Trilye – Bir Vadide Asılı Olan Zaman
Efsanevi
Trilye
Bazı yerler, kendini
anlatmaya gerek duymaz, onlar sessiz kalır, çünkü ne olduklarını anlatmak
yerine neye dönüştüklerini gösterirler. Trilye böyle bir yerdir, ne tam bir
başlangıç noktasıdır, ne de bir sona varış. Daha çok, kaçışla kalış arasında
asılı kalmış bir yer gibidir. Bir kavşak, bir suskunluk çizgisidir Trilye.
Trilye’nin kuruluşuyla
ilgili bir söylentiye göre üç ayrı köyün halkı, denizden gelen tehditten
sakınmak için birleşir. Kıyıya sırtını dönen bir yerleşim kurarlar. Deniz,
geçimdir; aynı zamanda tehlike. Bu insanlar, güvenliği ortaklıkla sağlar; korkudan
doğan bir birlik, zamanla aidiyete dönüşür. Yalnız kalmakla yıkılacak olan, yan
yana gelerek kök salar Trilye’de. Zaman geçer, yerin şekli değişmez ama anlamı
dönüşür. Bir başka söylenti daha eklenir kasabanın belleğine. Üç din adamı; Aya
Yani, Aya Yorgi, Aya Sorti, İznik’teki büyük konsülde aforoz edilir. Karar
metinlerinden silinirler, inanç topluluğunun dışına atılırlar. Ama yok
olmazlar. Yanlarında onlara inananlarla birlikte yola çıkarlar ve bu kıyıya
ulaşırlar. Buraya geldiklerinde arkalarında yalnızca reddedilmişlik bırakmamışlardır,
bir başka inşa arzusu taşırlar. İnançlarından değil ama sistemden
dışlanmışlardır. Yani kendi merkezlerini, burada yeniden kurmak isterler. Ve
kurarlar: manastırlar, kiliseler, ayazmalar. Korsanlardan sakınan köylülerle,
aforozdan sakınan papazlar aynı kıyıda buluşur. İkisinin de derdi hayatta
kalmaktan fazlasıdır. Biri güvende kalmak, diğeri varlığını sürdürmek ister.
Trilye, bu iki arayışın yan yana geldiği bir örüntüdür. Sığınma ile sürgün
arasında kurulan bu yer, zamanla sıradan bir kasaba olmanın dışına taşar;
anlamla yüklü bir yüzey olur. İnsanların korkuyla, inatla, inançla ve
alışkanlıkla dokuduğu bir hafızaya dönüşür. Trilye’nin adının Triglia mı yoksa
Trilye mi olduğu tartışılır. Barbun balığından mı gelir, üç papazdan mı
bilinmez. Fakat kesin olan bir şey varsa, bu yerin adlarının yanı sıra
anlamlarla ayakta kaldığıdır.
Trilye’nin
Köklü Geçmişi
Trilye, Marmara
Denizi’nin kıyısında yer alan, tarih boyunca hem dinlerin hem kültürlerin hem
de hayat tarzlarının kesiştiği nadir yerleşimlerden biridir. Bursa'nın Mudanya
ilçesine bağlı bu küçük kasaba, mimarî kalıntılarıyla, taşıdığı çok katmanlı
hafızasıyla dikkat çeker. Antik çağlardan Bizans’a, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
uzanan süreçte Trilye, kimi zaman bir liman, kimi zaman bir manastırlar diyarı,
kimi zaman da bir göç durağı olarak farklı anlamlar kazanmış, fakat bu
anlamların hiçbirini tamamen yitirmemiştir.
Bugün Trilye sokaklarında
dolaşırken karşılaşılan tarihî yapılar, geçmişin bir dönemine açılan bir kapı
gibidir. Kimi kiliselerde Bizans keşişlerinin izleri, kimi duvarlarda Rum
ustaların taş işçiliği, kimi çatılarda Osmanlı sivil mimarisinin izi görülebilir.
Trilye’nin kimliği, bu izlerin birbirine karıştığı, birbirini bastırmak yerine
tamamladığı bir bütünlük üzerine kuruludur.
Antik
Çağlar ve Bizans Dönemi
Trilye’nin tarihi, antik
çağlara, özellikle de Helenistik döneme kadar uzanır. Trigleia adıyla bilinen
bu bölge, antik Yunan kaynaklarında adı geçen, denizle iç içe bir kıyı
yerleşkesiydi. ‘‘Trigleia’’ isminin kökeni, hem buğday hem de ‘‘trigle’’ adı
verilen bir balık türüyle ilişkilendirilir. Bu da Trilye'nin hem tarım hem de
balıkçılıkla zenginleşen bir yer olduğunu gösterir. Marmara Denizi kıyısında
yer alan bu doğal liman, zamanla hem ticaretin hem de dini yaşamın merkezi
olmuştur. Bizans İmparatorluğu döneminde Trilye, bir kıyı kasabası olmakla
birlikte aynı zamanda önemli bir dini merkezdir. Özellikle İkonoklazm
(putkırıcılık) döneminde, ikonaları savunan keşişlerin sığınma yerlerinden biri
hâline gelir.
Trilye Sahili
Osmanlı
Döneminde Trilye
Osmanlı’nın Anadolu ve
Trakya’daki fetihleri sonrasında Trilye, yeni bir idari ve kültürel yapıya
kavuşmuştur. Ancak buradaki Rum halk korunmuş, bölge bir huzur coğrafyası
olarak varlığını sürdürmüştür. Trilye, Osmanlı döneminde özellikle zeytin
üretimiyle anılmaya başlar. Hatta buradan saraya zeytin ve zeytinyağı
gönderildiği belgelerle sabittir. Bölgenin bereketli toprakları ve denizle olan
ilişkisi, Trilye’yi ekonomik açıdan da önemli bir merkez haline getirmiştir. Bu
dönemin en önemli mimari katkılarından biri Fatih Camii’dir. Aslen Bizans
kilisesi olan bu yapı, Osmanlı döneminde camiye çevrilmiştir. İçindeki mihrap
ve minber, dönemin Osmanlı taş işçiliğini ve süsleme anlayışını yansıtır. Buna
karşın dış cephede Bizans'a özgü taş düzeni hâlen görülmektedir. Bu mimari
geçiş, kültürel bir sentezin somut yansımasıdır. Bir diğer önemli yapı olan Taş
Mektep, 1909 yılında Metropolit Hrisostomos tarafından inşa edilmiştir.
Neoklasik üslubun izlerini taşıyan bu bina, eğitim amacıyla kullanılmıştır. Taş
bloklardan yapılmış sağlam yapısı ve simetrik planıyla, dönemin eğitim
kurumlarının önemini ortaya koyar. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte bile eğitim
alanında kullanılması, yapının ne kadar işlevsel ve dayanıklı olduğunu da
gösterir. Ayrıca Trilye'nin sokaklarında dolaşırken karşılaşacağınız tarihi
evler, Osmanlı ve Rum mimarisinin bir araya geldiği sivil yapı örnekleridir.
Geniş cumbalar, ahşap pencereler, işlemeli balkonlar ve taş zeminler bu evlerin
karakteristik öğeleridir. Bu evler, hem estetik bir miras hem de Trilye’nin çok
kültürlü geçmişinin eşsiz tanıklarıdır.
Cumhuriyet
ve Mübadele Dönemi
1923 yılında gerçekleşen
Türk-Yunan nüfus mübadelesi, Trilye’nin nüfus yapısında belirgin bir
değişikliğe yol açtı. Bölgeden ayrılan Rumların yerine Müslüman Türk aileler
yerleştirildi. Bu değişimle birlikte yerleşimdeki bazı yapılar zamanla boş
kaldı; aralarında kilise, okul ve konak gibi yapılar da bulunuyordu. Zaman
içinde bazıları farklı işlevlerle kullanılmaya başlandı, bazıları ise uzun süre
atıl durumda kaldı. Bunlardan bazıları daha sonra restore edilerek yeniden
kullanıma açıldı. Kemerli Kilise, bu sürecin dikkat çeken yapılarından biridir.
Bizans ve Osmanlı dönemlerinden izler taşıyan mimarisi, yuvarlak kemerli
girişleri, yıpranmış fresk kalıntıları ve taş işçiliğiyle Trilye’nin tarihî
dokusunu yansıtan önemli bir örnektir. Cumhuriyet döneminde Trilye, tekrar
ekonomik üretimle canlanmıştır. Özellikle zeytincilikte yaşanan gelişmeler,
bölgeyi yeniden üretim merkezine dönüştürmüştür.
Tarihî Zeytinyağı
Fabrikası
Medeniyetler,
varlıklarını yazıtlarla, saraylarla, okullarla… bazen de sofra zenginliklerindeki
incelikleriyle duyurur. Trilye’nin kuzey ucunda, Karacabey Caddesi boyunca
yükselen eski zeytinyağı fabrikası, geçmişin anlam dolu izlerinden biridir. Osmanlı'da
diplomasi, kelimelerle ve sofralarla oluşturulan şölenlerle konuşurdu.
Sadrazamlar; diplomasi adamlarının, elçilerin arzularını öğrenir, lezzetlerin
arasında mutlaka Trilye’nin yağı bulunurdu. Bu yapı, işte o sofra
geleneklerinin tanığıdır; üretim amacıyla ve kültürel hafızayı taşıyan bir
varlıkla inşa edilmiştir.
Trilye’nin
Tarihi Eserleri ve Mirası
Trilye, tarih boyunca
birçok medeniyetin iz bıraktığı bir geçiş ve buluşma noktasıdır. Bu durum,
mimarî yapılarda kendini en açık biçimde göstermektedir. Kemerli Kilise, çok
katmanlı tarih anlayışının ete kemiğe büründüğü bir yapıdır. Aynı şekilde
Dündar Evi ve diğer konaklar, sivil mimarinin güzelliğini yansıtır. Trilye’nin
dar sokakları, taş basamakları geçmişle kurulan sessiz ama güçlü bir bağı
hissettirir. Bugün Trilye, hem bir kültürel miras alanı hem de Marmara’nın
kıyısında saklı kalmış bir zaman penceresidir. Trilye’nin tarihi yapısı kadim
ve esrarengiz birer anlatıdır; taşlar adeta geçmişin dilini bizlere fısıldar.
Trilye’nin
Tarihî Eserleri
Medikion Manastırı
(Pederler Kilisesi): Yapının tam olarak hangi tarihte kurulduğu
bilinmemektedir; ancak kaynaklar, 8. yüzyıla kadar uzanan bir geçmişe sahip
olduğunu göstermektedir. Manastırın ilk inşa edildiğinde Hagios Sergios (Aziz
Sergios) adına adandığı bilinmektedir. Bu adlandırma, erken dönem Hristiyanlık
dünyasında yaygın olan azizlere ithaf geleneğinin Trilye gibi kıyı kasabalarına
da ulaştığını göstermektedir. Ancak 11. yüzyılda, manastırın adı değiştirilmiş
ve Medikion Manastırı olarak anılmaya başlanmıştır. Manastır, coğrafi olarak
Trilye ile Eşkel Limanı arasındaki karayolu üzerinde, kuzeybatısında yer alan
eski Rum Mezarlığı ile birlikte konumlanmıştır. Bu yerleşim, Bizans döneminde
dini ve tarımsal yapıların yaşam alanlarından çok uzak olmayan, fakat belli bir
tecrit içinde konumlandırılma geleneğini yansıtır. Günümüze ulaşan bölümleri
oldukça sınırlıdır. Yalnızca dış duvar kalıntıları ve iki yüz kilogramlık giriş
kapıları varlığını sürdürmektedir. Bu kalıntılar, yapının bir zamanlar oldukça anıtsal
ve dayanıklı bir mimariye sahip olduğunu göstermektedir. Özellikle giriş
kapıları, manastırın çevresiyle ilişkili güçlü bir sosyal merkez olduğunu da
düşündürür. Osmanlı döneminde yapının işlevine dair doğrudan belgeler azdır.
Ancak 19. yüzyıldan itibaren Trilye çevresindeki Rum nüfusun artışı ve
ibadethane ihtiyacının yeniden değerlendirilmesiyle birlikte, manastırın
dönemin ruhani yapılar haritası içinde önemli bir yer tuttuğu tahmin
edilmektedir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde yapı terkedilmiş ve zamanla
harabeye dönüşmüştür. Bugün Medikion Manastırı, Trilye’nin tarihî mirası içinde
en az bilinen fakat en eski ve en simgesel yapılardan biri olarak varlığını
sürdürmektedir. Fiziksel kalıntıları sınırlı olsa da, tarihî değeri bakımından
yerel bellekte önemli bir yere sahiptir. Şu an bir çitlik olarak varlığını
sürdürmektedir.
Efsaneye göre;
8. yüzyılda ikonoklazm fırtınasının Bizans topraklarında estirdiği yıllarda
kurulan Medikion Manastırı, hem bir ibadet mekânı hem de inancın görünmeyen
cephesidir. İmparatorların ikonlara karşı açtığı savaşta, keşişler burada
ikonları saklamış, dualarla resimleri korumuş, taş duvarların ardına
sakladıkları direnişlerini büyütmüştür. Manastırın mimarisine hâkim olan büyük
taş bloklar, kemerli geçitler ve doğuya bakan pencere düzeni, hem yapının
işlevsel hem de simgesel gücünü yansıtır. Gün doğumları, bu pencerelerden içeri
süzülen ışıkla birleşir, keşişlerin sabah ayinlerini kutsardı. Rivayete
göre, ikonoklazm fırtınasında bir gece, bir keşiş bu manastıra kemerinde sakladığı
Meryem Ana ikonasıyla ulaşır. İkonayı manastırın taş duvarlarından birinin
içine gömer ve orada yıllarca saklı kalır. Taşın arkasına çizdiği küçük bir haç
işareti, yalnızca başka bir keşişin anlamını bilebileceği kadar gizlidir.
Aya Yani Kilisesi: Kapanca
antik liman kentinin doğusunda yer alır. Trilye’ye adını verdiği rivayet edilen
üç papazdan biri olan Aya Yani (Aziz Yuhanna) adına kurulmuştur. Bugün özel bir
mülkiyet içinde, zeytinlikler ve günebakan tarlaları arasında, yaklaşık 5 km
uzaklıkta ulaşılabilir bir konumdadır. Manastırın tarihi 7. yüzyıla kadar
uzanır. Yapının içindeki kilise yıkıldıktan sonra 709 yılında Hagios Ioannes
Theologos adına yeniden inşa edilmiştir. Bizans İmparatoru V. Konstantinos
döneminde yakılmış, başrahibi başkente götürülmüştür. IV. Leon tarafından 755
yılında tekrar ayağa kaldırılmıştır. 1652 ve 1794 tarihli belgelerde kiliseye
dair karar ve hakların korunmasına dair bilgiler yer alır. 1880’de çıkan
yangınla kısmen zarar görmüş, sonradan onarılarak hizmete devam etmiştir. 1922
yılına kadar faaliyet gösteren manastır, mübadeleyle Rum nüfusun ayrılmasının
ardından terk edilmiştir. Bugün yapı harap durumdadır; kalıntılar dışında
ayakta kalan kısmı yoktur. Bir dönem Ortodoks dünyasında hac yeri olarak görülen
manastır, Trilye’nin en eski ve sembolik yapılarından biri olarak tarihî
değerini sürdürmektedir.
Doğayla iç içe konumu,
zeytin ağaçlarının serin gölgesinde, kutsal olanın sıradanla birleştiği bir
mekânda bulunmaktadır.
Anlatıya göre, kilisenin
bahçesinde üç büyük taş varmış. Sadece çocuklar; saf ve masum olduklarından, bu
taşların üzerine oturur, görmek istedikleri, ya da cevaplarını öğrenmek
istedikleri soruları yazar gibi parmaklarıyla taşlara dokunurmuş. ‘‘Ne yazarsan
gece rüyana girer’’ denirmiş. Kimse taşların üstünde yazı görmezmiş ama
çocuklar rüyalarında parmaklarıyla taşların üzerine yazdıkları şeyleri görürler
ve sordukları sorulara cevaplar alırlarmış.
Fatih
Camii (Aya Todori - Hagios Stephanos Kilisesi): Bir
yapının hem kilise hem cami olarak geçmişi taşımış olması, tarihî katmanların
bir arada nasıl var olabileceğinin güçlü bir örneğidir. Bazı yapılar şekil
değiştirir ama yok olmaz. Onlar, zamanın akışına kapılmak yerine, zamanla
birlikte yaşamayı seçer. Fatih Camii bu türden bir yapıdır. 7. yüzyıldan bugüne
gelen bu yapı, bir bina olmaktan çok, bir hatırlayış biçimidir. Aya Todori
adıyla başlayan varoluşu, Hagios Stephanos’a adanarak genişletilmiş, daha sonra
minaresiyle, mihrabıyla yeni bir anlam yüklenmiş. Fakat her değişimde özüyle
bağını koparmamıştır. 1560’ta bir camiye dönüşmüş olması, bir devam etme
biçimidir. Yanına inşa edilen Avlulu Hamam da bu sürekliliğin bir uzantısıdır.
Temizlikle kutsallık, suyla zaman arasında kurulan bağın mimari yansımasıdır. Dış
cephedeki Bizans işçiliğiyle, iç mekândaki Osmanlı estetiği arasındaki
karşılaşma, mimari ve kültürel bir buluşmadır. Minber ve mihrap gibi unsurların
yapıya sonradan eklenmesi, bu uyumun zarafetle gerçekleştiğini gösterir.
Fresklerden geriye kalan izler, farklı inançların aynı duvarlarda iz
bırakabildiğini hatırlatır.
Fatih Camii (Aya Todori - Hagios Stephanos
Kilisesi)
Fatih Camii (Aya Todori - Hagios Stephanos
Kilisesi)
Taş Mektep: 1909
yılında yükselen bu yapı, taş bloklardan örülmüş duvarları ve geniş sınıf alanlarıyla
bir kimlik inşası mekânıdır. Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’in ilk
yıllarına uzanan süreçte Taş Mektep, bir neslin şekillendiği kutsal bir alan
olmuştur. Neo-klasik mimarisiyle dikkat çeker. Zamanında
bölgenin en büyük Rum okuluymuş. Çocuk seslerinin yankılandığı sınıflar artık
sessiz olsa da, bu yapı hâlâ öğrenmenin izlerini taşımaktadır. Şu an dıştan
görülebilir, içeri giriş genelde kapalı ama çevresinde yürüyüş etkileyicidir.
Rivayete göre:
Mektebin girişinde asılı küçük bir tahta levhada şu cümle yazılıymış: “Önce iyi
insan ol, sonra okumayı öğren.” O levha, sabahları içeri ilk giren çocuğa güne
nasıl başlaması gerektiğini anlatırmış.
Taş Mektep
Taş Mektep
Kemerli Kilise (Panagia
Pantobasilissa): Trilye’de bulunan en özgün ve tarihsel
değeri yüksek dini yapılardan biridir. Yunanca adı ‘Tüm Kraliçelerin Meryem’i’
anlamına gelen bu kilise, Ortodoks geleneğinde Bakire Meryem’e adanmış sayılı
mekânlardan biri olarak kabul edilir. Kilise, mimari tarzı, kullanılan duvar
örme teknikleri ve genel planlaması göz önünde bulundurularak 13. yüzyıl
sonlarına tarihlendirilir. Bu dönemde Trilye, Bizans idaresi altında bulunan
bir kıyı yerleşimiydi ve bölgedeki Rum-Ortodoks nüfusun ruhani merkez
ihtiyacını karşılayan bu yapı, cemaatin sosyal ve kültürel birliğini sağlayan
bir odak noktası işlevi görmüştür. Yapının en erken dönemine ait ilk fresk
tabakası, 14. yüzyılın başlarına tarihlenmektedir. Bu freskler, hem sanatsal
hem de teolojik açıdan değerli örneklerdir. Zamanla tahrip olan bu tabakanın
üzerine, 1723 yılında ikinci bir fresk katmanı eklenmiştir. Bu ikinci katman,
kilisenin 18. yüzyılda hâlâ aktif ve bakımlı bir ibadet yeri olduğunu gösterir.
Osmanlı döneminde, gayrimüslim cemaatlerin ibadet haklarının sürdüğü çerçevede
kilise işlevini sürdürmüştür. Ancak 1924 mübadelesiyle birlikte Trilye'deki
Rum-Ortodoks nüfusun Yunanistan’a gönderilmesiyle, yapı ibadet işlevini
kaybetmiş; zamanla kullanılmaz hâle gelmiştir. Uzun yıllar boyunca bakımsız
kalan yapı, hem doğal etkenlerle hem de insan eliyle tahribata uğramıştır.
Yakın zamanda kilise, İstanbul Fener Rum Patrikhanesi tarafından Bursa
Metropolitliği’ne atanan Elpidophoros Lambriniadis tarafından satın alınmıştır.
Yapının, özgün yapısına sadık kalınarak restore edilmesi ve tekrar kilise
olarak kullanılmak üzere hizmete açılması planlanmaktadır.
Rivayet olunur ki,
bir gece yağmur bastırdığında Hristiyan ve Müslüman iki köylü bu kiliseye
sığınmış. İçeri girdiklerinde bir tek mum yanıyormuş. Mumun dibinde yarısı haç,
yarısı hilal şeklinde bir iz varmış. Bu mumu uzun yıllar kimse söndürememiş, ta
ki bir gün kendi sönene kadar.
Kemerli Kilise
Kemerli Kilise
Kemerli Kilise
Trilye’nin Tarihi
Konakları ve Sokakları: Trilye’nin kıvrılarak uzanan taş
döşeli sokaklarında yürürken, bir zaman şeridi kat edilir. Her bir konağın,
penceresinde, pervazında ya da ahşap süslemelerinde saklı hikâyeleri vardır. Dündar
Evi, bu hikâyelerden yalnızca biridir. İçinde zamanla göçmüş ailelerin yankısı
dolaşır. Konakların çoğu, Rum ve Osmanlı mimarisinin iç içe geçtiği nadide
örneklerdir. Renkli cumbalar, demir parmaklıklı pencereler, ahşap saçaklar… Her
biri geçmişi bugünde tutmanın yollarını bulmuş gibidir.
Rivayete göre; Dündar
Evi’nin bir odasında, yıllar önce orada yaşamış Rum bir kadının aynaya
baktığında söylediği bir söz duyulurmuş: “Aynaya bak, aynada geçmişin görünür.”
Dündar Evi’ndeki ayna hâlâ oralarda bir yerlerdemiş; gelen bazı ziyaretçiler
aynada kendi yüzlerini değil, bilmedikleri anılara ait görüntüler gördüklerini
anlatırmış.
Dündar Evi -Yuannes Kilisesi (Hagios
Ioannes Prodromos)
Bir dönem kilise, sonrasında konut olarak
kullanılmış.
Dündar Evi’nin önündeki ulu çınar ağacı
Trilye, zamanın taşlara
işlenmiş, geçmişin bugünde saklandığı bir bellektir. Bizans’ın dinsel ihtişamı,
Osmanlı’nın estetik zarafeti ve Cumhuriyet’in eğitim ruhu, bu dar sokaklarda
karşılaşır. Her yapı, bir devri; bir duyguyu, bir hâli, bir geçişi anlatır. Tarihî
eserler bizi kendimize bağlayan metinlerdir. Onları okumak, dinlemek,
hissetmek; insanın kendi tarihini, kültürünü, yerini anlaması demektir.
Trilye’de bir taşın ucuna dokunduğunda, belki de yüzyılların nabzına dokunmuş
olursun.
Trilye’nin
Az Bilinen Tarihi Yapıları
Tabut Ev: Yahudi
Mahallesi’nde yer alan gizemli bir taş yapı. Kimilerine göre bir hahamın evi,
kimilerine göre küçük bir ibadethane. Yığma taş duvarlar, küçük pencereler ve
sade yapı tekniği. Yerel halk arasında Tabut Ev olarak bilinen bu yapı,
Trilye’nin çokkültürlü geçmişinin tanıklarından biridir. Efsanelerle çevrili
oluşu, halk belleğinde güçlü bir yer edinmesini sağlamıştır. Trilye’nin Yahudi
Mahallesi olarak bilinen eski yerleşim alanında bulunan ve halk arasında Tabut
Ev olarak anılan yapı, gizemli geçmişiyle dikkat çeker. Kimine göre bir hahamın
evi, kimine göre bir zamanlar küçük bir ibadet mekânı olan bu taş yapı, dar sokaklar
arasında kaybolmuş gibi duran mütevazı bir mirastır. Adını, mimarisindeki sıra
dışı biçimlerden ya da zamanında içinde saklanan dini objelerden aldığına dair
rivayetler vardır. Bugün harap durumda olsa da, yerel halkın belleğinde hâlâ
varlığını korur ve geçmişin sırlarını sessizce saklamayı sürdürür.
Tabut Ev
Trilye Limanı ve Osmanlı
Rıhtımı: Osmanlı döneminde Trilye’nin dış dünyaya açılan
kapısı. Özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda zeytin ve zeytinyağı ticaretinde
kullanıldı. Taş rıhtım basamakları, demir bağlama halkaları, deniz taşlarıyla
döşeli zemin. Trilye yalnızca bir sahil kasabası değil, aynı zamanda deniz
yoluyla kurulan ekonomik ve kültürel ilişkilerin de merkeziydi. Bu liman,
geçmişteki hareketliliğin izlerini bugün bile taşır
Bir zamanlar zeytin ve zeytinyağının dış dünyaya açıldığı kapı olan Trilye Limanı,
bir ekonomik yaşam hattıydı. Osmanlı döneminde inşa edilen taş rıhtımlar,
özellikle Venedikliler ve Fransızlarla yapılan ticarette önemli bir rol
üstlenmiştir. Bugün küçük balıkçı tekneleriyle süslenen limanın çevresinde,
geçmişin ayak izlerini taşıyan taş basamaklar, duvar kalıntıları ve demir
halkalar hâlâ görülebilir. Bu detaylar, Trilye’nin aynı zamanda denize açılan
bir medeniyet kapısı olduğunu gösterir.
Trilye Sahili
Avlulu Hamam: Yavuz Selim
tarafından inşa ettirilen Osmanlı Hamamı
Avlulu Hamam
Kültür Merkezi (Aziz
Vasil Kilisesi)
Trilye’nin geçmişten
bugüne uzanan mekânsal belleğini taşıyan yapılarından biridir. Aynı zamanda
“Ayios Yeoryios Kilisesi” adıyla da bilinir. İlk inşa tarihi kesin olarak
bilinmese de, Osmanlı arşivlerinde 1835 yılına ait bir belgede kilisenin
yeniden inşa edilmesine izin verildiği kayıt altına alınmıştır. Bu bilgi,
yapının 19. yüzyıl öncesine uzanan bir geçmişi olabileceğini düşündürür.
2008–2009
yıllarında yapılan restorasyonun ardından yapı, “Faruk Çelik Kültür Merkezi”
adıyla açılmış; 2014 yılında ise bu isim “Trilye Kültür Merkezi” olarak
değiştirilmiştir. Böylece yapı, siyasal bir izden sıyrılarak mekânın tarihsel
köklerine daha yakın bir adla anılmaya başlanmıştır.
Trilye Kültür Merkezi
Trilye Ayazmaları: Suya
Yazılmış Dua
Trilye’de Bizans ve
Rum-Ortodoks dönemlerinden kalan birkaç ayazma (kutsal su kaynağı)
bulunmaktadır. Ayazmalar, çoğunlukla azizlere ya da Bakire Meryem’e adanmış,
şifa ve arınma amacıyla ziyaret edilen yerlerdi.
En bilinenleri arasında:
Panagia Ayazması:
Bakire Meryem’e adanmış, kadınlar ve hastalar tarafından ziyaret edilmiştir.
Aya Yani Manastırı
Ayazması: Hac yolu üzerinde yer aldığı kabul edilir.
Aya Sotiri Ayazması: Kurtarıcı
İsa adına adanmış, bugün izi silinmek üzeredir.
Ayazmalar, zamanla
Müslüman halk tarafından da ziyaret edilmiş; inançlar arası ortak şifa
arayışının mekânları olmuştur. Bugün çoğu terkedilmiş ya da özel mülk içinde
kalmış durumdadır. Trilye’nin ayazmaları bir halkın yüzyıllar boyunca doğayla,
inançla ve birbirleriyle kurduğu bağı temsil eder. Bu alanlar, ne büyük yapılar
ne ihtişamlı kubbeler barındırır; ancak onların taşıdığı anlam, birçok anıttan
daha derindir. Trilye ayazmaları, hem kişisel inanç alanları hem de kolektif
hatıraların biriktirildiği kutsal yererdir. Burada dua edilmez, dua yaşanır.
Suyun sesiyle taşın soğukluğu birleştiğinde, geçmişin sesi bugünün kalbine
ulaşır. Bu mekânlar, zamanın bile dokunmaya çekindiği yerlerdir; çünkü burada
insan, doğaya ve kendi iç dünyasına aynı anda eğilir.
Trilye Tarihî Alanlar
Haritası (Konum Listesi ve Açıklamalar)
Bu liste, Trilye’de yer
alan tarihî yapıların yaklaşık konumlarını, dönemlerini ve yapının kültürel
bağlamını göstermektedir.
Yapı Adı |
Tarihî Dönem |
Konum
Açıklaması |
Medikion Manastırı |
Bizans (8. yüzyıl) |
Trilye’nin doğusunda,
zeytinliklerin ardında, yüksekçe bir yamaçta. |
Aya Yani Kilisesi |
Bizans |
Limana yakın, taş
döşeli sokaklar sonunda, küçük bir yükseltide. |
Fatih Camii
|
Bizans & Osmanlı |
Çarşıya yakın bir
noktada, minaresiyle dikkat çeken ana yapı. |
Taş Mektep |
Osmanlı (1909) |
Merkez mahallede,
belediye binasına yürüme mesafesinde. |
Kemerli Kilise |
Bizans & Osmanlı |
Trilye’nin girişine
yakın, taş duvarlarla çevrili açık alanda. |
Tabut Ev |
Orta Çağ (?) |
Eski Yahudi
Mahallesi’nde, dar bir sokakta gizlenmiş yığma taş yapı. |
Trilye Limanı |
Osmanlı |
Marmara kıyısında,
balıkçı teknelerinin bulunduğu sahil hattı. |
Trilye’de Sofra: Toprakla
Denizin Arasında Kurulan Dil
İnsan yalnızca doymak
için yemez, yediğiyle ait olur, paylaştığıyla bağ kurar, pişirdiğiyle yaşadığı
yeri anlamaya çalışır. Trilye’de kurulan sofralar, bu coğrafyanın gövdesinde
biriken yılları, doğanın ve emeğin ortak izini taşır. Burada yemek tat olmaktan
öte bir yaşam biçimi olur. Zeytinyağı, yalnızca bir malzeme sayılmaz. Doğanın
sabrı, insanın emeği ve toprağın dili onun içinde buluşur. Bu topraklarda her
yemek, bu damlayla başlar. Gelincik, morata, diken otu gibi bitkilerden yapılan
yemekler, doğanın sunduklarını zorlamadan kabul etmenin bir yolunu gösterir.
Toprağa müdahale etmeyen bir anlayışla biçim bulur bu tarifler. Kabaklı börek,
cevizli lokum gibi tatlar yalnızca damakta kalmaz. İçlerinde düğünlerin,
bayramların, anıların izleri vardır. Lokumun kıvamı ya da böreğin biçimi,
geçmişten bugüne uzanan bir alışkanlığın hatırlatıcısıdır. Deniz de bu
coğrafyanın anlatıcılarından biridir. Kıyıya her vuruşunda sofraya bir lezzet
bırakır. Barbun bu kıyının simgesi olur. Kırlangıç, dil, karagöz... Hepsi
gündelik zamanın içinden geçerek tabağa ulaşır. Sahildeki restoranlarda odun
ateşiyle pişen karides güveç, baharatla bütünleşen buğulama, yalnızca yemek
sunmaz; bir usul aktarır. Tariften çok göze ve sezgiye güvenir.
Ben Trilye’yim.
Taşlarımda dua saklıdır. Gidenin adını bilirim, dönenin yorgunluğunu. Cami de
ben, kilise de. Ayazmanın serinliğinde doğan çocuk da ben, limanda ilk kez
öpüşen iki genç de. Zeytin dallarım yorgun ama sadıktır. Suyum kutsaldır çünkü
biri bir zamanlar
gözyaşını içine damlattı. Evin cumbasında unutulmuş bir mendilim ben. Mektebin
tahtasında kalan son harf, kapı eşiğinden geçmeyen vedayım. Beni gezdiğinizde
sadece görmeyin. Dinleyin. Çünkü ben konuşmuyorum. Ama siz yeterince
sustuğunuzda ben her şeyi anlatırım.