Aldous Huxley etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aldous Huxley etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2025 Pazartesi

1984’ten Cesur Yeni Dünya’ya: Özgürlüğün Kaybolduğu İki Yol

 


1984’ten Cesur Yeni Dünya’ya: Özgürlüğün Kaybolduğu İki Yol

George Orwell’in 1984 adlı romanı ile Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı eseri, her ne kadar aynı türde –yani distopya edebiyatında– yer alsalar da, insanlık için öngördükleri gelecekler birbirinden oldukça farklıdır. Her iki yazar da bireyin özgürlüğünü tehdit eden totaliter sistemleri eleştirir; ancak bu sistemlerin işleyiş biçimleri, kullandıkları araçlar ve birey üzerindeki etkileri zıt uçlardadır. Ve bu sistemlerin yüzünü bize en çok onların kahramanları gösterir.

Orwell’in 1984’ünde karşımıza çıkan dünya, korkunun, baskının ve sürekli gözetimin hâkim olduğu bir cehennemdir. İnsanlar Büyük Birader’in her an her yerde onları izlediğini bilerek yaşar. Düşünce özgürlüğü yoktur; çünkü düşüncenin kendisi bile suç sayılmaktadır. Dil, Yeni Söylem adı verilen yapay bir biçime indirgenmiş, insanın düşünme kapasitesi sistemli bir şekilde daraltılmıştır. Gerçeklik, Parti’nin ihtiyaçlarına göre sürekli yeniden yazılır; geçmiş, bugüne göre şekillendirilir ve birey, bu yalanlar içinde gerçeği ayırt edemez hale gelir. Romanın başkahramanı Winston Smith, bu boğucu düzende gerçeği arayan bir adamdır. Winston’un isyanı, aslında insan kalabilmenin son çırpınışıdır. Aşkı, sevgilisi Julia ile yaşadığı ilişki, duygusal bir başkaldırıdır ve Partiye karşı atılmış tehlikeli bir adımdır. Julia, Winston’a göre sistemin yalanlarını daha içgüdüsel bir şekilde reddeder; onun isyanı entelektüel duruşunda değil, bedensel ve anlıktır. Ancak ikisinin de direnişi sonuçsuz kalır. O’Brien adlı Parti üyesi, Winston’un umut bağladığı bir müttefik gibi görünse de aslında sistemin sadık bir bekçisidir. O’Brien, Winston’u yakalayıp zihnini ele geçirir, ona bireysel özgürlüğün ve hakikatin olanaksızlığını öğretir. Winston en sonunda kendi zihninde bile özgür olmadığını, hatta Büyük Birader’i sevdiğini kabullenmek zorunda kalır.

Buna karşılık Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında çizilen tablo çok daha parlak, çok daha ‘‘mutlu’’ bir dünyadır. Burada insanlar baskı altında olduklarını bile bilmezler; çünkü sistem onları mutlu edecek şekilde tasarlanmıştır. İnsanlar laboratuvarlarda üretilir, daha doğmadan hangi sınıfa ait olacaklarına karar verilir ve çocukluktan itibaren şartlandırılarak sisteme uyumlu bireyler haline getirilirler. Acı, hastalık, yaşlılık gibi insan deneyimlerinin çoğu ortadan kaldırılmıştır. Bunun bedeli ise bireysellik, özgür irade ve derin düşüncenin tamamen silinmesidir. Toplumun üyeleri haz ve konfor peşinde koşar; soma adı verilen uyuşturucu mutsuzluğu bastırır, anlam arayışının yerine geçer. Bu yapının içindeki karakterler, sistemin farklı yüzlerini temsil eder. Örneğin Bernard Marx, yapısal olarak sistemin standartlarına uymadığı için kendisini rahatsız hisseder; boyu ve görünümü Alfa kastının beklentilerini karşılamaz ve bu yüzden derin bir yabancılık hisseder. Ancak onun isyanı da sahtedir; Bernard aslında sistemin nimetlerinden mahrum kaldığı için ona öfkelenir. Özgürlük değildir derdi daha çok kabul görmek ister. Helmholtz Watson, Bernard’dan farklı olarak gerçekten bireyselliğe ve yaratıcı ifadelere özlem duyar. Helmholtz, sistemin dayattığı yüzeyselliği aşmak, derin anlam peşinde koşmak ister ama bu onu toplumdan uzaklaştırır.

Ve en çarpıcı figür, John the Savage (Vahşi John)’dur. John, modern toplumun dışında, ilkel bir rezervasyonda büyümüş, geleneksel insani değerleri içselleştirmiştir. Cesur Yeni Dünya’nın steril, haz odaklı, yapay mutluluğunu gördüğünde dehşete kapılır. Onun acı çekme, yalnız kalma ve özgür olma isteği, toplumun ona sunduğu kolay mutluluğu reddetmesine neden olur. John’un trajedisi, insan ruhunun derinliklerini yadsıyan bir sistem karşısında yalnız ve güçsüz kalmasıdır. O, özgürlüğü seçer; ama bu özgürlük, toplumun anlayamayacağı bir yalnızlıktır ve sonunda kendini yok ederek son bulur.

Orwell’in dünyasında insanlar zincirlenmiştir ve zincirlerinin ağırlığını her an hissederler; Huxley’nin dünyasında ise insanlar zincirlenmiş olmaktan memnundurlar, çünkü zincirler altınla kaplanmıştır. Orwell, baskı ve korku yoluyla özgürlüğün nasıl yok edileceğini gösterirken; Huxley, haz ve konfor yoluyla insanların özgürlüklerini nasıl gönüllü olarak terk ettiklerini anlatır. Biri dışsal zorlamayı, diğeri içsel gönüllü teslimiyeti resmeder. Ve her iki romanın karakterleri, bu iki büyük uyarının insan yüzleridir: bir yanda zincirlerini kırmak isteyen ama boyun eğmek zorunda kalan Winston, diğer yanda özgürlüğü arzulayıp yalnız kalan John. İkisi de şunu hatırlatır: Gerçek özgürlük, zincirlerini görebilmekle başlar; ama o zincirleri kırabilmek, cesaret ve bedel ister.

Günümüz toplumsal yapısını Orwell’in 1984’ü ve Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı ile karşılaştırmak, aslında modern dünyanın çelişkilerini ve tehditlerini daha net görmek için oldukça güçlü bir düşünsel egzersizdir. Çünkü bu iki distopya, farklı uçlardan yaklaşarak aynı soruyu sorar: İnsan özgürlüğü nasıl kaybolur? Ve verdikleri yanıtlar, bugün içinde yaşadığımız dünyanın aynası, hatta geleceğe tutulmuş bir uyarı işareti gibidir.

Orwell’in 1984’ünde özgürlük, insanın elinden korku ve şiddetle alınır. Birey, sürekli bir gözetim ve tehdit altındadır. Büyük Birader’in gözleri, ekranlardan ve duvarlardan, sokaklardan ve posterlerden bireyin üzerine dikilidir. İnsanların zihni, Parti’nin mutlak otoritesine boyun eğmeye zorlanır; dil, Yeni Söylem yoluyla yoksullaştırılır ve böylece düşüncenin sınırları daraltılır. Çünkü düşünceyi kontrol etmenin en kesin yolu, kelimeleri ve kavramları yok etmektir. Gerçeklik bile Parti’nin ellerinde bir oyun hamurudur: geçmiş, bugüne göre yeniden yazılır; hakikat, iktidarın çıkarlarına göre şekillenir. Birey, Winston Smith’in şahsında, bu sistemin içinde gerçeği ve aşkı arar. Julia ile kurduğu ilişki, insan olabilmenin son kalesidir. Ama sistem o kadar acımasızdır ki bu isyan bile bastırılır. O’Brien, Winston’a yalnızca işkence etmez; ona hakikatin bile Parti’nin iradesine tabi olduğunu öğretir. İki kere iki beş eder diye düşündürtmeyi başarır. Böylece insan, en sonunda, kendi zihninde bile özgür olmadığını kabul eder.

Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında ise özgürlük, çok daha incelikli bir şekilde ortadan kaldırılır. Burada birey özgürlüğünü kendi elleriyle bırakır; çünkü özgürlük artık yük olarak görülür. İnsanlar doğmadan önce hangi sınıfa ait olacaklarına karar verilmiş, şartlandırılarak birer dişli haline getirilmiştir. Haz ve konforla örülmüş bir dünya düzeni vardır: acı, hastalık, yalnızlık ve ölümün insani gerçeklikleri yok edilmiştir. Bunun bedeli ise bireysellik, özgür irade ve derin düşüncedir. İnsanlar sürekli eğlenir, tüketir ve soma adı verilen bir maddeyle duygularını bastırır. Anlam arayışı, huzursuzluk, varoluş kaygısı, tüm bunlar sistemin istediği düzen için gereksiz, hatta zararlıdır. John’un bu yapay mutluluğun ortasına düştüğünde yaşadığı dehşet, insan ruhunun bu kadar yüzeyselleştirilmesine verdiği doğal bir tepki olur. John’un isyanı, insan olmanın onuruna, acıya ve yalnızlığa sahip çıkmak içindir. Ama o da kaybeder; çünkü bu dünyada insanlar zincirlerini sevdikleri için onları kırmak istemezler.

Modern dünyaya baktığımızda, her iki distopyanın yankıları kulaklarımızda çınlar. Bir yanda Orwell’in işaret ettiği gibi, dijital çağda sürekli izleniriz. Telefonlarımız, kameralarımız, sosyal medya hesaplarımız; biz fark etmeden attığımız her adımı, kurduğumuz her cümleyi bir veri noktasına dönüştürür. Devletler değilse bile dev teknoloji şirketleri bizi gözler, analiz eder ve yönlendirir. Algoritmalar hangi haberleri göreceğimizi, hangi ürünleri alacağımızı, hatta hangi düşünceleri düşüneceğimizi belirler. Gerçeklik; parçalanmış, göreceli ve manipüle edilebilir bir yapı haline gelmiştir. Orwell’in geçmişi kim kontrol ederse geleceği kontrol eder sözü, bugün algoritmaların ve dezenformasyonun şekillendirdiği bir dünyada yeniden anlam kazanır.

Öte yandan Huxley’nin distopyasının gölgesi daha sinsi ve belki de daha güçlüdür. Modern toplumlar bireyi hazla, konforla, tüketimle kuşatır. Sürekli eğlenmeli, tüketmeli, kendini oyalamalıdır. Derin düşünce, felsefi sorgulama ve iç yolculuk yerini anlık dopamin patlamalarına bırakır. Sosyal medya, diziler, oyunlar ve alışveriş; modern çağın soması gibi bireyi uyutur, ona gerçek acıları unutturur. Üstelik modern insan çoğu zaman bu zincirlerden şikayet etmez; aksine bu altın zincirleri gururla taşır, onlar için çabalar. Huxley’nin uyarısı işte burada yankılanır: Eğer sürekli haz ve konfor arayışı içinde yaşarsak, bir gün özgürlüğümüzü de, insanlığımızı kaybedeceğiz.

En ürkütücü olan ise şudur: Günümüz dünyası yalnızca Orwell’in ya da yalnızca Huxley’nin kâbusunu yaşamıyor. Biz, her iki distopyanın iç içe geçtiği bir çağdayız. Bir yanda dijital gözetim, veri totalitarizmi ve mahremiyetin yok oluşu; diğer yanda haz kültürü, tüketim saplantısı ve gönüllü teslimiyet… İnsanlık hem korkuyla hem de hazla zincirleniyor. Hem baskıyla hem de gönüllü uyumla kendi iç sesinden, kendi özünden uzaklaşıyor.

Belki de artık şu soruyu sorma zamanı: Biz hangi zincirlerin esiriyiz? Korkunun zincirleri mi, yoksa hazla parlatılmış zincirler mi? Ve daha da önemlisi, bu zincirleri görecek cesareti kendimizde bulabiliyor muyuz? Çünkü zincirlerini göremeyen bir insan için, özgürlük sadece bir yanılsamadır. Ve hem Orwell hem Huxley, bize şunu anlatır: Özgürlüğün kaybı, dışarıdan dayatıldığı kadar, insanın kendi içinde yaptığı bir teslimiyetin de sonucudur.

Kesinlikle, Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında geçen soma kavramı, günümüz dünyasında güçlü ve düşündürücü bir metafor olarak değerlendirilebilir. Huxley’nin yarattığı bu madde, bireylerin acı, kaygı, yalnızlık ya da sorgulama gibi rahatsız edici duygularla yüzleşmesini engelleyen, onları sürekli mutlu ve uyumlu tutan bir araçtır. Soma fiziksel bir uyuşturucu olsa da, asıl işlevi bireyin zihinsel uyanıklığını yok ederek onu sorgulamaktan, anlam arayışından ve gerçek insan deneyimlerinden uzaklaştırmaktır. Bugün baktığımızda, Huxley’nin uyardığı bu zihinsel uyuşukluğu yaratan pek çok modern soma ile çevrili olduğumuzu söylemek yanlış olmaz.

Günümüzde birçok insan için sosyal medya, bir iletişim aracı ve rahatsız edici gerçeklerden kaçışın bir yolu haline gelmiştir. Can sıkıntısı, kaygı, yalnızlık ya da mutsuzluk hissettiklerinde insanlar, parmaklarının ucundaki ekranlara sarılıyor. Instagram, TikTok, X (eski adıyla Twitter), Facebook ve diğer platformlar, kullanıcılarına sürekli yeni içerikler sunarak zihni oyalıyor, anlık dopamin patlamalarıyla geçici bir rahatlama sağlıyor. Tıpkı soma gibi bu dijital uyuşturucular da gerçek sorunları bastırıyor ama çözmüyor. Kendi içsel boşluklarıyla yüzleşmekten kaçan birey, sonsuz kaydırmanın içinde, zihninin sessizliğini boğmaya çalışıyor. Ancak bu durum geçici bir teselli; sorunlar bir sonraki kaydırmada yeniden görünmez hale getiriliyor ama asla çözülmüyor.

Eğlence endüstrisi ve tüketim kültürü de modern soma’nın başka bir yüzüdür. Diziler, filmler, video oyunları, alışveriş, tatil ve tüketim odaklı deneyimler elbette hayatın keyifli yanları olabilir. Ama bu unsurlar, sürekli ve sorgusuzca bir kaçış haline geldiğinde, insanın derinlik arayışını bastıran bir işlev görmeye başlar. Huxley’nin tarif ettiği gibi, sistem bireyin yüzleşmesini, düşünmesini ve sorgulamasını engelleyen hazlarla örülüdür. Eğlence, bireyin sistemle yüzleşmesini geciktiren, sorgulamayı erteleyen bir kaçışa dönüştüğünde, insanın içsel yolculuğu da sekteye uğrar. Bir yandan haz peşinde koşar, bir yandan içindeki boşluğu dolduramaz hale gelir.

Modern toplumda psikofarmakoloji ve duygu yönetimi alanında yaşanan gelişmeler de soma metaforunun günümüzdeki bir yansımasıdır. Antidepresanlar, anksiyolitikler ve ruh hali düzenleyici ilaçlar elbette birçok durumda tıbbi olarak gereklidir, hatta hayat kurtarıcıdır. Ancak Huxley’nin eleştirisi, acının, kaygının ve rahatsız edici tüm duyguların tamamen ortadan kaldırılması gerektiği fikrine yöneliktir. Günümüzde de bazen doğal insan deneyimlerinin –örneğin yas, hayal kırıklığı ya da yalnızlık– hemen bastırılması gerektiği düşüncesi ağır basabiliyor. Oysa insan ruhu, tüm bu duygularla şekillenir ve olgunlaşır. Acı, sadece insan olmanın bir parçasıdır ve büyümenin, derinleşmenin yoludur.

Bir diğer modern soma, sürekli mutlu olma baskısını körükleyen toksik pozitiflik kültüründe gizlidir. Günümüzde her şey iyi düşün, negatiflik yayma, olumlu ol gibi sloganlarla süslenir. Oysa bu, insanın gerçek duygularını bastırmasına, mutsuzluğu ya da kaygıyı sistem dışı ve tehdit olarak görmesine neden olur. Huxley’nin dünyasında olduğu gibi, mutsuzluk toplum düzeni için bir tehlikedir; çünkü mutsuzluk sorgulamaya, sorgulama ise değişime yol açabilir. Gerçek özgürlük, insan olmanın tüm yelpazesine yer açabilmekle mümkündür. Ancak modern toplum bireyi, sürekli mutlu olmaya zorladıkça, onu insan olmanın derinliğinden uzaklaştırır.

Soma, bir zihinsel durumun, bir kültürel tercihin sembolüdür. Günümüzde modern soma’yı ararsak, onu ekranlarımızda, alışveriş sepetlerimizde, sonsuz kaydırdığımız içeriklerde ve sürekli gülümsememizi isteyen kültürde bulabiliriz. Huxley’nin uyarısı hâlâ geçerlidir: Eğer rahatsız edici gerçeklerden, iç yolculuğun getirdiği zorlayıcı sorulardan ve insan olmanın kaçınılmaz acılarından sürekli olarak kaçarsak, bir gün özgürlüğümüzü de, insanlığımızı da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz.

En büyük soru şudur: Kendi modern soma’larımızı fark edecek cesareti bulabilecek miyiz?

26 Haziran 2025 Perşembe

Cesur Yeni Dünya Aldous Huxley




Cesur Yeni Dünya Aldous Huxley

Yapay Cennetin Karanlığı: Cesur Yeni Dünya’da Birey, Sistem ve Ruhun Çöküşü

Aldous Huxley’nin 1932 yılında kaleme aldığı Cesur Yeni Dünya, insanoğlunun teknolojik ilerleme ve bilimsel gelişmelerle kendine ütopya yaratmaya çalışırken, aslında nasıl bir distopya inşa ettiğini gözler önüne seren çarpıcı bir romandır. Kitap, bireyselliğin yok sayıldığı, özgürlüğün mutluluk adına feda edildiği, duyguların ve düşüncelerin sistemli bir biçimde bastırıldığı bir geleceği tasvir eder. İnsanlar artık birer mühendislik projesi olarak ‘‘kuluçka’’ merkezlerinde doğar; annelik, babalık, doğum gibi kavramlar neredeyse ahlaksızlıkla eş değer görülür. Bu toplumda bireyler, daha doğmadan önce hangi sosyal sınıfa (Alfa, Beta, Gama, Delta, Epsilon) ait olacaklarına göre genetik olarak tasarlanır ve bu sınıfa uygun düşünce kalıplarına göre şartlandırılır.

İnsanlar düşünmez, sorgulamaz, üretmezler; onlar için önemli olan sadece ‘‘iyi hissetmek’’tir. Bu yapay mutluluğu sağlamak için cinsellik rastlantısal ve denetim altındadır, mutsuzluk hissettiklerinde ise onları hemen uyuşturan ve hiçbir yan etkisi olmayan ‘‘soma’’ adlı ilaç devreye girer. Sanat, felsefe, din, aile ve aşk gibi kavramlar ortadan kaldırılmış; insanlık tarihinin derinliğini yansıtan her şey birer tehlike unsuru olarak sistem dışına itilmiştir. Toplumun istikrarı uğruna bireysellikten ve duygulardan vazgeçilmiş, insanların ‘‘insan olma’’ halleri yok edilmiştir. Ancak tüm bu kusursuzluğun içinde, sistemin çarkları arasında sıkışıp kalmış ve ruhları bu yapay cennetle uyum sağlayamayan bazı karakterler vardır ki, onlar aracılığıyla Huxley bizlere bu yeni dünyanın ne denli korkunç ve acımasız olduğunu anlatır.

Bernard Marx

Bernard Marx, Alfa sınıfına mensup olmasına rağmen, fiziksel olarak diğer Alfalar kadar güçlü ve gösterişli değildir; bu nedenle kendi sınıfında dışlanan, alaya alınan bir figürdür. Bu fiziksel farklılık, onun toplumun yapay mutluluğunu ve şartlandırmalarını sorgulamasına neden olur. Sürekli olarak içsel bir yabancılık hissi yaşayan Bernard, sistemin sağladığı hazlara tam olarak adapte olamaz; insanların sürekli mutluluk içinde yaşıyor görünmelerine karşın, bu mutluluğun sahte olduğunu ve insanların düşünmeden, sorgulamadan yaşadıklarını fark eder. Ancak Bernard’ın bu karşı duruşu, dışlanmışlığının ve tatmin olamayan egosunun sonucudur. Yine de o, düzenin çatlaklarını fark eden ilk karakterlerden biridir.

Lenina Crowne

Lenina, Beta sınıfına mensup, toplumun normlarına tamamen uyum sağlamış, dış görünüşüyle beğeni toplayan ve sistemin kendisinden beklediği rolleri sorgulamadan kabul eden bir kadındır. Bernard’a olan ilgisi, onun farklılığına duyduğu hayranlıktan kaynaklanır; ancak Bernard’ın sorgulayıcı ve duygusal yapısı karşısında çoğu zaman kafası karışır. Lenina, sistemin ‘‘mutlu ol, düşünme’’ mantığına bağlı kaldığı sürece huzurludur; fakat John’un ortaya çıkışı ve onunla olan ilişkisi, iç dünyasında daha önce deneyimlemediği duyguların doğmasına sebep olur. Bu durum, Lenina’nın temsil ettiği yüzeysel mutluluk ile insan olmanın derin karmaşası arasındaki çatışmayı gözler önüne serer.

John (Vahşi)

John, romanın en trajik ve en derinlikli karakteridir. Doğal yollarla dünyaya gelmiş, annesiyle birlikte ‘‘Vahşi Rezervasyonu’’ adı verilen, modern uygarlığın dışında kalan bir bölgede büyümüştür. Annesinden öğrendiği uygarlık bilgileri ile yerlilerin dünyası arasında sıkışmış bir hayat sürer. John, uygarlığa getirildiğinde, onun değer verdiği her şeyin sistemli biçimde ortadan kaldırıldığını görür, büyük bir kültürel ve psikolojik yıkım yaşar. Onun varoluşsal isyanı, sistemin yapay düzenine karşı gerçek insanlığın ve bireysel iradenin bir haykırışıdır. Ancak bu haykırış, sonunda onun trajik sonunu hazırlar.

Helmholtz Watson

Her ne kadar dışarıdan bakıldığında Alfa kastına mensup, toplumun ideal birey modeline uygun, fiziksel olarak çekici ve entelektüel açıdan üstün bir iletişim mühendisi olarak görülse de, iç dünyasında bu sistematik mükemmelliğin huzur getirmediği, ruhunu sıkan ve kısıtlayan bir boşlukla yüzleşmektedir. Resmî görevi, Duygu Mühendisliği Bölümünde toplumun istikrarını ve yüzeysel mutluluğunu sürdürmeye yönelik propaganda metinleri, sloganlar ve şiirsel dizeler üretmektir; ancak bu yaratım süreci, sanatın ve edebiyatın gerçek anlamıyla bağdaşmayan, içi boş, yapay ve mekanik bir üretimden ibarettir.

Mustapha Mond

Mustapha Mond, Dünya Denetçileri’nden biridir ve sistemin koruyucusu konumundadır. Eskiden bir bilim insanı olan Mond, özgürlüğü ve bilimi seçmek yerine sistemi ve iktidarı tercih etmiştir. O, bireysel özgürlüğün toplumun istikrarını tehdit ettiğine inanır ve bu nedenle sanatın, bilimin ve dinin bastırılmasını savunur. Mond’un en çarpıcı yönü, sistemin kusurlarını çok iyi bilmesine rağmen onun içinde yer almayı bilinçli olarak seçmesidir. John ile yaptığı diyaloglar, romanın felsefi doruk noktalarından birini oluşturur; çünkü bu konuşmalar, özgürlük ile mutluluk, gerçek ile illüzyon, birey ile toplum arasında süregelen kadim çelişkinin merkezine iner.

John:

John, yeni dünyaya uyum sağlayamayınca sistemden uzaklaşmak ister ve bir ışıldayan fener kulesine yakın, terkedilmiş bir kırsal kulübeye çekilerek inzivaya girer. Burada kendi ahlaki değerlerine uygun bir yaşam sürmeye çalışır; doğayla iç içe yaşar, kendini cezalandırarak arınmak ister, dua eder, oruç tutar, hatta kamçıyla kendini döver. Bu yaşamı, temizlenme ve özünü kurtarma arayışıdır.

Ancak medya bu durumu fark eder. Onun yalnızlığı, kısa sürede toplumun eğlence nesnesine dönüşür. Helikopterlerle insanlar kulübenin çevresine toplanır, onun yaşamını izler, onun ıstırabından haz alır. Lenina’nın gelmesiyle John’un bastırdığı duygular ve arayış kırılır; duygusal bir patlama yaşar, önce bir şiddet nöbeti geçirir, sonra ise yoğun bir suçluluk duygusuna kapılır.

Ertesi sabah, John’un cesedi, kulübenin içinde, tavana asılı halde bulunur. Kendini iple asarak intihar etmiştir. Huxley bu sahneyi dramatize etmeden, ama ağır bir çöküş hissiyle verir: Toplum, onu önce egzotik bir vahşi olarak sergilemiş, sonra onun trajedisini gözler önünde tüketmiştir. John’un kendini asması, insanlığın bu yeni dünyada artık yaşanamayacağını, ruhun bu sistemde nefes alamayacağını haykırır adeta.

Uygarlığın dışındaki Vahşi Rezervasyonunda doğmuş ve orada büyümüş olan John, annesi Linda’dan öğrendiği uygarlık hikâyeleriyle kendine bir ahlaki ve duygusal bir evren kurmuştur. Bu evren, doğrudan duyguların yaşandığı, aşkın ve acının bir arada hissedildiği, anlamın arandığı bir dünyadır. Ancak John, uygarlığa getirildiğinde, buradaki insanların sürekli bir mutluluk hâli içinde yaşamalarının ardında ne denli derin bir ruhsuzluk, yüzeysellik ve şartlandırma olduğunu fark eder. Gerçek aşk, özgürlük, bireysellik gibi değerlerin yerini cinselliğin araçsallaştığı, duyguların bastırıldığı ve uyuşturucu somayla kontrol edilen bir düzene bırakmıştır.

İçine düştüğü bu yapay dünya John'u hem ahlaki hem de varoluşsal anlamda bir uçuruma sürükler. Toplumun değerlerini benimseyemez; fakat onları değiştirecek gücü de yoktur. Kendi inançları doğrultusunda sisteme karşı direnmeye çalışır, inzivaya çekilir, bir kulübede yaşamaya başlar, bedeniyle kefaret ödemek istercesine kendini cezalandırır, acı çekerek arınmaya çalışır. Ancak bu acıdan arınma çabası da medyanın ve halkın eğlence nesnesi hâline gelir. Onun acısı bile artık sistem için bir gösteridir.

Romanın sonunda John, dayanamayıp intihar eder. Kendi değerlerini, ahlakını, duygularını ve insanlığını korumak adına çıktığı yolda, bu değerlerin bu yeni dünyada yer bulamadığını ve toplumun onun ruhsal derinliğine tahammül edemediğini görür. İpi kendi elleriyle boynuna geçirmesi, Huxley’nin insanlık değerlerinin tamamen silindiği bir geleceğe dair yaptığı karanlık uyarının zirve noktasıdır.

 

 

 

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...