Burcu Bolakan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Burcu Bolakan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mayıs 2025 Salı

Trilye - Bir Vadide Asılı Olan Zaman

 

Trilye - Bir Vadide Asılı Olan Zaman


Efsanevi Trilye

Bazı yerler, kendini anlatmaya gerek duymaz, onlar sessiz kalır, çünkü ne olduklarını anlatmak yerine neye dönüştüklerini gösterirler. Trilye böyle bir yerdir, ne tam bir başlangıç noktasıdır, ne de bir sona varış. Daha çok, kaçışla kalış arasında asılı kalmış bir yer gibidir. Bir kavşak, bir suskunluk çizgisidir Trilye.

Trilye’nin kuruluşuyla ilgili bir söylentiye göre üç ayrı köyün halkı, denizden gelen tehditten sakınmak için birleşir. Kıyıya sırtını dönen bir yerleşim kurarlar. Deniz, geçimdir; aynı zamanda tehlike. Bu insanlar, güvenliği ortaklıkla sağlar; korkudan doğan bir birlik, zamanla aidiyete dönüşür. Yalnız kalmakla yıkılacak olan, yan yana gelerek kök salar Trilye’de. Zaman geçer, yerin şekli değişmez ama anlamı dönüşür. Bir başka söylenti daha eklenir kasabanın belleğine. Üç din adamı; Aya Yani, Aya Yorgi, Aya Sorti, İznik’teki büyük konsülde aforoz edilir. Karar metinlerinden silinirler, inanç topluluğunun dışına atılırlar. Ama yok olmazlar. Yanlarında onlara inananlarla birlikte yola çıkarlar ve bu kıyıya ulaşırlar. Buraya geldiklerinde arkalarında yalnızca reddedilmişlik bırakmamışlardır, bir başka inşa arzusu taşırlar. İnançlarından değil ama sistemden dışlanmışlardır. Yani kendi merkezlerini, burada yeniden kurmak isterler. Ve kurarlar: manastırlar, kiliseler, ayazmalar. Korsanlardan sakınan köylülerle, aforozdan sakınan papazlar aynı kıyıda buluşur. İkisinin de derdi hayatta kalmaktan fazlasıdır. Biri güvende kalmak, diğeri varlığını sürdürmek ister. Trilye, bu iki arayışın yan yana geldiği bir örüntüdür. Sığınma ile sürgün arasında kurulan bu yer, zamanla sıradan bir kasaba olmanın dışına taşar; anlamla yüklü bir yüzey olur. İnsanların korkuyla, inatla, inançla ve alışkanlıkla dokuduğu bir hafızaya dönüşür. Trilye’nin adının Triglia mı yoksa Trilye mi olduğu tartışılır. Barbun balığından mı gelir, üç papazdan mı bilinmez. Fakat kesin olan bir şey varsa, bu yerin adlarının yanı sıra anlamlarla ayakta kaldığıdır.

Trilye’nin Köklü Geçmişi

Trilye, Marmara Denizi’nin kıyısında yer alan, tarih boyunca hem dinlerin hem kültürlerin hem de hayat tarzlarının kesiştiği nadir yerleşimlerden biridir. Bursa'nın Mudanya ilçesine bağlı bu küçük kasaba, mimarî kalıntılarıyla, taşıdığı çok katmanlı hafızasıyla dikkat çeker. Antik çağlardan Bizans’a, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte Trilye, kimi zaman bir liman, kimi zaman bir manastırlar diyarı, kimi zaman da bir göç durağı olarak farklı anlamlar kazanmış, fakat bu anlamların hiçbirini tamamen yitirmemiştir.

Bugün Trilye sokaklarında dolaşırken karşılaşılan tarihî yapılar, geçmişin bir dönemine açılan bir kapı gibidir. Kimi kiliselerde Bizans keşişlerinin izleri, kimi duvarlarda Rum ustaların taş işçiliği, kimi çatılarda Osmanlı sivil mimarisinin izi görülebilir. Trilye’nin kimliği, bu izlerin birbirine karıştığı, birbirini bastırmak yerine tamamladığı bir bütünlük üzerine kuruludur.

Antik Çağlar ve Bizans Dönemi

Trilye’nin tarihi, antik çağlara, özellikle de Helenistik döneme kadar uzanır. Trigleia adıyla bilinen bu bölge, antik Yunan kaynaklarında adı geçen, denizle iç içe bir kıyı yerleşkesiydi. ‘‘Trigleia’’ isminin kökeni, hem buğday hem de ‘‘trigle’’ adı verilen bir balık türüyle ilişkilendirilir. Bu da Trilye'nin hem tarım hem de balıkçılıkla zenginleşen bir yer olduğunu gösterir. Marmara Denizi kıyısında yer alan bu doğal liman, zamanla hem ticaretin hem de dini yaşamın merkezi olmuştur. Bizans İmparatorluğu döneminde Trilye, bir kıyı kasabası olmakla birlikte aynı zamanda önemli bir dini merkezdir. Özellikle İkonoklazm (putkırıcılık) döneminde, ikonaları savunan keşişlerin sığınma yerlerinden biri hâline gelir.

dış mekan, bulut, gökyüzü, deniz içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Trilye Sahili

Osmanlı Döneminde Trilye

Osmanlı’nın Anadolu ve Trakya’daki fetihleri sonrasında Trilye, yeni bir idari ve kültürel yapıya kavuşmuştur. Ancak buradaki Rum halk korunmuş, bölge bir huzur coğrafyası olarak varlığını sürdürmüştür. Trilye, Osmanlı döneminde özellikle zeytin üretimiyle anılmaya başlar. Hatta buradan saraya zeytin ve zeytinyağı gönderildiği belgelerle sabittir. Bölgenin bereketli toprakları ve denizle olan ilişkisi, Trilye’yi ekonomik açıdan da önemli bir merkez haline getirmiştir. Bu dönemin en önemli mimari katkılarından biri Fatih Camii’dir. Aslen Bizans kilisesi olan bu yapı, Osmanlı döneminde camiye çevrilmiştir. İçindeki mihrap ve minber, dönemin Osmanlı taş işçiliğini ve süsleme anlayışını yansıtır. Buna karşın dış cephede Bizans'a özgü taş düzeni hâlen görülmektedir. Bu mimari geçiş, kültürel bir sentezin somut yansımasıdır. Bir diğer önemli yapı olan Taş Mektep, 1909 yılında Metropolit Hrisostomos tarafından inşa edilmiştir. Neoklasik üslubun izlerini taşıyan bu bina, eğitim amacıyla kullanılmıştır. Taş bloklardan yapılmış sağlam yapısı ve simetrik planıyla, dönemin eğitim kurumlarının önemini ortaya koyar. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte bile eğitim alanında kullanılması, yapının ne kadar işlevsel ve dayanıklı olduğunu da gösterir. Ayrıca Trilye'nin sokaklarında dolaşırken karşılaşacağınız tarihi evler, Osmanlı ve Rum mimarisinin bir araya geldiği sivil yapı örnekleridir. Geniş cumbalar, ahşap pencereler, işlemeli balkonlar ve taş zeminler bu evlerin karakteristik öğeleridir. Bu evler, hem estetik bir miras hem de Trilye’nin çok kültürlü geçmişinin eşsiz tanıklarıdır.

el yazısı, bina, yazı aleti, sanat içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

dış mekan, bina, gökyüzü, ağaç içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

gökyüzü, bina, dış mekan, bitki içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Cumhuriyet ve Mübadele Dönemi

1923 yılında gerçekleşen Türk-Yunan nüfus mübadelesi, Trilye’nin nüfus yapısında belirgin bir değişikliğe yol açtı. Bölgeden ayrılan Rumların yerine Müslüman Türk aileler yerleştirildi. Bu değişimle birlikte yerleşimdeki bazı yapılar zamanla boş kaldı; aralarında kilise, okul ve konak gibi yapılar da bulunuyordu. Zaman içinde bazıları farklı işlevlerle kullanılmaya başlandı, bazıları ise uzun süre atıl durumda kaldı. Bunlardan bazıları daha sonra restore edilerek yeniden kullanıma açıldı. Kemerli Kilise, bu sürecin dikkat çeken yapılarından biridir. Bizans ve Osmanlı dönemlerinden izler taşıyan mimarisi, yuvarlak kemerli girişleri, yıpranmış fresk kalıntıları ve taş işçiliğiyle Trilye’nin tarihî dokusunu yansıtan önemli bir örnektir. Cumhuriyet döneminde Trilye, tekrar ekonomik üretimle canlanmıştır. Özellikle zeytincilikte yaşanan gelişmeler, bölgeyi yeniden üretim merkezine dönüştürmüştür.

dış mekan, bulut, gökyüzü, bina içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Tarihî Zeytinyağı Fabrikası

Medeniyetler, varlıklarını yazıtlarla, saraylarla, okullarla… bazen de sofra zenginliklerindeki incelikleriyle duyurur. Trilye’nin kuzey ucunda, Karacabey Caddesi boyunca yükselen eski zeytinyağı fabrikası, geçmişin anlam dolu izlerinden biridir. Osmanlı'da diplomasi, kelimelerle ve sofralarla oluşturulan şölenlerle konuşurdu. Sadrazamlar; diplomasi adamlarının, elçilerin arzularını öğrenir, lezzetlerin arasında mutlaka Trilye’nin yağı bulunurdu. Bu yapı, işte o sofra geleneklerinin tanığıdır; üretim amacıyla ve kültürel hafızayı taşıyan bir varlıkla inşa edilmiştir.

Trilye’nin Tarihi Eserleri ve Mirası

Trilye, tarih boyunca birçok medeniyetin iz bıraktığı bir geçiş ve buluşma noktasıdır. Bu durum, mimarî yapılarda kendini en açık biçimde göstermektedir. Kemerli Kilise, çok katmanlı tarih anlayışının ete kemiğe büründüğü bir yapıdır. Aynı şekilde Dündar Evi ve diğer konaklar, sivil mimarinin güzelliğini yansıtır. Trilye’nin dar sokakları, taş basamakları geçmişle kurulan sessiz ama güçlü bir bağı hissettirir. Bugün Trilye, hem bir kültürel miras alanı hem de Marmara’nın kıyısında saklı kalmış bir zaman penceresidir. Trilye’nin tarihi yapısı kadim ve esrarengiz birer anlatıdır; taşlar adeta geçmişin dilini bizlere fısıldar.

Trilye’nin Tarihî Eserleri

Medikion Manastırı (Pederler Kilisesi): Yapının tam olarak hangi tarihte kurulduğu bilinmemektedir; ancak kaynaklar, 8. yüzyıla kadar uzanan bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Manastırın ilk inşa edildiğinde Hagios Sergios (Aziz Sergios) adına adandığı bilinmektedir. Bu adlandırma, erken dönem Hristiyanlık dünyasında yaygın olan azizlere ithaf geleneğinin Trilye gibi kıyı kasabalarına da ulaştığını göstermektedir. Ancak 11. yüzyılda, manastırın adı değiştirilmiş ve Medikion Manastırı olarak anılmaya başlanmıştır. Manastır, coğrafi olarak Trilye ile Eşkel Limanı arasındaki karayolu üzerinde, kuzeybatısında yer alan eski Rum Mezarlığı ile birlikte konumlanmıştır. Bu yerleşim, Bizans döneminde dini ve tarımsal yapıların yaşam alanlarından çok uzak olmayan, fakat belli bir tecrit içinde konumlandırılma geleneğini yansıtır. Günümüze ulaşan bölümleri oldukça sınırlıdır. Yalnızca dış duvar kalıntıları ve iki yüz kilogramlık giriş kapıları varlığını sürdürmektedir. Bu kalıntılar, yapının bir zamanlar oldukça anıtsal ve dayanıklı bir mimariye sahip olduğunu göstermektedir. Özellikle giriş kapıları, manastırın çevresiyle ilişkili güçlü bir sosyal merkez olduğunu da düşündürür. Osmanlı döneminde yapının işlevine dair doğrudan belgeler azdır. Ancak 19. yüzyıldan itibaren Trilye çevresindeki Rum nüfusun artışı ve ibadethane ihtiyacının yeniden değerlendirilmesiyle birlikte, manastırın dönemin ruhani yapılar haritası içinde önemli bir yer tuttuğu tahmin edilmektedir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde yapı terkedilmiş ve zamanla harabeye dönüşmüştür. Bugün Medikion Manastırı, Trilye’nin tarihî mirası içinde en az bilinen fakat en eski ve en simgesel yapılardan biri olarak varlığını sürdürmektedir. Fiziksel kalıntıları sınırlı olsa da, tarihî değeri bakımından yerel bellekte önemli bir yere sahiptir. Şu an bir çitlik olarak varlığını sürdürmektedir.

Efsaneye göre; 8. yüzyılda ikonoklazm fırtınasının Bizans topraklarında estirdiği yıllarda kurulan Medikion Manastırı, hem bir ibadet mekânı hem de inancın görünmeyen cephesidir. İmparatorların ikonlara karşı açtığı savaşta, keşişler burada ikonları saklamış, dualarla resimleri korumuş, taş duvarların ardına sakladıkları direnişlerini büyütmüştür. Manastırın mimarisine hâkim olan büyük taş bloklar, kemerli geçitler ve doğuya bakan pencere düzeni, hem yapının işlevsel hem de simgesel gücünü yansıtır. Gün doğumları, bu pencerelerden içeri süzülen ışıkla birleşir, keşişlerin sabah ayinlerini kutsardı. 

Aya Yani Kilisesi: Kapanca antik liman kentinin doğusunda yer alır. Trilye’ye adını verdiği rivayet edilen üç papazdan biri olan Aya Yani (Aziz Yuhanna) adına kurulmuştur. Bugün özel bir mülkiyet içinde, zeytinlikler ve günebakan tarlaları arasında, yaklaşık 5 km uzaklıkta ulaşılabilir bir konumdadır. Manastırın tarihi 7. yüzyıla kadar uzanır. Yapının içindeki kilise yıkıldıktan sonra 709 yılında Hagios Ioannes Theologos adına yeniden inşa edilmiştir. Bizans İmparatoru V. Konstantinos döneminde yakılmış, başrahibi başkente götürülmüştür. IV. Leon tarafından 755 yılında tekrar ayağa kaldırılmıştır. 1652 ve 1794 tarihli belgelerde kiliseye dair karar ve hakların korunmasına dair bilgiler yer alır. 1880’de çıkan yangınla kısmen zarar görmüş, sonradan onarılarak hizmete devam etmiştir. 1922 yılına kadar faaliyet gösteren manastır, mübadeleyle Rum nüfusun ayrılmasının ardından terk edilmiştir. Bugün yapı harap durumdadır; kalıntılar dışında ayakta kalan kısmı yoktur. Bir dönem Ortodoks dünyasında hac yeri olarak görülen manastır, Trilye’nin en eski ve sembolik yapılarından biri olarak tarihî değerini sürdürmektedir. Doğayla iç içe konumu, zeytin ağaçlarının serin gölgesinde, kutsal olanın sıradanla birleştiği bir mekânda bulunmaktadır.

Fatih Camii (Aya Todori - Hagios Stephanos Kilisesi): Bir yapının hem kilise hem cami olarak geçmişi taşımış olması, tarihî katmanların bir arada nasıl var olabileceğinin güçlü bir örneğidir. Bazı yapılar şekil değiştirir ama yok olmaz. Onlar, zamanın akışına kapılmak yerine, zamanla birlikte yaşamayı seçer. Fatih Camii bu türden bir yapıdır. 7. yüzyıldan bugüne gelen bu yapı, bir bina olmaktan çok, bir hatırlayış biçimidir. Aya Todori adıyla başlayan varoluşu, Hagios Stephanos’a adanarak genişletilmiş, daha sonra minaresiyle, mihrabıyla yeni bir anlam yüklenmiş. Fakat her değişimde özüyle bağını koparmamıştır. 1560’ta bir camiye dönüşmüş olması, bir devam etme biçimidir. Yanına inşa edilen Avlulu Hamam da bu sürekliliğin bir uzantısıdır. Temizlikle kutsallık, suyla zaman arasında kurulan bağın mimari yansımasıdır. Dış cephedeki Bizans işçiliğiyle, iç mekândaki Osmanlı estetiği arasındaki karşılaşma, mimari ve kültürel bir buluşmadır. Minber ve mihrap gibi unsurların yapıya sonradan eklenmesi, bu uyumun zarafetle gerçekleştiğini gösterir. Fresklerden geriye kalan izler, farklı inançların aynı duvarlarda iz bırakabildiğini hatırlatır.

gökyüzü, dış mekan, bulut, bina içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Fatih Camii (Aya Todori - Hagios Stephanos Kilisesi)

kereste, tahta, ahşap, ev, Işın içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Fatih Camii (Aya Todori - Hagios Stephanos Kilisesi)

Taş Mektep: 1909 yılında yükselen bu yapı, taş bloklardan örülmüş duvarları ve geniş sınıf alanlarıyla bir kimlik inşası mekânıdır. Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına uzanan süreçte Taş Mektep, bir neslin şekillendiği kutsal bir alan olmuştur. Neo-klasik mimarisiyle dikkat çeker. Zamanında bölgenin en büyük Rum okuluymuş. Çocuk seslerinin yankılandığı sınıflar artık sessiz olsa da, bu yapı hâlâ öğrenmenin izlerini taşımaktadır. Şu an dıştan görülebilir, içeri giriş genelde kapalı ama çevresinde yürüyüş etkileyicidir.

dış mekan, pencere, ağaç, şehir içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Taş Mektep

dış mekan, bina, gökyüzü, ağaç içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Taş Mektep

Kemerli Kilise (Panagia Pantobasilissa): Trilye’de bulunan en özgün ve tarihsel değeri yüksek dini yapılardan biridir. Yunanca adı ‘Tüm Kraliçelerin Meryem’i’ anlamına gelen bu kilise, Ortodoks geleneğinde Bakire Meryem’e adanmış sayılı mekânlardan biri olarak kabul edilir. Kilise, mimari tarzı, kullanılan duvar örme teknikleri ve genel planlaması göz önünde bulundurularak 13. yüzyıl sonlarına tarihlendirilir. Bu dönemde Trilye, Bizans idaresi altında bulunan bir kıyı yerleşimiydi ve bölgedeki Rum-Ortodoks nüfusun ruhani merkez ihtiyacını karşılayan bu yapı, cemaatin sosyal ve kültürel birliğini sağlayan bir odak noktası işlevi görmüştür. Yapının en erken dönemine ait ilk fresk tabakası, 14. yüzyılın başlarına tarihlenmektedir. Bu freskler, hem sanatsal hem de teolojik açıdan değerli örneklerdir. Zamanla tahrip olan bu tabakanın üzerine, 1723 yılında ikinci bir fresk katmanı eklenmiştir. Bu ikinci katman, kilisenin 18. yüzyılda hâlâ aktif ve bakımlı bir ibadet yeri olduğunu gösterir. Osmanlı döneminde, gayrimüslim cemaatlerin ibadet haklarının sürdüğü çerçevede kilise işlevini sürdürmüştür. Ancak 1924 mübadelesiyle birlikte Trilye'deki Rum-Ortodoks nüfusun Yunanistan’a gönderilmesiyle, yapı ibadet işlevini kaybetmiş; zamanla kullanılmaz hâle gelmiştir. Uzun yıllar boyunca bakımsız kalan yapı, hem doğal etkenlerle hem de insan eliyle tahribata uğramıştır. Yakın zamanda kilise, İstanbul Fener Rum Patrikhanesi tarafından Bursa Metropolitliği’ne atanan Elpidophoros Lambriniadis tarafından satın alınmıştır. Yapının, özgün yapısına sadık kalınarak restore edilmesi ve tekrar kilise olarak kullanılmak üzere hizmete açılması planlanmaktadır.

dış mekan, bina, gökyüzü, ev içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Kemerli Kilise

dış mekan, bina, gökyüzü, bitki içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Kemerli Kilise

dış mekan, gökyüzü, bulut, bina içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Kemerli Kilise

Trilye’nin Tarihi Konakları ve Sokakları: Trilye’nin kıvrılarak uzanan taş döşeli sokaklarında yürürken, bir zaman şeridi kat edilir. Her bir konağın, penceresinde, pervazında ya da ahşap süslemelerinde saklı hikâyeleri vardır. Dündar Evi, bu hikâyelerden yalnızca biridir. İçinde zamanla göçmüş ailelerin yankısı dolaşır. Konakların çoğu, Rum ve Osmanlı mimarisinin iç içe geçtiği nadide örneklerdir. Renkli cumbalar, demir parmaklıklı pencereler, ahşap saçaklar… 

dış mekan, ağaç, bina, ev içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Dündar Evi -Yuannes Kilisesi (Hagios Ioannes Prodromos)

Bir dönem kilise, sonrasında konut olarak kullanılmış.

bitki, ağaç, dış mekan, bina içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Dündar Evi’nin önündeki ulu çınar ağacı

Trilye, zamanın taşlara işlenmiş, geçmişin bugünde saklandığı bir bellektir. Bizans’ın dinsel ihtişamı, Osmanlı’nın estetik zarafeti ve Cumhuriyet’in eğitim ruhu, bu dar sokaklarda karşılaşır. Her yapı, bir devri; bir duyguyu, bir hâli, bir geçişi anlatır. Tarihî eserler bizi kendimize bağlayan metinlerdir. Onları okumak, dinlemek, hissetmek; insanın kendi tarihini, kültürünü, yerini anlaması demektir. Trilye’de bir taşın ucuna dokunduğunda, belki de yüzyılların nabzına dokunmuş olursun.

dış mekan, kumsal, doğa, gökyüzü içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Trilye’nin Az Bilinen Tarihi Yapıları

Tabut Ev: Yahudi Mahallesi’nde yer alan gizemli bir taş yapı. Kimilerine göre bir hahamın evi, kimilerine göre küçük bir ibadethane. Yığma taş duvarlar, küçük pencereler ve sade yapı tekniği. Yerel halk arasında Tabut Ev olarak bilinen bu yapı, Trilye’nin çokkültürlü geçmişinin tanıklarından biridir. Efsanelerle çevrili oluşu, halk belleğinde güçlü bir yer edinmesini sağlamıştır. Trilye’nin Yahudi Mahallesi olarak bilinen eski yerleşim alanında bulunan ve halk arasında Tabut Ev olarak anılan yapı, gizemli geçmişiyle dikkat çeker. Kimine göre bir hahamın evi, kimine göre bir zamanlar küçük bir ibadet mekânı olan bu taş yapı, dar sokaklar arasında kaybolmuş gibi duran mütevazı bir mirastır. Adını, mimarisindeki sıra dışı biçimlerden ya da zamanında içinde saklanan dini objelerden aldığına dair rivayetler vardır. Bugün harap durumda olsa da, yerel halkın belleğinde hâlâ varlığını korur ve geçmişin sırlarını sessizce saklamayı sürdürür.

dış mekan, gökyüzü, bina, ev içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Tabut Ev

Trilye Limanı ve Osmanlı Rıhtımı: Osmanlı döneminde Trilye’nin dış dünyaya açılan kapısı. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda zeytin ve zeytinyağı ticaretinde kullanıldı. Taş rıhtım basamakları, demir bağlama halkaları, deniz taşlarıyla döşeli zemin. Trilye yalnızca bir sahil kasabası değil, aynı zamanda deniz yoluyla kurulan ekonomik ve kültürel ilişkilerin de merkeziydi. Bu liman, geçmişteki hareketliliğin izlerini bugün bile taşır
Bir zamanlar zeytin ve zeytinyağının dış dünyaya açıldığı kapı olan Trilye Limanı, bir ekonomik yaşam hattıydı. Osmanlı döneminde inşa edilen taş rıhtımlar, özellikle Venedikliler ve Fransızlarla yapılan ticarette önemli bir rol üstlenmiştir. Bugün küçük balıkçı tekneleriyle süslenen limanın çevresinde, geçmişin ayak izlerini taşıyan taş basamaklar, duvar kalıntıları ve demir halkalar hâlâ görülebilir. Bu detaylar, Trilye’nin aynı zamanda denize açılan bir medeniyet kapısı olduğunu gösterir.

dış mekan, gökyüzü, bina, gökdelen içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Trilye Sahili

Avlulu Hamam: Yavuz Selim tarafından inşa ettirilen Osmanlı Hamamı

 gökyüzü, dış mekan, bina, kompozit malzeme içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Avlulu Hamam

Kültür Merkezi (Aziz Vasil Kilisesi)

Trilye’nin geçmişten bugüne uzanan mekânsal belleğini taşıyan yapılarından biridir. Aynı zamanda “Ayios Yeoryios Kilisesi” adıyla da bilinir. İlk inşa tarihi kesin olarak bilinmese de, Osmanlı arşivlerinde 1835 yılına ait bir belgede kilisenin yeniden inşa edilmesine izin verildiği kayıt altına alınmıştır. Bu bilgi, yapının 19. yüzyıl öncesine uzanan bir geçmişi olabileceğini düşündürür. 2008–2009 yıllarında yapılan restorasyonun ardından yapı, “Faruk Çelik Kültür Merkezi” adıyla açılmış; 2014 yılında ise bu isim “Trilye Kültür Merkezi” olarak değiştirilmiştir. Böylece yapı, siyasal bir izden sıyrılarak mekânın tarihsel köklerine daha yakın bir adla anılmaya başlanmıştır.

dış mekan, pencere, gökyüzü, bina içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulan içerik yanlış olabilir.

Trilye Kültür Merkezi

Trilye Ayazmaları: Suya Yazılmış Dua

Trilye’de Bizans ve Rum-Ortodoks dönemlerinden kalan birkaç ayazma (kutsal su kaynağı) bulunmaktadır. Ayazmalar, çoğunlukla azizlere ya da Bakire Meryem’e adanmış, şifa ve arınma amacıyla ziyaret edilen yerlerdi.

En bilinenleri arasında:

Panagia Ayazması: Bakire Meryem’e adanmış, kadınlar ve hastalar tarafından ziyaret edilmiştir.

Aya Yani Manastırı Ayazması: Hac yolu üzerinde yer aldığı kabul edilir.

Aya Sotiri Ayazması: Kurtarıcı İsa adına adanmış, bugün izi silinmek üzeredir.

Ayazmalar, zamanla Müslüman halk tarafından da ziyaret edilmiş; inançlar arası ortak şifa arayışının mekânları olmuştur. Bugün çoğu terkedilmiş ya da özel mülk içinde kalmış durumdadır. Trilye’nin ayazmaları bir halkın yüzyıllar boyunca doğayla, inançla ve birbirleriyle kurduğu bağı temsil eder. Bu alanlar, ne büyük yapılar ne ihtişamlı kubbeler barındırır; ancak onların taşıdığı anlam, birçok anıttan daha derindir. Trilye ayazmaları, hem kişisel inanç alanları hem de kolektif hatıraların biriktirildiği kutsal yererdir. Burada dua edilmez, dua yaşanır. Suyun sesiyle taşın soğukluğu birleştiğinde, geçmişin sesi bugünün kalbine ulaşır. Bu mekânlar, zamanın bile dokunmaya çekindiği yerlerdir; çünkü burada insan, doğaya ve kendi iç dünyasına aynı anda eğilir.

Trilye Tarihî Alanlar Haritası (Konum Listesi ve Açıklamalar)

Bu liste, Trilye’de yer alan tarihî yapıların yaklaşık konumlarını, dönemlerini ve yapının kültürel bağlamını göstermektedir.

Yapı Adı

Tarihî Dönem

Konum Açıklaması

Medikion Manastırı

Bizans (8. yüzyıl)

Trilye’nin doğusunda, zeytinliklerin ardında, yüksekçe bir yamaçta.

Aya Yani Kilisesi

Bizans

Limana yakın, taş döşeli sokaklar sonunda, küçük bir yükseltide.

Fatih Camii

Bizans & Osmanlı

Çarşıya yakın bir noktada, minaresiyle dikkat çeken ana yapı.

Taş Mektep

Osmanlı (1909)

Merkez mahallede, belediye binasına yürüme mesafesinde.

Kemerli Kilise

Bizans & Osmanlı

Trilye’nin girişine yakın, taş duvarlarla çevrili açık alanda.

Tabut Ev

Orta Çağ (?)

Eski Yahudi Mahallesi’nde, dar bir sokakta gizlenmiş yığma taş yapı.

Trilye Limanı

Osmanlı

Marmara kıyısında, balıkçı teknelerinin bulunduğu sahil hattı.

Trilye’de Sofra: Toprakla Denizin Arasında Kurulan Dil

İnsan yalnızca doymak için yemez, yediğiyle ait olur, paylaştığıyla bağ kurar, pişirdiğiyle yaşadığı yeri anlamaya çalışır. Trilye’de kurulan sofralar, bu coğrafyanın gövdesinde biriken yılları, doğanın ve emeğin ortak izini taşır. Burada yemek tat olmaktan öte bir yaşam biçimi olur. Zeytinyağı, yalnızca bir malzeme sayılmaz. Doğanın sabrı, insanın emeği ve toprağın dili onun içinde buluşur. Bu topraklarda her yemek, bu damlayla başlar. Gelincik, morata, diken otu gibi bitkilerden yapılan yemekler, doğanın sunduklarını zorlamadan kabul etmenin bir yolunu gösterir. Toprağa müdahale etmeyen bir anlayışla biçim bulur bu tarifler. Kabaklı börek, cevizli lokum gibi tatlar yalnızca damakta kalmaz. İçlerinde düğünlerin, bayramların, anıların izleri vardır. Lokumun kıvamı ya da böreğin biçimi, geçmişten bugüne uzanan bir alışkanlığın hatırlatıcısıdır. Deniz de bu coğrafyanın anlatıcılarından biridir. Kıyıya her vuruşunda sofraya bir lezzet bırakır. Barbun bu kıyının simgesi olur. Kırlangıç, dil, karagöz... Hepsi gündelik zamanın içinden geçerek tabağa ulaşır. Sahildeki restoranlarda odun ateşiyle pişen karides güveç, baharatla bütünleşen buğulama, yalnızca yemek sunmaz; bir usul aktarır. Tariften çok göze ve sezgiye güvenir.

17 Nisan 2025 Perşembe

Ormanın Unutulmuş Dili

 



Ormanın Unutulmuş Dili

İnsan kendini ne zaman ormandan ayırdı?

Bu soru, insanın kendi ruhuna dönük bir çağrıdır. Çünkü orman, sadece ağaçlardan oluşan bir varlıklar topluluğu değildir. Orman, insanın ilk aynasıydı. Ve insan, o aynaya bakmayı bir gün bıraktı.

İlk bakışta bu ayrılış, konforun, teknolojinin ve hızın cazibesine kapılmakla açıklanabilir. Ama asıl neden daha derinde yatıyor. İnsan, kendine bakmaktan, köklerini görmekten, geçmişiyle yüzleşmekten yoruldu. Ormanın aynasında kendi kırılganlığını, faniliğini ve sınırlarını görüyordu. Ve bu, ona ağır geldi.

Oysa insanın hikâyesi, cennetle birlikte başladı. Cennet, bir ormandı; dalları göğe değen, yapraklarıyla insanın çıplaklığını örten ağaçlarla dolu bir diyardı. Orada zaman yavaş akardı, çünkü her şey anlam içindeydi. İnsan, toprağa dokunarak yürür, suyun sesini duyumsayarak düşünürdü. O günler geçti. Şimdi insan, kendini doğanın dışına koyan tek canlı oldu. Ne yazık ki üstün olduğunu zannederken doğadan ayrıldığını fark etmedi.

Orman, hâlâ orada. Sakin, sabırlı ve derin. Ama biz artık o dile yabancıyız. Orman konuşmaz ama anlatır. Dalların hışırtısı, bir yaprağın yere düşüşü, bir tilkinin bekleyişi, geyiğin içtiği su… Hepsi birer cümle. Hepsi birer öğreti. İnsan zihninin gürültüsünde bu cümleler kayboluyor.

Ormanda zaman başka türlü akar. Bir derenin sesi, zamanı kıvrım kıvrım taşıyorsa da, bir ağacın gövdesinde yıllar boyunca çizilmiş halkalar zamanın içimizde nasıl katlandığını gösterir. Ağaç yaşar; ama görünmeden yaşar. Direnir, ama sessizce. Ağaç büyür; ama gösterişsiz. Ve her şeyden öte, ağaç bağlanır. Kökleriyle toprağa, diğer ağaçlara ve geçmişe bağlanır. Bu yüzden orman, birliğe ait bir varlıktır.

İnsansa köksüzleşti. Betonlar kök salmaz. Asfalt hatırlamaz. Plastik konuşmaz. Ama biz, kendimizi onların içine yerleştirdik ve bunu gelişme sandık. Halbuki uzaklaşmaydı bu. Kendi doğamızdan, iç sesimizden, en ilkel ama en gerçek parçamızdan.

Köklerin hafızası vardır. Toprak her şeyi hatırlar. Rüzgârın öfkesini, yağmurun sevincini, kuraklığın sessizliğini... Hepsini taşır o kökler. Biz ise kendi acılarımızı unutmaya çalıştıkça, ruhumuzun hafızasını silmeye çalıştık. Orman, bu yön duygusunu her hücresinde taşır. İnsan ise pusulasız kaldı.

Gölgeyle barışık yaşar orman. Çünkü ışığın değeri ancak gölgenin varlığıyla anlaşılır. Gölge, saklananın değil, korunanın yeridir. Biz insanlar gölgemizden kaçtıkça aydınlığı da yitirdik. Oysa ormanın içindeki karanlık, içerideki gözle anlam bulur.

Ormanın gecesi, yıldızlarla konuşur. O sessizlikte yıldızların ağaca dokunuşunu hissedersiniz. Gecenin o derin sessizliği, içimizdeki iyiliği büyütür. Bir ağacın altında, yıldızlara bakarken zaman kaybolur. Sadece varlık kalır. Orman, bir hâl, bir bilinçtir ve bu bilinç, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu hatırlatır.

Ormanlar, bize sabrı öğretir. Her şeyin zamanla büyüdüğünü, hiçbir şeyin aceleyle yeşermediğini gösterir. Aynı zamanda sınırlarımızı da öğretir. Bir ağaç, gökyüzüne uzansa da köklerinden kopmaz. İnsan da öyle olmalıydı. Yükseklik tutkusu, köksüzlükle birleştiğinde yıkımı getirir. Kalbimiz yeryüzünden kopunca, ruhumuz da sessizleşti.

Ormanlar, bize ‘‘biz’’ olmayı anlatır. Bir ağacın düşen yaprağı başka bir canlının yemeği olur. Bir kuşun ötüşü başka bir kuşu uyarır. Ormanda ben yoktur, biz vardır. Ama insan, doğanın dışında bir “ben” icat etti. O ‘‘ben’’, ormanı duymak istemiyor. Çünkü ormanın şarkısı, birliği yüceltiyor.

Bu şarkıyı yeniden duymak için susmamız gerekiyor.

Küçük bir fidanla ekerek, bir ağacın yaprağını avuçlayıp ona teşekkür etmekle, çocuklara ormanı göstermekle başlayabiliriz. Ormanın şarkısını duyan bir çocuk, dünyaya başka bir gözle bakar. Çünkü orman bedenimizi de, ruhumuzu da besler.

Ormanlar yok olursa, aynı zamanda kendimizi kaybederiz. Çünkü biz, ormanın unutulmuş diliyle konuşmayı bırakalı çok oldu.

Ama hâlâ öğrenebiliriz.
Yeter ki susalım.
Yeter ki tekrar dinlemeye başlayalım.

Bir Yaprağın Düşüşü

Bir yaprağın düşüşü, sessizliğin içindeki en sade ama en derin cümledir. Ne çığlık vardır ne de veda. Sadece kabul. Toprağa doğru süzülen bir teslimiyet. Gözle görünmeyen, kulakla duyulmayan ama ruhla hissedilen bir hareket. İnsan, bu düşüşte bir hayat dersi bulabilir ama çoğu zaman bakmaz. Çünkü yaprağın düştüğü yerle kendi düştüğü yer arasında bir bağ kurmak istemez.

Oysa yaprak düşerken korkmaz. Çünkü düşmek onun doğasında vardır. İnsan da bir zamanlar bu döngüyü anlardı. Yaprağın ağaca, ağacın köklere, köklerin toprağa, toprağın göğe bağlı olduğunu bilirdi. Her şeyin bir bütün olduğunu… Ama sonra bir şey oldu. İnsan, zayıf görünmekten, yere yakın olmaktan, teslim olmaktan korktu. Gücünü görünüşe bağladı. Ve böylece düşmek, onun için bir eksiklik oldu.

Yaprak, ağacın suskun vedasıdır. Ama aynı zamanda yeni bir başlangıcın habercisidir. Düşen yaprak, ağacın hafifleyişidir. Bir yükten kurtuluş, bir yenilenmeye hazırlıktır. Oysa biz insanlar, tutunmayı bir erdem saydık. Bırakmayı unutmuşuz meğer. Elimizde tutulanların çoktan solmuş olduğunu fark edemeden, eskiyi yitirmemek uğruna kendimizi tüketmişiz.

Yaprak, yerle temas ettiğinde toprağa karışır. Ve bir süre sonra, orada yeni bir filizin besinine dönüşür. Bu kadar basit ve bu kadar bilgecedir onun döngüsü. Peki ya biz? Yitirdiklerimizi neye dönüştürüyoruz? Acılarımızı hangi yeni başlangıca çevirebiliyoruz? Yoksa düştüğümüzde orada kalıyor ve düştüğümüz yeri suçlamaya mı başlıyoruz?

Bir yaprağın düşüşünü izlemek, zamanla barışmaktır aslında. Geçiciliği kabul etmektir. Ne hazanla savaşır ne rüzgâra direnir. Sadece olur; olmak bazen gidebilmektir. Gitmenin zarafetini, düşmenin sadeliğini bize hatırlatan her yaprak, unutulmuş bir öğretiyi taşır.

Yaprak yere değdiğinde, doğa susar. O sessizlik, bize bir şey söylemek ister: Her şey yerini bilir. Ve her şey zamanında olur. Ne erken, ne geç. Ne fazla, ne eksik. İnsan bu sesi duymak için yavaşlamalıdır. Zihnindeki gürültüye ara vermeli. Belki de bir yaprağın düşüşünü ilk kez izler gibi izlemeli.

Bir çocuk, ilk kez düşen bir yaprağın peşinden koşar. Ona büyü gibi gelir. Ama büyüdükçe, bu büyüyü unutur. Yaprak sadece temizlik zahmetidir artık. Bir süpürgeyle kenara itilecek bir fazlalık. Oysa çocuk hâlâ hakikati görür. Düşen yaprağın içinde bir hikâye okur.

Biz insanlar yeniden o hikâyeyi okuyabilir miyiz?

Belki.

Eğer durur ve sadece bir yaprağın düşüşünü izlersek.

Toprakla Konuşmayı Unutan İnsan

Toprak konuşur. Ama biz onu duymayı unuttuk.

Bir zamanlar çıplak ayaklarımızla bastığımız, ellerimizle kazdığımız, kalbimizle hissettiğimiz toprak... Şimdi o, bizim için yalnızca bir yüzey. Altına gömdüğümüz betonlar, üstüne kurduğumuz kentler, üzerine bastığımız ama bir daha asla gerçekten temas edemediğimiz bir uzaklık hâline geldi.

Toprak, bir anne gibi dinlerdi bizi. Her düşüşümüzde sarardı bedenimizi. Her adımda hafızasına bir iz işlerdi. Ama artık biz toprağın üzerine basarken onu hissetmiyoruz. Sadece geçiyoruz. Aceleyle, düşünmeden, fark etmeden.

İnsan toprağa eğilmekten utandı. Oysa toprağa eğilmek, alçalmak değildir, bağ kurmaktır. Çünkü oradan geldik. Çünkü bedenimizin özünde toprak vardır.

Toprak anlatırdı. Suyun nerede olduğunu, ağacın nasıl yaşadığını, hangi mevsimin yaklaştığını… Bir çatlakta kuraklığı, bir nemde yaşamı gösterirdi. Ama biz hep gökyüzüne baktık. Yukarıyı kutsadık, aşağıyı unuttuk. Oysa köklerimiz aşağıda, orada büyüyordu.

Toprak susmaz. Sadece artık bize cevap vermiyor. Çünkü biz artık soru sormuyoruz. Soru sormak için eğilmek, göz hizasını değiştirmek, sabırla beklemek gerekiyor. Ama sabır, bizim en çabuk vazgeçtiğimiz şey oldu.

Toprakla konuşmayı unutan insan, kendi iç sesiyle de konuşamaz olur. Çünkü toprağın diliyle ruhun dili arasında bir bağ vardı. Sessizlikle kurulan bir bağ. Oysa şimdi her yer gürültü. Ve toprak gürültüyü sevmez.

Bir ağacın altında oturmak hâlâ mümkün. Ama oturan kişi, yalnızca gölgede dinlenmekle kalırsa, o dilin ucuna bile dokunamaz. Oraya kalbiyle gelen, eliyle dokunan, sabırla bekleyen insan ancak o dili duymaya başlar. Çünkü toprak bir bilgeliktir. Her şeyi içine alır ama hiçbir şeyi unutmaz. Ona dökülen gözyaşı da, düşen yaprak da, bastığımız yerde oradadır hâlâ.

Toprağın dili yoksa, insanın da dili eksiktir. Çünkü sözcüklerin anlamı, aidiyetle güçlenir. Ve insan, toprağa ait olduğunu unuttuğunda yalnızlaşır.

Ama hâlâ geç değil. Hâlâ eğilip bir çiçeğin köküne dokunabiliriz. Hâlâ çıplak ayakla yeryüzüne basabiliriz. Hâlâ toprağa bir tohum bırakabilir, onunla yeniden konuşmaya başlayabiliriz.

Toprak hep oradaydı.
Belki de sadece, onunla yeniden konuşmaya cesaret etmemizi bekliyor.

Rüzgârın Öğrettiği Sessizlik

Rüzgâr konuşmaz. Ama bir dili vardır.

Kimi zaman bir ağacın yaprağında yankılanır, kimi zaman bir çiçeğin boynunu bükerek fısıldar. Ve biz insanlar, çoğu zaman o dili anlamak bir yana, fark etmeyiz bile. Çünkü kulaklarımız sesi yüksek olana alışmış, ruhumuz sessizliğin içindeki mesajları duyamayacak kadar gürültüyle sarılmış.

Oysa rüzgâr, en yalın öğretmenlerden biridir.

Sessizce gelir. Ne selam verir ne de izin ister. Ama geldiğinde bir şeyleri değiştirir. Tozu kaldırır, kurumuş yaprakları savurur, bazen dalı sarsar. Ve her geçişinde bir iz bırakır. Ama o iz görünmezdir. Kalpte olur. Ruhta olur. İçte olur.

Rüzgâr, sessizliğin hareketidir. Durağan olanın üzerine düşen bir hatırlatmadır. Ve aslında, rüzgârın estiği her an, şimdinin farkındalığını taşır. O nedenle rüzgâr bir çağrıdır;  kendimize dönmeye, içimizdeki tozlu rafları silmeye, yüreğimizde savrulan yaprakları toplamaya davettir.

İnsan rüzgârla yürüyemez. Ona karşı koşmaya çalışırsa yorulur. Teslim olursa dinginleşir. Rüzgârla dans eden ağaçlar gibi… Onlar direnmez. Bükülürler ama kırılmazlar. Ve biz insanlar, rüzgârın bize ne öğrettiğini hatırlamak istersek, ağaçlara bakmalıyız.

Sessizlik sadece susmak değildir. Sessizlik, içten gelen bir kabul hâlidir. Rüzgâr bu kabulü öğretir. Bir şeyleri söylemeden anlatmanın, dokunmadan tesir etmenin mümkün olduğunu hatırlatır. Oysa biz sözle, hükümle, gürültüyle yaşar olduk. Her şeyin adı olsun istedik. Oysa rüzgâr, isimsizdir. Yine de unutulmaz.

Bir tepenin yamacında rüzgârı yüzünde hisseden biri, geçmişin bütün yükünü bir anda hafifletebilir. Çünkü rüzgâr alır, götürür. Bazen bir pişmanlığı, bazen bir kırgınlığı. Ama sadece gerçekten bırakmaya hazır olanın elinden alır; teslim olanın yanındadır rüzgâr.

Rüzgârın dili zamanın dışındadır. O bize geçmişi anlatmaz, gelecek hakkında konuşmaz. Sadece o an vardır onunla. Şimdi. Ve bu, en çok unuttuğumuz şeydir. Şimdide kalmak. Rüzgârın estiği anla bir olmak.

Belki de yapmamız gereken tek şey, sessizce durup rüzgârın üzerimizden geçmesine izin vermek. Onunla savaşmadan, onu anlamaya çalışmadan... Sadece hissetmek. Çünkü bazı şeyler hissedilerek öğrenilir. Rüzgârın öğrettiği sessizlik gibi.

 

12 Nisan 2025 Cumartesi

Bir Dehanın Yaşamına Dokunmak: Hasan Âli Yücel Üzerine Düşünceler




Bir Dehanın Yaşamına Dokunmak: Hasan Âli Yücel Üzerine Düşünceler

Hasan Âli Yücel’in yaşamı Türkiye’nin modernleşme sürecinde düşünce, inanç ve vicdan ekseninde şekillenmiş bir aydınlanma mücadelesinin simgesidir. Onu yalnızca bir devlet adamı ya da eğitim reformcusu olarak değil, düşüncenin ahlâkî sorumluluğunu taşıyan bir entelektüel olarak değerlendirmek gerekir. 

Yücel’in dünyaya gelişi kişisel bir hikâyenin ötesinde sembolik bir anlam taşır. Annesi Neyyire Hanım’ın bir Mevlevî tekkesinde ettiği dua, bir çocuğun doğumundan çok bir fikrin doğuşuna benzer. Bu dua Yücel’in hayatı boyunca taşıyacağı manevî derinliğin kaynağı olur. Çocukluk döneminde yaşadığı “yırtılan kitap” olayı, onun zihinsel yolculuğunda bir dönüm noktasıdır. Bilginin otoriteyle çatıştığı bu an gelecekteki entelektüel duruşunun ilk izdüşümüdür. Kitabı yırtılmıştır ama öğrenme arzusu parçalanmamıştır. 

Gençlik yıllarında Yücel’in karakteri, eleştirel düşünme becerisiyle belirginleşir. Askerlikte bir Alman subayına karşı koyması ya da hukuk fakültesinde profesörüne itiraz etmesi, onun düşüncenin özgürlükle olan zorunlu bağını kavradığını gösterir. Bu yönüyle Yücel, Cumhuriyet kuşağı içinde rasyonel düşünceyle ahlâkî duyarlılığı birleştirebilmiş ender aydınlardan biridir. 

Öğretmenlik yılları Yücel’in eğitim felsefesinin temellerini attığı dönemdir. İzmir’de görev yaptığı yıllarda, bilgiye erişimi bir sınıf ayrıcalığı olmaktan çıkarıp insana ait bir hak olarak görür. Eğitimin bireyin bilgi-ahlâkî gelişimini kapsaması gerektiğini savunur. Öğretmenlik onun için toplumsal dönüşümün en etkili aracıdır. Öğrencileriyle kurduğu ilişki bilgi aktarımından çok özgür düşüncenin inşası yönündedir.

Atatürk’le karşılaşması, Yücel’in düşünce dünyasında yeni bir açılım yaratır. Onun “Sıfır hiçlik değildir, çünkü birin yanına geldiğinde değer kazanır.” cümlesi düşünsel yaklaşımının özünü yansıtır. Köy Enstitüleri projesi, Yücel’in eğitim anlayışının somut biçimidir. Bu kurumlar bilginin toplumun her kesimine yayılabileceği inancına dayanır. Ona göre halk öğrenmeye doğal olarak yetkin bir topluluktur. Köy Enstitüleri düşüncenin toplumsallaşması yönünde atılmış en cesur adımlardan biridir. Ancak bu adım geleneksel yapıları rahatsız eder; bilginin halkla buluşması, iktidar çevrelerinde bir tehdit olarak algılanır. Yücel eleştirilerin ve baskıların odağında kalır, fakat geri çekilmez. Onun yalnızlığı, politik bir sonuçtan çok ahlâkî bir seçimin bedelidir.

Devlet görevinden ayrılışının ardından Yücel, üretkenliğini farklı alanlara taşır. İş Bankası Kültür Yayınları’nın kuruluşu, dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi, UNESCO temsilciliği gibi çalışmaları, onun aydınlanma idealinin sürekliliğini kanıtlar. Bu dönemde hakkında yapılan haksız ithamlara karşı “Alnım apaçık.” diyebilmesi, düşünce ve vicdan bütünlüğünün bir ifadesidir. 

Yaşamının son yıllarında bedeninin yorgunluğuna rağmen zihinsel üretkenliğini korur. Gençlerle kurduğu güzel ilişkiler, onun geleceğe olan inancını diri tutar. Bach dinleyerek hayata veda etmesi, düşünceyle estetik duyarlılığın birleştiği bir kapanıştır. 

Hasan Âli Yücel’in yaşamı, Cumhuriyet ideallerinin politik ve kültürel temellerine işaret eder. Onun öyküsü, bilgiyle ahlâkın, düşünceyle emeğin, inançla eleştirinin birleşebileceğini gösterir. Eğitim onun  insanlığın meselesidir. Bu nedenle Yücel’in adı, bir dönemin ötesine geçer; bilgiye, adalete ve halka inanan bir bilinç biçimini temsil eder.

2 Kasım 2024 Cumartesi

Kütahya Domaniç Tarihi Gezisi

Kütahya Domaniç Gezisi

Ebe Hatun Türbesi

Anadolu Selçuklu Devleti'nin uç beyliğini alan Kayı Boyu Domaniç'i yaylak olarak kullanmaya başlamıştır. Ebe Hatun Ebe Çamlığı adı verilen yerde bir çadır hastanesi kurar. Aşiret Domaniç yaylasına geldiği zaman hamile kadınlar, doğum yapmasına az zamanı kalanlar veya doğum yapmış kadınlar Ebe Hatun'a başvururlar ve çadır hastanesinde tedavi görürler, bakımları gerçekleşir. Ebe Hatun insanlara yol gösteren, sözü dinlenen, hikmetli bir kadındır. Rivayete göre Osmangazi'nin annesi Halime Hatun Ebe Çamlığı'nda doğum yapmış ve Osman Gazi'yi burada kucağına almıştır.

Ebe Hatun yayladan topladığı şifalı otlarla kadınlar ve bebekleri için lohusa şerbeti yapar, onlara içirirdi. Hayatını kadınların ve çocukların bakımına adamış bir eren kadındır. 





Mızık Çamı

Karakeçili Yörükleri bir rivayete göre göç zamanında Mızık Çamının altına gelir günlerce kalırlarmış. Hayme Ana bu çamın dallarına salıncak kurar ve torunu Osman Gazi'yi avuturmuş. Mızık Çamı 743 yaşında 11 metre boyunda, 1.5 metre çapındadır. Mızık Çamı 1987 yılında devrilmiş ve anıt ağaç olarak tescil edilmiştir. 












 Haymana (Hayme Ana Türbesi)

Hayme Ana Türbesi Osmanlı Devleti'nin kurucu atası olan Ertuğrul Gazi'nin annesine aittir. II. Abdülhamit Domaniç'e bir heyet göndererek ninesi Hayme Ana'nın mezar yerini tespit ettirmiştir. Türbe ilk olarak resmi bir törenle açılmış ve türbenin bakım ve korunma işi de Yakupoğullarına verilmiştir.  Hayme Ana'nın mezarını bulmak için görevlendirilen kişiler Domaniç'e geldiklerinde Çarşambalı bir köylü evinde dedesinden kalma deri üzerine yazılı bir belgeyi yetkili kişilere verir. Deri üzerine yazılmış belgede Hayme Ana'nın mezarının Çarşamba köyünde olduğu yazılıdır. Köydeki bütün yatırlar incelenir ve Hayme Ana'nın olduğuna inanılan mezar işaretlenir. Bulunan mezar türbe hâline getirilir.

Kayı Boyu Bozkır kültürüne bağlıdır dolayısıyla onlar için konar göçerlik ve çadır önemlidir. Hayme Arap dilinde çadır manasına geldiğine göre Çadır Anası anlamına gelen Hayme Ana oğlu Ertuğrul Gazi'yi ve torunu Osman Gazi'yi yetiştirerek Osmanlı Devleti'nin kuruluş temelini atan kişidir. Ondan dolayıdır ki Türk milleti devletini Devlet Ana olarak da anmaktadır. Yapılan son araştırmalar neticesinde Hayme Ana'nın Gündüz Alp'in karısı olduğuna kesin gözle bakılmıştır. Ertuğrul Gazi'nin babası, Gök Alp'in oğlu Gündüz Alp'tir. 

Hayme Ana eşi Gündüz Alp öldükten sonra da obasını idare etmiş ve yönetmiş biridir. Hayme Ana Türk kadının sembolüdür ve adaleti, cesareti, güçlü kişiliği temsil etmektedir. 

Hayme Ana Türbesi'nin bahçesinde bulunan müzeyi de gezip, gördük.

















Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...