Dilin kökeni hem felsefenin hem teolojinin hem de modern
dilbilimin temel tartışma konularından biridir. Tarih boyunca bu alanda iki ana
eğilim ortaya çıkmıştır. Dilin aşkın bir güç tarafından insana verilen bir yeti
olduğunu savunan ilâhî yaklaşım ve dilin insanın biyolojik, kültürel ve
bilişsel süreçleri içinde doğal olarak ortaya çıktığını öne süren beşerî
yaklaşım.
İlâhî dil teorisi, insanın konuşma yetisinin doğal veya
tarihsel süreçlerde ortaya çıkmış bir beceri değil, doğrudan yaratıcı bir
müdahalenin sonucu olduğunu varsayar. Bu teorinin en temel dayanaklarından
biri, teolojik metinlerde geçen “Adem’e isimlerin öğretilmesi” anlatısıdır. Bu
anlatı dilin kökenine, insanın varlık hiyerarşisindeki konumuna dair güçlü bir
iddia içerir. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak anlamı kavrayabilen ve onu
sembolik bir düzene dönüştürebilen bir varlıktır
Ancak bu teori dilin tarihsel çeşitliliğini, farklı dil
ailelerinin ortaya çıkışını ve dillerin zaman içindeki yapısal değişimlerini
açıklamakta ciddi güçlükler yaşar. Tarih boyunca yüzlerce dil türemiş, yok
olmuş, birleşmiş veya birbirinden ayrılmıştır. Eğer tek bir “ilk ilâhî dil”
mevcut idiyse, bu kadar geniş bir çeşitlilik nasıl ortaya çıkmıştır? Bu soru
karşısında ilâhî dil teorisinin bazı savunucuları, kutsal olarak addedilen metinlerde geçen Bâbil
Kulesi anlatısına başvurur. Bu anlatıya göre insanların ortak bir dile
sahip olması, Tanrı’nın kozmik düzenine karşı bir meydan okuma olarak görülmüş;
bunun sonucunda diller karıştırılmış ve insanlar yeryüzüne dağılmıştır. Böylece
dillerin çeşitlenmesi ilâhî bir müdahaleyle açıklanır.
Bu açıklama mitolojik bütünlüğü olan bir çerçeve sunsa da,
modern dilbilimin tarihsel, karşılaştırmalı ve yapısal analizlerine dayanarak
ortaya koyduğu verilerle uyumlu değildir. Dilin çeşitliliği, dilsel evrilme,
göçler, topluluk ayrışmaları ve kültürel etkileşimlerle açıklanabilir. Bâbil
anlatısının sembolik veya ahlaki anlamları elbette vardır; fakat dillerin
gerçek tarihsel kökeni ve değişim süreçleri için yeterli bir bilimsel açıklama
sunmaz.
Dahası, ilâhî dil teorisinin bazı versiyonları dil
araştırmasını yalnızca kutsal bir “sır” alanına indirger. Bu yaklaşım,
filoloji, linguistik ve antropolojinin yöntemlerini değersizleştirir ve bu
disiplinlerin ortaya koyduğu bulguları yok sayar. Bu, epistemolojik olarak
kapalı bir döngü yaratır.Bir iddia ne kadar sorgulanırsa sorgulansın, “Bu
sırdır, bilimin konusu değildir” denilerek eleştiriden korunur. Böylece iddia
doğrulanabilirliğini kaybeder ve kendi kendini doğrulayan hermetik bir yapı
hâline gelir. Epistemolojide bu durum, yanlışlanamaz iddia olarak
tanımlanır ve bilimsel bilginin doğasıyla bağdaşmaz.
Beşerî dil teorisi, dilin kökenini insanın doğal gelişim
süreçlerinde arar. Bu teoriye göre dil, biyolojik donanım, nörolojik yapı,
toplumsal ihtiyaçlar ve kültürel etkileşimlerin birleşimiyle ortaya çıkan bir
fenomendir. İnsan beyni, soyutlamayı ve sembolleştirmeyi mümkün kılan
nörokognitif yapılar geliştirirken; toplum içinde yaşamanın gerektirdiği
iletişim ihtiyacı da dilin evrimsel gelişimini hızlandırmıştır.
Bu yaklaşımın en güçlü yanı, geniş ölçekli ampirik verilere
dayanmasıdır. Karşılaştırmalı dilbilim, farklı dillerdeki ortak kökleri ve
yapıları ortaya çıkararak tarihsel akrabalıkları belirleyebilir; antropolojik
çalışmalar, dillerin kültürle birlikte nasıl değiştiğini gösterir; evrimsel
biyoloji, insanın konuşma yetisini destekleyen fiziksel adaptasyonları inceler.
Bununla birlikte, beşerî teori dilin yalnızca işlevsel
yönünü açıklama eğilimindedir. Dilin insan bilincindeki sembolik rolü, anlamın
duygusal ve varoluşsal boyutları, şiirsel veya mistik kullanımları gibi
unsurlar bu teorinin kapsamı dışında kalabilir. İnsan bilgiyi aktaran ve aynı
zamanda varlığı anlamlandıran bir varlıktır; dil de bu anlamlandırma sürecinin
en temel aracıdır. Dolayısıyla beşerî teori güçlü verilere dayansa da, dilin
insan hayatındaki çok boyutlu işlevlerini tek başına kapsamaya yetmeyebilir.
Dilin kökenine dair tartışmalarda sorun, çoğu zaman yaklaşımın
tek doğru olarak sunulmasından kaynaklanır. Hem ilâhî hem beşerî açıklama,
indirgemeci bir biçimde tek kaynak üzerinden açıklanmaya çalışıldığında
epistemolojik açıdan sorunlu hâle gelir.
Dil, biyolojik altyapı, toplumsal düzen, kültürel hafıza,
sembolik düşünme ve bireysel bilinç gibi birçok faktörün etkileşiminden doğan
karmaşık bir yapıdır. Bu nedenle dilin yalnızca ilâhî bir sır olarak veya
yalnızca biyolojik bir işlev olarak değerlendirilmesi, onun çok çeşitli doğasını göz ardı eder. Epistemoloji açısından sağlıklı bir yaklaşım, bir
iddianın açıklama kapsamını ve sınırlarını tanımayı gerektirir. Bilimsel
açıklamanın amacı metafiziği çürütmek değildir; teolojik açıklamanın amacı da
biyolojiyi inkâr etmek değildir. Sorun, her iki yaklaşımın da kendi görev
alanının dışına taşarak diğer alanı geçersiz kılmaya çalıştığı noktalarda
ortaya çıkar.
Bilgi felsefesi açısından dil çoklu nedenlere dayanan bir
yapıdır ve tek boyutlu açıklamalar bu çokluğu karşılamakta yetersiz kalır.
Antik metinler, tabletler, hiyeroglifler ve erken yazı
örnekleri, insanlık tarihinin düşünsel ve kültürel gelişimini anlamada temel
kaynaklardır. Arkeoloji, filoloji, antropoloji ve tarih gibi disiplinler, bu
materyalleri bilimsel yöntemlerle inceleyerek hem geçmiş toplumların dillerini
hem de düşünce biçimlerini anlamaya çalışır.
Bu disiplinlerin amacı maddi ve kültürel izleri analiz
ederek tarihsel süreçleri açıklamaktır. Bu nedenle bilimsel araştırma ile
teolojik yorumun işlevleri birbirinden farklıdır. Bilim, “ne oldu?” ve “nasıl
oldu?” sorularına cevap ararken; teoloji “neden?” ve “ne anlama geliyor?”
sorularıyla ilgilenir.
Antik verileri kötü niyet atfetmek, onları gizli güçlerle
ilişkilendirmek veya bilimsel çabayı şeytanîleştirmek akademik bilgi üretiminin
temel ilkeleriyle bağdaşmaz. Bu tür iddialar bilimsel yöntemle çürütülemez;
çünkü doğrulanabilir bir referans sunmaz. Bilimsel araştırmaların amacı geniş
halk kitlelerini yönlendirmek değildir, gözlemlenebilir gerçekliği açıklamaktır.
Dil ne tamamen ilâhî bir armağandır, ne de bütünüyle biyolojik bir üründür. Dilin ortaya çıkışı ve işleyişi, insanın varoluşunun bir sonucudur. İnsan hem kültür üreten bir toplumsal varlıktır, hem biyolojik adaptasyonlara sahip bir organizmadır, hem de varlık üzerine düşünme yetisi olan sembolik bir bilinç taşır. Bu yapı anlaşılmadan yapılacak her açıklama eksik kalmaya mahkûmdur. Dilin kökenine dair sağlıklı bir yaklaşım, teolojik metinlerin sunduğu anlamı ve bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu verileri birlikte ele alarak, fakat birbirine karıştırmadan değerlendirmeyi gerektirir. Böyle bir yaklaşım, dilin hem tarihsel gelişimini hem de insan bilinciyle kurduğu derin ilişkiyi daha bütünlüklü bir biçimde anlamamızı sağlar.