksine, yüzüne yerleşen o açıklanamaz ölüm bilgisi ve bakışlarındaki sonsuzluk, çevresindekileri dehşete düşürür. Kimse onunla göz göze gelememekte, onun yanında uzun süre kalamamaktadır. Çünkü Lazarus artık dünyaya ait değildir; onun gözlerinden yansıyan şey, yaşamın karşıtı olan bir şeydir: mutlak anlamsızlık.

Dirildikten sonra eski hayatına dönmeye çalışır, ama artık hiçbir şeyin anlamı yoktur: ne sevgi, ne doğa, ne sanat vardır onun için. Çevresindekiler, onun sessizliğine ve ürkütücü varlığına dayanamayarak uzaklaşır. İnsanlar, Elezar’ın bakışlarına tahammül edemez hale gelir; onun çevresinde bir tür varoluşsal çürüme ve çöküş başlar. Öykü, ölümden sonra gelen bilgiye dair metafizik bir soru yöneltir: Eğer bir insan gerçekten ölümün ne olduğunu bilse, hâlâ dünyada yaşayabilir miydi?
Andreyev’in dili yoğun, karanlık ve sembollerle yüklüdür. Eleazar karakteri, artık hiçbir dünyevi anlamı kabul etmeyen biri olarak, Tanrı’nın sessizliğine ve evrenin sonsuz boşluğuna tanıklık etmiş bir ölüm peygamberine dönüşür. Hikâyenin sonunda Lazarus bir anlamda hâlâ diridir, ama yaşayan bir ölüdür; içinde zamanın dışına taşmış bir bilgi vardır; insan aklının taşıyamayacağı kadar ağır bir hakikat.

Lev Tolstoy’un Ivan İlyiç’in Ölümü adlı kısa romanı, insanın hayatı boyunca kurduğu sahte yapıların çöküşünü ve ölüm karşısında hakikati arayışını anlatır. Yüksek mahkeme yargıcı Ivan İlyiç, dışarıdan bakıldığında itibarlı, düzenli, normal bir yaşam sürmektedir: toplum kurallarına uymuş, meslek merdivenlerini dikkatle tırmanmış, statü ve gösteriş dolu bir yaşam kurmuştur. Ne var ki bir gün ansızın başlayan bir hastalık, bedensel bir çöküşten çok daha fazlasını tetikler: Ivan, ilk kez ölümün gerçekten var olduğunu, hem de kendisi için de olduğunu fark eder.
Çevresi; ailesi, arkadaşları, doktorları; onun acılarını geçiştirir, hastalığını hafifseyerek görmezden gelir. Ancak Ivan, içten içe yaklaşmakta olan sona karşı koyamaz. Ağrılar arttıkça, yalnızlık derinleştikçe ve ‘’hasta değilsin’’ inkârları sürüp gittikçe, Ivan kendi kendine şu soruyu sorar:
‘’Ben aslında doğru doğru bir hayat yaşadım mı?’’
Yıllarca uğruna çalıştığı şeylerin; kariyerin, mevkinin, toplumun onayının, aslında hiçbir gerçek anlam taşımadığını fark eder.
Tolstoy burada ölümü ve ruhsal uyanışı anlatır. Ivan, çürümeye başlamış bedeninin içinde, ilk kez sahici bir yaşam arzusuna tutunur. Gerçekle ilk kez yüzleşir. Ve bu yüzleşme, onu bir aydınlanmaya götürür. Evin genç hizmetkârı Gerasim’in gösterdiği içten ilgi ve yalın merhamet, ona gerçek insani ilişkinin, sahiciliğin ve ölümle barışmanın mümkün olduğunu sezdirir.
Romanın son anlarında Ivan, yıllarca sürdüğü gösterişli ama sahte hayattan sıyrılır, bencilliğini bırakır, affeder ve affedilir. Artık ölümden korkmaz; çünkü yaşamın ne olmadığını anlamıştır. Ölümün gelip çattığı o son saniyede, sanki sonsuz bir ışıkla karşılaşır ve şunu söyler: '‘Ölüm yok... ben yalnızca hakiki olan yaşama giriyorum.’’

16 Nisan 2025 Çarşamba

TOLSTOY / İVAN İLYİÇ'İN ÖLÜMÜ ve İNSANI ANLAMANIN EDEBÎ HAFIZASI

 




TOLSTOY / İVAN İLYİÇ'İN ÖLÜMÜ ve  İNSANI ANLAMANIN EDEBÎ HAFIZASI

Tolstoy’un eserlerinde insan karakterleri yalnızca toplumsal rollerine göre çizilmez; onların içsel çatışmaları, düşünsel dönüşümleri, hatta tanrıyla, ölümle ve vicdanla olan münasebetleri eserin merkezine yerleşir.


İvan İlyiç’in Ölümü’nde karakterin dış başarıları sahte bir huzurun temsilidir. Asıl odak, onun ölümle yüzleştiği anda yaşadığı iç çözülme ve yeniden doğuştur.

Tolstoy için insan, dışsal başarılarla tanımlanamaz; onun özü, içinde taşıdığı boşlukta, suskunluğunda, görülmeyen acılarında gizlidir.

Tolstoy’un kahramanları genellikle bir ahlaki kırılma noktasına gelir. Bu kırılma, karakterin kendi yaşamını sorgulamasıyla başlar. Bu sorgulama, Batı edebiyatındaki bireycilikten farklıdır:
Tolstoy’un bireyi, toplumla çatışarak, vicdanla barışarak dönüşür.

‘‘Ya hayatımı yanlış yaşadıysam?’’ diye sorar İvan İlyiç. Bu soru, Tolstoy’un tüm eserlerinde derinleştirilen bir vicdan çığlığıdır.

Tolstoy’un insanı bu kadar doğru anlayabilmesinin sırrı, büyük olaylardan çok gündelik yaşamın sıradan anlarında saklıdır. Bir sofradaki sessizlik, bir perdeyi düzeltmek gibi küçük detaylar, karakterlerin ruh hâllerini büyük fırtınalar gibi açığa çıkarır.

İvan’ın perdenin eğriliğine takılması, aslında kontrol edemediği hayatın küçük bir sembolüdür. Tolstoy’un gücü de tam burada yatar: küçük anları büyük hakikatlere dönüştürür.

Tolstoy için ölüm bazen bir uyanış, bazen de bir kurtuluş kapısıdır.
İvan İlyiç ölürken ışığa doğru çekildiğini hisseder. Bu ışık hem ölümün hem de hakikatin metaforudur. Tolstoy’un Hristiyanlıkla, özellikle ahlaki Hristiyanlıkla kurduğu ilişki, onun karakterlerini ruhani bir düzlemde de değerlendirmesine olanak tanır.

Tolstoy, karakterlerini ne idealize eder ne de yerin dibine sokar. Onları oldukları gibi, tüm zaafları, tüm iyilikleriyle sunar.


Bir insan aynı anda hem bencil hem sevecen olabilir, hem korkak hem inançlı… Tolstoy bu çok katmanlılığı, öyle sahici bir şekilde yansıtır ki, okur kendini neredeyse her karakterde bir parça bulur.

Tolstoy insanı yalnızca gözlemlemez, insanın içindeki karanlıkta yol alır. Onun için edebiyat bir aynadan çok, bir fener gibidir: görünmeyeni aydınlatmak, bastırılanı ortaya çıkarmak, saklanılanı yüzeye çıkarmak için.

İvan İlyiç’in Ölümü adlı kısa romanı, modern insanın büyük bir ustalıkla yazılmış yüzleşmesidir. İvan, başarılı bir yargıçtır. Makul, düzenli, ahlaken sorgulanmayan bir yaşam sürmektedir. Ancak ölüm, o her şeyin yolunda gittiği anda kapısını çalar. Ölümün ayak sesleriyle birlikte, aslında hayatı boyunca ne kadar sahte bir huzur içinde yaşadığını fark eder.

‘‘Ya hayatımı yanlış yaşadıysam?’’ dediği an, okurun yüreğine saplanan bir bıçaktır. Çünkü bu soru, yalnızca İvan’a ait değildir. Her insanın içten içe bildiği ama dile getirmeye cesaret edemediği bir şüphedir.

Tolstoy’un insanı böylesine derinlemesine anlayabilmesinin nedeni, onun hikâyeyi iç dünyanın suskun sokaklarından kurmasıdır. Eşyaya bağlanan, perdenin yamuk duruşuna tahammül edemeyen İvan, hayatın kontrolünü kaybetmekten korkan bir ruhtur. Bu küçük detaylar, Tolstoy’un karakter yaratımındaki büyüsüdür: Sıradan olanın içinde olağanüstü olanı gösterebilmek.

Tolstoy’un kaleminde ölüm bile, bir sorgulamanın başlangıcıdır. İvan İlyiç, hayatı boyunca anlamı dışarıda aramış, statüde, ev düzeninde, makamda. Ama ölüm döşeğinde bulduğu tek şey kendi yalnızlığıdır. Doktorlar tıbbi terimlerle onu avutmaya çalışırken, karısı acısını yüzeysel nazlarla geçiştirirken, sadece hizmetkârı Gerasim onu anlar. Çünkü Gerasim, ölümden korkmayan bir insandır. İçtenliğin, sahiciliğin adıdır. Belki de Tolstoy’un bize anlatmak istediği şey şudur: Hayatı anlamak istiyorsan, korkmadan ölüme bak.

Tolstoy’un kahramanları tıpkı bizim gibi, zaaflarla, çelişkilerle, korkularla yaşar. Belki de bu yüzden böylesine dokunurlar insana. Ne bütünüyle iyi ne de tamamen kötüdürler. İnsan olmanın o inişli çıkışlı yolunu yürürler, tıpkı bizler gibi. Onları okurken, yargılamaktan çok anlama çabası sarar içimizi.

İnsan, ölümle yüzleştiğinde yaşamı ilk kez ciddiye alır. Sahte başarıların, unvanların, zarif döşenmiş evlerin ardında kalan boşluk, ancak bu yüzleşmeyle anlam kazanır.

 

 

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...