İlyada etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İlyada etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Temmuz 2025 Cuma

Altının Gölgesinde Bilim: Schliemann ve Troya Kazılarının Tartışmalı Mirası

 


Altının Gölgesinde Bilim: Schliemann ve Troya Kazılarının Tartışmalı Mirası

Troya'nın kazı tarihine adını tartışmalı yöntemleriyle kazıyan adamdır Heinrich Schliemann. 1822 yılında Almanya'nın Mecklenburg bölgesinde doğan Schliemann, bir arkeolog değildir fakat zengin bir tüccardır. Çocuk yaşta okuduğu bir İlyada çevirisi onda hayatının geri kalanını şekillendirecek kadar güçlü bir etki bırakmıştır. Homeros’un anlattığı Troya’yı gerçek bir yer olarak kabul eden Schliemann, çocukluk hayalini gerçekleştirmek için yola çıkar. Bu yolculuk onu bilimden çok hayalin, yöntemden çok arzunun izini süren bir figüre dönüştürür.

Schliemann, genç yaşta dil öğrenmeye ve ticaret yapmaya başlar ve büyük bir servet kazanır. 1860’ların sonunda ticareti bırakıp tam zamanlı olarak arkeolojik araştırmalara yönelir. Klasik filoloji ve arkeoloji eğitimi almadığı için bilim dünyasında başlarda ciddiye alınmayan biridir. Ancak serveti ve Homeros’a olan sarsılmaz inancı, onu dönemin Osmanlı topraklarındaki Troya olduğuna inandığı Hisarlık Tepesi’ne yönlendirir.

O dönemde Çanakkale ve çevresi Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindedir. Schliemann, 1871 yılında Osmanlı’dan resmi kazı izni almak zorundadır. İzni alabilmek için dönemin Osmanlı bürokratlarıyla çeşitli yazışmalara girmiş, maddi bağışlar ve bağlantılarla süreci hızlandırmıştır. İlk izni kazı yapması için Yanya valiliği üzerinden alır. Ancak yaptığı kazılar sırasında, kazı izninin şartlarına aykırı biçimde, buluntuları belgesiz ve denetimsiz biçimde yurtdışına kaçırır. Bu durum Osmanlı yetkililerinin tepkisini çeker ve Schliemann’ın izni 1874'te iptal edilir. Ne var ki bu süre zarfında en değerli buluntuları çoktan yanında götürmüştür.

1873 yılında Schliemann, Priamos’un Hazinesi adını verdiği çok sayıda altın, gümüş ve bronz eseri bulduğunu ilan eder. Efsanevi Troya kralı Priamos’un sarayını bulduğunu ve bu hazinenin ona ait olduğunu iddia eder. Hazine, diademler (alın süsleri), altın küpeler, bilezikler ve çanak çömleklerden oluşuyordu. Ancak daha sonra bilim insanları, Schliemann’ın bulduğu tabakanın (Troya II) Homeros’un anlattığı döneme ait olmadığını, yani hazinenin Priamos’la doğrudan bağlantısının olmadığını ortaya çıkarır.

Schliemann Priamos’un Hazinesini karısı Sophia Schliemann ile yurt dışına taşıdıktan sonra, Sophia hazineden çıkardığı parçalarla objektif karşısında poz verir. Bu da Schliemann’ın kazısını daha da popülerleştirir. Hazine, Berlin'e götürülüp  Alman müzelerinde sergilenir. Schliemann'ın Hisarlık Tepesi'nde yaptığı kazılar sonucu çıkardığı hazine II. Dünya Savaşı sırasında kaybolur ve yıllar sonra Moskova’daki Puşkin Müzesi’nde ortaya çıkar. Bugün hâlâ Almanya ile Rusya arasında diplomatik bir tartışma konusunu oluşturmaktadır.

Schliemann’ın yöntemleri dönemin pek çok arkeoloğu tarafından eleştirilmiştir. Katmanları dikkatsizce kazarak birçok değerli arkeolojik veriyi tahrip etmiştir. Troya II’yi bulmak uğruna üstteki daha geç dönem katmanlarını yok etmiştir. Arkeolojinin katman mantığına aykırı hareket ettiği için, modern bilim onu amatör, hatta bazı çevrelerde arkeolojik talancı olarak tanımlar. Heinrich Schliemann’ın Osmanlı topraklarında yaptığı kazılar sonucunda bulduğu ve Priamos’un Hazinesi olarak adlandırdığı tarihi eserleri gizlice yurt dışına kaçırması, tüm insanlığın ortak mirasının gaspı niteliğindedir. Troya, tarih boyunca Anadolu, Ege ve Akdeniz medeniyetlerinin kesişim noktasında yer alan bir dünya mirasıdır; bu nedenle ona ait eserlerin kişisel ün, zenginlik ya da romantizm uğruna taşınması, modern etik ve kültürel miras anlayışıyla açıkça çelişir. 

Ancak tüm hatalarına ve etik sorunlara rağmen, Schliemann’ın açtığı çığır yadsınamaz. Onun sayesinde Troya’nın gerçek bir yer olup olmadığı artık sadece edebiyatın değil, bilimin de konusu hâline gelmiştir. Kazılarının devamı Wilhelm Dörpfeld ve Carl Blegen gibi daha disiplinli bilim insanları tarafından sürdürülerek, Homeros’un anlattığı dünyanın arkeolojik tabanı daha sağlam biçimde ortaya çıkar.

Troya Savaşı Neden Çıktı? 

Troya Savaşı, yüzeyde aşkın, derinde ise çıkarın ve uygarlıklar arası çatışmanın izlerini taşıyan bir anlatıdır. Homeros’un İlyada destanında bu savaş, tanrıçaların rekabetiyle başlayan, aşk ve onurla büyüyen bir mitos gibi görünse de; arkeolojik ve tarihsel araştırmalar, bu anlatının gerisinde daha somut nedenlerin varlığına işaret eder. 

Savaşın kıvılcımı mitolojiye göre tanrısal bir kıskançlıkla atılır. Eris’in (Nifak tanrıçası) tanrıçalar arasında başlattığı en güzel kim? sorusunun yanıtını vermesi için Paris görevlendirilir. Hera, Athena ve Afrodit arasından Afrodit’i seçen Paris, onun vaadi olan dünyanın en güzel kadını Helena’yı Troya’ya kaçırır. Ancak Helena, Sparta kralı Menelaos’un eşidir. Bu olay hem Menelaos’un kişisel onurunu zedeler hem de Akha krallarını bir araya getiren yeminlerin devreye girmesine neden olur. Böylece Yunan (Akha) dünyası, Helena’yı geri almak ve Troya’yı cezalandırmak için seferber olur. İlyada’da savaş, sadece bir kadın yüzünden değil, tanrıların iradesi, insanın kibri ve kaderin kaçınılmazlığı nedeniyle başlamış gibi resmedilir.

Mitolojik kılıfa sarılmış bu anlatının ardında ise güçlü jeopolitik gerekçeler bulunur. Troya, Çanakkale Boğazı’na hâkim konumuyla Ege ile Karadeniz arasındaki ticaret yollarını kontrol eden stratejik bir merkezdir. Bu özelliği, Miken (Akha) uygarlığının deniz ticareti ve yayılmacı politikaları açısından büyük bir tehdit ya da engel oluşturmuş olabilir. Miken aristokrasisi, siyasi nüfuzunu da ticaret üzerindeki denetimini de genişletmek istiyordu. Bu bağlamda Troya'nın yıkılması, bir aşk meselesinden ziyade, bir limanın, bir güzergâhın ve bir iktisadi gücün ele geçirilmesidir.

Bazı tarihsel yorumculara göre Troya Savaşı aynı zamanda bir kültürel kırılmanın da simgesidir. Girit (Minoan) ve Anadolu’daki daha dengeli, kimi zaman kadın merkezli inanç ve toplumsal düzenler; Mikenlerin temsil ettiği ataerkil, savaşçı ve hiyerarşik yapılar tarafından bastırılmıştır. İlyada’da kadınların çoğunlukla sessiz, edilgen ya da el değiştiren figürler olarak tasviri, bu dönüşümün kültürel bir yansıması olabilir.

Troya Savaşı’nın gerçek nedeni, ne yalnızca Paris’in bir kadını kaçırmasıdır ne de yalnızca Homeros’un dizelerinde anlatıldığı gibi tanrısal çatışmalardır. Bu savaş, aşk ile siyasetin, onur ile çıkarın, mitos ile tarihsel gerçekliğin iç içe geçtiği bir geçiş anını simgeler. Onu anlamak, antikçağ zihniyetini, coğrafyanın belirleyici gücünü ve anlatının siyasal işlevini birlikte okumayı gerektirir. 

İlyada Destanı

 


İlyada Destanı, bir öfkenin nasıl büyüdüğünü, bir insanın onuru kırıldığında nelerden vazgeçebileceğini ve sonunda affetmenin, savaşmaktan daha zor ama daha soylu olduğunu anlatır. Homeros’un kaleme aldığı bu destan, görünüşte Troya Savaşı’nın son dönemini konu alır; ama esasen, savaşın içinde kaybolan insanın ruhuna eğilir. Yani karşımızda, yalnızca kılıçların, okların ve zırhların çarpıştığı bir anlatı yoktur; karşımızda, gururla utanç, kahramanlıkla acizlik, zaferle kayıp arasında gidip gelen bir insan kalbi vardır.

Destan, Akhilleus’un öfkesiyle başlar. Yunan ordusunun en büyük savaşçısı olan bu adam, düşman karşısında ve dost görünümlü kibir karşısında mücadele etmek zorunda kalır. Komutan Agamemnon, onun payına düşen ganimeti, yani Briseis adındaki kızı elinden alınca, Akhilleus, savaşı bırakır. Fakat bu karar, savaşın seyrini, askerlerin moralini, tanrıların kararlarını ve kaderin akışını değiştirecek kadar büyük bir olaydır. Akhilleus savaş alanından çekildiğinde, Troya’nın soylu savaşçısı Hektor ön plana çıkar. Cesareti, onuru ve sadakatiyle hem halkını hem de okuyucuyu etkileyen Hektor, Akhilleus’un yokluğunda Yunan ordusunu geri püskürtür. Bu süreçte, Akhilleus’un en yakın dostu Patroklos, onun zırhını giyerek savaşa katılır ve Troya önlerinde Hektor tarafından öldürülür. Dostunun ölümü, Akhilleus’un içindeki öfkeyi yeniden ateşler, bu öfke; ölüme, kayba ve çaresizliğe karşıdır.

Akhilleus, yeniden savaşa döner ve Hektor’u öldürerek intikamını alır. Aslında bu zafer, bir yüceltme değil, bir çöküştür. Çünkü Akhilleus, düşmanını öldürmenin hiçbir acıyı dindirmediğini, hatta öfkenin kendi içinde daha da büyüdüğünü fark eder. Hektor’un cesedini savaş arabasının arkasına bağlayıp yerlerde sürükler; bu hareket, bir kahramanlıktan çok, öfkenin insanı nasıl körleştirdiğinin kanıtıdır.

Hektor’un yaşlı babası Priamos, gece vakti Yunan kampına gider ve düşmanının çadırına girerek oğlunun cesedini ister. Diz çöker, gözyaşı döker, bir kral olarak değil, yalnızca oğlunu yitirmiş bir baba olarak konuşur. 

İlyada, tanrıların insanların hayatına müdahale ettiği, kaderin ince iplerle örüldüğü bir evrende geçer. Ama Homeros’un bize asıl göstermek istediği, insanların tanrılardan bağımsız olarak da seçimler yapabildiği, öfkenin içinden bile merhametin doğabildiğidir. Her ne kadar Hera, Athena, Apollo, Ares gibi tanrılar taraf tutsa da, destanın en etkileyici anları, ölümlülerin birbirlerine gösterdiği anlayışta gizlidir. İlyada, sadece bir kahramanlık hikâyesi olmaktan çıkar; insanın içindeki karanlığı, korkuyu, onuru ve bağışlamayı anlatan bir ruh metnine dönüşür. Akhilleus’un öfkesiyle başlayan bu uzun şiir, bir babanın gözyaşı ve bir düşmanın baş eğmesiyle biter. Çünkü Homeros’a göre, hiçbir savaş, sevginin sıcaklığından daha büyük değildir.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...