Tasavvuf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tasavvuf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Aralık 2025 Cuma

BÜYÜCÜLER DERESİ- Kemal Abdulla’ın Romanı Üzerine

“Sadece ışığı görebilenler, ışığın değerini kesinlikle anlayamazlar.”
“Gerçekten de her şey bir tek andır. Her şey bu bir anın içindedir; geçmiş de gelecek de.”

Kemal Abdulla’ın Büyücüler Deresi adlı romanındaki Ak Derviş karakterini anlatarak yazıma başlamak istedim. Bu figürün Hallâc-ı Mansûr’la örtüşmesi neredeyse kaçınılmazdır. Enel Hak çağrışımıyla birlikte öldürülme biçimi, etrafındaki dervişlerin tavrı ve ölümün bir son olmaktan çıkıp tekrarın başlangıcına dönüşmesi, Hallâc anlatısının mitik boyutuyla güçlü bir benzerlik taşır. Ancak Abdulla, Hallâc’ı tarihsel bir şahsiyet olarak ele almak yerine onu bilginin ve idrakin sınırlarında dolaşan bir figüre dönüştürür. Ak Derviş bir kişiden çok bir hâl olarak belirir; hakikatin insan zihnine temas ettiği fakat orada tutunamadığı bir eşiği temsil eder.

Ak Derviş’in öldürülmesiyle romanda bir imkân da ortadan kalkar. Hakikatin dünyada anlaşılabilir ve taşınabilir olma ihtimali sona erer. Bu yok oluşun en sert ve en karanlık noktası, 23 dervişin topluca uçuruma atlamasıyla ortaya çıkar. Klasik tasavvuf anlatılarında “fenâ”, benliğin çözülmesi ve hakikatte erime olarak yüceltilirken, Abdulla bu fikri tersine çevirir. Buradaki intihar eylemi bir vecd anı değil, dünyayla kurulan anlam bağının kopuşudur. Yükselişin yerini düşüş alır. Dervişlerin intiharı, dünyanın hakikati kavrayamama ve taşıyamama hâlini ilan eden bir eyleme dönüşür. Dervişler, hakikat idrak edilemez hâle geldiği için dünyadan ayrılmayı seçerler.

Zaman ve mekân meselesi romanın en güçlü yönlerinden birini oluşturur. Geçmiş, şimdi ve gelecek birbirine karışır. Abdulla zamanı, insanın algılama ve anlama kapasitesiyle sınırlı bir yapı olarak yeniden kurar. Görülen zaman ile görülmeyen zaman, girilen mekânlarla girilemeyen mekânlar arasındaki ayrım, bilincin erişebildiği ve erişemediği alanlara işaret eder.

Büyücüler Deresi ne yalnızca somut bir yer ne de bütünüyle soyut bir imgedir. Hakikatin doğrudan kavranamadığı, ancak dolaylı yollarla zorlandığı bir ara bölge olarak durur. Romanda büyü, aklın yetmediği yerde insanın gerçeği bilinir kılmak için başvurduğu bir araca dönüşür. Ancak bu arayış masum değildir. Çünkü büyü, hakikati açığa çıkarmaktan çok onu yorumlanabilir ve denetlenebilir hâle getirme riskini barındırır. Hakikati olduğu gibi kabul etmek yerine katlanılabilir hâle getirme çabası, romanın karanlık atmosferini besleyen temel unsurlardan biri olur.

Şeytan meselesi bu bağlamda özellikle belirleyicidir. Allah’ın şeytanı yaratmış olması ve onu sevmesi fikri, klasik iyi-kötü karşıtlığını parçalar. Şeytan mutlak kötülüğün temsili değildir; anlamın ve bilginin sınandığı karanlık alanı temsil eder. Böylece her şey bir dairenin içine yerleşir. Şeytan, insan ve derviş bu dairenin parçalarıdır.

Ak Derviş’in tekrar tekrar başka bedenlerde dünyaya gelmesi bir döngü lanetini çağrıştırır. Hakikat her seferinde dünyaya gelir, her seferinde anlaşılmadan yok edilir. Daire kapanmaya çalışır, ancak bir türlü tamamlanamaz. Çünkü insan, hakikati istemekle onu gerçekten kavrayabilmek arasında sıkışıp kalmıştır.

Geleneksel anlatılarda yön bulmayı ve ilahi düzeni simgeleyen yıldızlar ise romanda soğuk, uzak ve ulaşılmaz bir hâl alır. Yıldızlar, insanın yalnızlığını ve hakikate olan bilişsel mesafesini hatırlatan işaretlere dönüşür.

Yazar, romanın sonunda insanı tek bir açmazın içine bırakır: görmek istenenlerle gerçekte olanlar, hatta anlaşılması gerekenler arasında derin bir uçurum vardır. Büyücüler Deresi bu açmazın mekânı olarak belirir. İnsan hakikati çağırır, fakat onu anlamaya ve taşımaya güç yetiremez. Ak Derviş bu yüzden tekrar tekrar öldürülür; çünkü hakikat dünyaya her gelişinde, dünya onu idrak edilebilir sınırlar içine hapsetmeye çalışır.

13 Ağustos 2025 Çarşamba

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu

Emine Işınsu’nun Bukağı adlı romanı, XVII. yüzyıl mutasavvıfı Niyazi Mısrî’nin hayatını tasavvufî bir yolculuk, dostluk, aşk, sürgün ve hakikat arayışı üzerinden anlatır. Yazar, olay örgüsünü tarihî gerçeklerle örerken, insan ruhunun iniş çıkışlarını, nefsin merhalelerini ve dervişliğin zahirî-bâtınî boyutlarını incelikle işler.

Romanda iki doğum sahnesi yer alır. Biri Mehmet Zihni Efendi’nin oğlu Kasım, diğeri Nakşibendî şeyhi Ali Bey’in oğlu Mehmet’tir. Bu Mehmet, ileride "Niyazi Mısrî" olarak tanınacaktır. Kasım’ın babasının Malatya’ya sürgün edilmesiyle bu iki çocuğun yolları kesişir. Önce çekingen bir arkadaşlık başlar, sonra uzun yıllara yayılan bir dostluğa dönüşür. Yıllarca mektuplaşarak hem kendi hayatlarının hikâyesini hem de yaşadıkları çağın ruhunu birbirlerine aktarırlar. Mektuplaşmalar, romanın en dokunaklı damarlarından biridir; okur, bugün kaybolmuş incelikleri hatırlayıp bir iç çekmeden edemez.

Mehmet’in Kasım’ın kız kardeşine duyduğu gençlik aşkı, roman boyunca tamamına ermeyen, zamanla şekil değiştiren bir duyguya dönüşür. Niyazi Mısrî, Bursa’da bir başkasıyla evlenir; Ulu Camii kürsüsünden yıllarca vaazlar verir. Vaazlarında hem dini hem de politik meseleleri dile getirir; bu da ona hem hayranlar hem de düşmanlar kazandırır. Rodos, Limni sürgünleri...

Mısrî’nin hayatında sürgünler manevi imtihanlardır. Limni sürgünü, bunların en uzunudur. Aslında iki yıl sonra serbest bırakılma ihtimali doğar, fakat o adada kalmayı, hizmete devam etmeyi seçer. On beş yıl boyunca yaşadığı Limni, onun hem inziva hem de eser üretim mekânı olur. Mısrî, dönemin iktidarları ve tarikat çevreleri tarafından kimi zaman bağrına basılır, kimi zaman dışlanır. Açık sözlülüğü, sert eleştirileri ve hakikate bağlılığı, onu hem çok sevilir hem de çok düşman edinir hale getirir. II. Ahmet döneminde, dervişleriyle Edirne’ye yürüyüşü (niyeti savaşa katılmaktır) padişahın emrine uymadığı için yeni bir Limni sürgününe dönüşür. Bu sürgüne giderken orada öleceğini bilir. Onun hayatı, sıradan gözlerle kavranması güç, "kutlu" bir yolculuktur.

Bukağı, bir insanın hakikati ararken geçirdiği dönüşümlerin, iç hesaplaşmaların, aşkla, dostlukla, yalnızlıkla ve sürgünle sınanışının romanıdır. Emine Işınsu, sade ama yoğun bir dil kullanır; okur, anlatılan hikâyenin ardındaki hem tarihî hem de tasavvufî bilgi birikimini hisseder. Romanın bıraktığı etki, yalnızca tarihî bir şahsiyetin biyografisinin aktarılmasından ibaret değildir; metin, aynı zamanda okuyucuyu kendi varoluş serüvenini sorgulamaya davet eden bir edebî eser işlevi görür. Mektupların samimiyeti, dostluğun sürekliliği, tamamlanmamış aşkların bıraktığı boşluk ve sürgünlerin taşıdığı tecrit duygusu, eserin temel duygusal ve tematik eksenini oluşturur. Niyazi Mısrî’nin hayat yolculuğu, sıradan bir bireyin kavrayış sınırlarını aşan derinlikte olmakla birlikte, hakikati arayan her zihne aşinalık hissi verecek evrensel unsurlar taşır. Bukağı, bu yönüyle tasavvufî düşünce, bireysel dönüşüm ve tarihî bağlamın kesişim noktasında yer alan anlamlı bir eserdir.

NOT: Kitaba adını veren "bukağı", günlük kullanımda ayağa takılan bir tür zinciri ifade eder. Sözlükte ise "hayvanların kaçmasını önlemek için ayaklarına geçirilen, çoğunlukla demirden yapılmış halka ve zincir" olarak tanımlanır. Böylece bukağı, hem hareketi kısıtlayan somut bir nesne, hem de mecazen özgürlüğü engelleyen, insanı bağlayan her türlü görünmez pranganın simgesi hâline gelir. Kitabın başlığındaki bukağı, bu iki anlamı bir arada taşır. Zincirin soğuk ve ağır maddesini, aynı zamanda ruhu ve toplumu saran baskının görünmez ağırlığını...

12 Haziran 2025 Perşembe

Üftâde Mehmed Muhyiddin: Osmanlı’da Tasavvufî Zühdün Bursa ile Bütünleşen Yüzü

 


Üftâde Mehmed Muhyiddin: Osmanlı’da Tasavvufî Zühdün Bursa ile Bütünleşen Yüzü

1490’lı yıllarda Bursa’da dünyaya gelen Mehmed Muhyiddin Üftâde, Osmanlı klasik çağının sonlarına tekabül eden bir dönemde yaşamış, yaklaşık doksan yıllık ömrü boyunca ilim, ahlâk ve tasavvuf çizgisinde örnek bir duruş sergilemiş ve Bursa’da vefat etmiştir. Asıl adı Mehmed Muhyiddin olan Üftâde Hazretleri, Bursa’da doğmuş, burada büyümüş, burada eğitim almış ve yine bu şehirde irşad faaliyetlerini sürdürerek Bursa’da ebedî istirahatine çekilmiştir. Onun hayatı, sıradan bir zühd yaşantısından ziyade, hem pedagojik hem manevî hem de toplumsal dönüşüm açısından çok yönlü bir model oluşturmakta, bu yönüyle sadece bireysel bir dervişlik tecrübesi olmaktan öteye geçerek Osmanlı şehir tasavvuru içinde kökleşmiş bir rehberlik biçimini yansıtmaktadır.

Doğumuna dair anlatılan rivayetlerden biri, annesinin onun çocukluk yıllarında bir gece rüyasında süt derelerine dalarak çıktığını görmesi ve bu rüyanın kocası tarafından ilim ve irfan ehli bir evlat olarak yorumlanmasıdır. Bu anlatı sadece manevi bir müjde olmaktan çok Osmanlı kültüründe yaygın olan rüya ve sembolik düşüncenin pedagojik bir değer taşıdığını, çocuğun eğitimine dair kararlarda belirleyici bir işlev üstlendiğini göstermektedir. Üftâde Hazretleri’nin çocukluk eğitimi, özellikle dört yaş dört ay dört gün esasına dayandırılmış ve bu yaşın, çocuğun zihinsel açıklığının, ahlaki kabiliyetinin ve irfanî alımlayıcılığının en yüksek seviyeye çıktığı dönem olarak kabul edilmesi üzerinden temellendirilmiştir. Nitekim sözlü gelenekte, çocuğun bu yaşa ulaştığında kendisine söylenen ve gösterilen her şeyi doğrudan zihnine nakşettiği, eğitimin verimliliğinin bu dönemde en yüksek düzeye ulaştığı dile getirilmiştir.

Tasavvufî terbiyesinde Hızır Dede'nin etkisi son derece belirleyicidir. Hızır Dede, Karacabey'de çobanlık yaparken soğuk kış mevsiminde ayakları donmuş, bu nedenle Bursa'ya yerleşmiş, burada tasavvuf yoluna intisap ederek ilim, irfan ve hizmet ile dolu bir hayata yönelmiştir. Üftâde’nin Hızır Dede ile kurduğu ilişki, sadece mürid-mürşid bağlamında değil, aynı zamanda toplumsal sınıf ve yaşam tecrübeleri arasındaki geçişkenliğin bir örneği olarak da okunmalıdır. Hızır Dede’nin ipekçilik mesleği üzerinden Üftâde’nin tahsiline destek sağlaması, maddî üretim ile manevî gelişimin bir arada yürütülebileceğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Aynı zamanda onun zahir-bütünlük ilişkisine verdiği önem, Üftâde'nin ilmî ve tasavvufî gelişiminin temelinde yer almıştır.

Üftâde Hazretleri’nin gençlik yıllarında Selçuk Hatun Mescidi İmamı Şeyh Muslihiddin Efendi’den temel dinî eğitim aldığı ve tasavvufa erken yaşta yönelmek istediği anlaşılmaktadır. Ancak Muslihiddin Efendi, her şeyin vaktine uygun gerçekleşmesi gerektiğini belirterek onu sabırla beklemeye teşvik etmiş, böylece zaman ve hâl kavramlarının tasavvufî eğitimdeki merkeziyetine dikkat çekmiştir. Bu dönem, Üftâde'nin içsel olgunlaşmasına zemin hazırlamış, ardından Meczub Abdal Mehmed Dede’nin cezbe neşesiyle tanışarak tasavvuf yolculuğuna adım atmasına vesile olmuştur. Bursa’daki camilerde ezan okurken sesiyle halkı derinden etkileyen Üftâde Hazretleri’ne müezzinlik görevi önerilmiş, ancak bir gece gördüğü rüyada kendisine Üftâde oldun hitabı yapıldıktan sonra bu tekliften vazgeçmiş ve istifa ederek istinkâf eylemiştir. Üftâde mahlasını da bu rüyadan sonra benimsemiş, anlam itibarıyla düşkün, boynu bükük, kabul etmeyen mânâlarına gelen bu kelime, onun zühd ve irfanla örülmüş hayatını simgeleyen sembolik bir kimlik halini almıştır.



Tasavvufî düşüncesinde ve uygulamalarında Halvetî gelenekten beslenmiş, zamanla Celvetiyye adı verilen irfan yolunun öncüsü hâline gelmiştir. Celvet, yalnızlığa çekilmekten sonra yeniden halkın arasına dönmeyi, mânevî eğitim sürecinin ardından hizmeti esas almayı, nefs terbiyesi ile donanmış bir dervişin topluma dönerek hakikati paylaşmasını ifade eden bir yöntemdir. Celvet yolunda yürümek, sükûttan sadâya, hicretten hitâba yönelmek anlamına gelmekte, bu yönüyle Halvetî anlayıştan ayrışarak toplumsal sorumluluk bilincini öne çıkarmaktadır. Üftâde’nin Gaybdan yevmi otuz akçe sözüyle ifade ettiği irfan anlayışı, tevekkül ile rızkın Allah tarafından tayin edileceği inancına yaslanmakta, kolaylık değil zahmet tercih edilerek hakikat yolunun meşakkatle örüldüğünü vurgulamaktadır.

Üftâde Hazretleri'nin Celvetiyye’ye kazandırdığı sistem, bir zikir düzeni yahut tarikat pratiği ve bir hayat nizamı sunmaktadır. Günlük hayatta uygulanan zikirler, istiğfarlar, salavatlar ve tevhidler ile birlikte, ibadet vakitleri arasına yerleştirilen nafile namazlar, evrad-ı celvetiyye duaları, oruç düzenleri ve ahlâkî hassasiyetler, bireyin ruhî terbiyesini süreklileştiren bir çerçeve sunmuştur. Devamlı abdestli olmak, her abdestten sonra iki rekât şükür namazı kılmak, tevbe ve inâbeye yönelmek, sünnete hassasiyetle bağlı kalmak, az yemek, az uyumak ve az konuşmak gibi ilkeler, Üftâde’nin tasavvufî ahlâk sistemini oluşturan temel esaslar arasında yer alır. Celvetin, kadim nurun zuhura erdiği noktada, halka karışarak Hakk’ı tebliğ etme sorumluluğuyla iç içe geçtiği bu anlayışta, müridin hem Rabbine hem topluma karşı vazifeleri hassasiyetle belirlenmiştir.

Mehmed Muhyiddin Üftâde Hazretleri, Osmanlı tasavvuf tarihinde manevî bir önder olarak, ilimle hikmeti, zühd ile hizmeti, sabır ile irşadı birleştiren bir şahsiyet olarak yer almış; Aziz Mahmud Hüdâî gibi büyük bir müridi yetiştirerek irfan mirasının sonraki kuşaklara ulaşmasını sağlamış, Bursa'nın manevi kimliğini şekillendiren temel isimlerden biri hâline gelmiştir. Onun öğretileri, sözden çok hâl ile aktarılmış, yaşadığı hayat, kaleme alınan eserlerden çok daha tesirli bir miras bırakmıştır.

 

HÛ DİYEN DERVİŞLERİN

dur cezbele­ri dervişlerin,
Hûdur izzetleri dervişlerin.
Hûdur sermâyesi dervişlerin,
Hû demek evrâdıdır dervişlerin.
Hû ile cümle merâtib kat‘ olur,
Rehberidir hû demek dervişlerin.
Görünür dost yolunun kapıları,
Çevre yânî nûr olur dervişlerin.
Mâsivâya bakmadan olur halâs,
Gönül gözü açılır dervişlerin.
Dost cemâlin görmeğe kâbil olur,
Vâsıl olur sırları dervişlerin.
Derdine derman dilersen dermend Üftâde sen,
Hizmetin et hû diyen dervişlerin.

 

Eski Türkçe / Tasavvufî Terimler ve Anlamları

Üftâde: Düşkün, boynu bükük, dünyaya yüz çevirmiş kişi. Tasavvufî anlamda kendini Allah yoluna adayan, nefsini terk eden kimsedir.

Zühd: Dünya nimetlerinden el çekmek, sade ve nefsanî arzulara kapılmayan yaşam biçimi.

Tasavvuf: Kalp ve ruhun arınması yoluyla Allah’a yakınlaşmayı hedefleyen İslâmî düşünce ve yaşam biçimi.

İrşad: Manevî rehberlik; doğru yolu gösterme, insanları hakikate yönlendirme.

Manevî: Ruhsal, fiziksel olmayan, içsel dünyaya ait.

Şehir tasavvuru: Osmanlı'da şehir anlayışının sadece yapılarla değil, ahlâkî düzen, vakıf sistemi, cami merkezli sosyal dokuyla bütünleşmiş hâli.

Rüya: Tasavvufta ilham, işaret veya Allah’tan gelen bir mesaj olarak kabul edilen düş hâli.

İrfan: Kalp yoluyla elde edilen derin bilgi; hikmet ve sezgiyle kavranan hakikat.

Pedagojik: Eğitimle ilgili. Tasavvufta çocuğun manevî terbiyesinde kullanılan yöntemleri de kapsar.

Zihinsel açıklık: Bilgiye ve hakikate açık olma hâli; anlayış kabiliyetinin yüksek oluşu.

İrfanî alımlayıcılık: Kalbin sezgiyle hakikati kavrama gücü.

Tasavvuf yolu: Allah’a ulaşmak için nefsi arındırma esasına dayalı manevî yolculuk.

Mürşid: Manevî rehber; dervişi Allah’a ulaştırmak üzere eğiten kişi.

Mürid: Manevî yola giren, mürşide tabi olan kişi.

Zahir: Dış görünüş, maddi boyut. Tasavvufta iç âlemin karşıtı olarak kullanılır.

Bütünlük: Zahir (dış) ve bâtın (iç) yönlerin uyumlu olması.

İlim: Bilgi; tasavvufta hem şer’î (dînî) hem de bâtınî (içsel) bilgiyi kapsar.

İpekçilik: Burada mecaz olarak kullanılmış; dünyevî mesleklerle manevî gelişimin birlikte sürdürülebileceğini ima eder.

Cezbe: İlahi aşk ve coşku hâli; Allah’ın cezbedici kudretiyle kulun kendinden geçmesi.

Neşe: Coşku, iç huzuru; ruhsal bir sevinç durumu.

Meczub: Allah aşkıyla kendinden geçmiş, dıştan bakıldığında aklını yitirmiş gibi görünen fakat içten Allah’a yakın biri.

İstinkâf: Dünyevî görevlerden veya makamlardan kendi isteğiyle el çekme.

Mahlas: Takma ad; tasavvuf ehlinin manevî kimliğini simgeleyen ad.

Halvetî: Tasavvufun bir kolu; inzivaya çekilerek Allah’a yönelmeyi temel alır.

Celvetiyye: Halvetin ardından tekrar halka karışmayı, toplum içinde Hakk’ı yaşamayı esas alan tasavvuf yolu.

Celvet: Yalnızlıktan sonra tekrar topluma dönerek hizmet etme hâli.

Sükût: Sessizlik, konuşmaktan kaçınma; içe yöneliş.

Sadâ: Ses, yankı; burada ilahî hakikatin dile gelişi.

Hicret: Terk etme, ayrılma; tasavvufta dünyayı bırakıp hakikate yönelme.

Hitâb: Seslenme, davet etme; bazen Allah’ın kuluna ilhamıdır.

Tevekkül: Allah’a tam güvenme, sonucu O’na bırakma.

Meşakkat: Zorluk, çile; manevî kemale ermenin yolu olarak görülür.

Zikir: Allah’ı anmak; sözlü ya da kalben yapılan ibadet.

İstiğfar: Allah’tan af dilemek.

Salavat: Peygamber Efendimiz’e dua ve selam getirmek.

Tevhid: Allah’ın birliğini dile getirme, Lâ ilâhe illallah inancıyla yaşama.

Evrad-ı Celvetiyye: Celvetî tarikatında düzenli olarak yapılan zikir ve dualar.

Nafile namaz: Farz olmayan, fazladan kılınan sevap amaçlı namaz.

İnâbe: Gönülden Allah’a yönelme, samimi dönüş.

Tevbe: Günahlarından pişman olup Allah’a dönme.

Sünnet: Peygamber Efendimiz’in söz, fiil ve onaylarından oluşan uygulamalar.

Ruhî terbiye: Nefsi arındırarak kalbi temizlemek ve Allah’a yakınlaştırmak.

İlim: Hem dünyevî hem manevî bilgiyi kapsayan öğrenme süreci.

Hikmet: Derin anlayış, Allah’ın işlerinde gizli olan sırları kavrama hali.

Hâl: Kalpte meydana gelen manevî durum; tasavvufî tecrübe.

İrfan mirası: Nesilden nesile aktarılan derin bilgi ve hakikat anlayışı.

Gaybdan yevmi otuz akçe: Allah’ın görünmeyen lütfu ile rızkın geleceğine dair tevekkül içeren veciz bir ifade.

: O anlamına gelen ve Allah’ı ifade eden zikir kelimesi.

Hûdur: Allah’ın huzurunda olma, manevî hazır bulunuş hâli.

İzzet: Yücelik, Allah’a mahsus şeref ve vakar.

Sermâye: Asıl kazanç; dervişin manevî yolculuktaki dayanağı.

Evrâd: Düzenli okunması gereken dua ve zikirler.

Merâtib: Manevî dereceler, seyr ü sülûkteki basamaklar.

Rehber: Mürşid, yol gösterici.

Çevre: Tasavvufta nurla çevrelenen hâl veya manevi atmosfer.

Nûr: İlahi ışık, aydınlanma.

Mâsivâ: Allah’tan başka her şey; tasavvufta dünyevî bağlardan kurtulma amacıyla terk edilmesi gerekenler.

Halâs: Kurtuluş, arınma.

Gönül gözü: Manevî sezgi; kalbin hakikati görmesi.

Dost: Allah’ın sıfatlarından biri; tasavvufta Hakk’ın kendisi.

Cemâl: İlahi güzellik; Allah’ın lütuf yönü.

Vâsıl: Allah’a ulaşan, seyr ü sülûk yolunu tamamlayan kişi.

Sır: Derin, gizli ilahi hakikat.

Dermend: Dertli, yardıma muhtaç; Allah’a muhtaç olduğunu bilen kul.

Hizmet: Allah ve insanlık yolunda yapılan her türlü gönüllü ve samimi çalışma.

 

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...