Yusuf Akçura ve Üç Tarz-ı Siyaset: İmparatorluktan Ulus-Devlete Geçişin Düşünsel İnşası
Yusuf Akçura, 1876’da
Rusya İmparatorluğu’nda, Simbir (bugünkü Ulyanovsk) yakınlarında doğdu. Kırım
Tatar kökenli aristokrat bir aileden geliyordu. Küçük yaşta babasını kaybetti,
annesiyle İstanbul’a geldi ve Osmanlı askeri okullarında eğitim aldı. Harbiye
yıllarında milliyet fikri ile tanıştı; fakat bu düşünceleri nedeniyle
“ayrılıkçı faaliyet” suçlamasıyla Fizan’a sürüldü. Osmanlı’ya bağlı ama eleştirebilen bir bilinç kazandı. Sürgünden
kurtulduktan sonra Paris’e giderek Siyasal Bilgiler Okulu’nu bitirdi. Burada
modern tarih, sosyoloji ve siyaset biliminin yöntemlerini öğrendi. Tezinde
Osmanlı kurumlarını ele aldı; bu, onun artık Osmanlı sistemine bilimsel
mesafeden bakmaya başladığı andır. 1903’te Kazan’a döndü, öğretmenlik yaptı ve
milliyetçi fikirlerini yazıya döktü. 1904’te yayımlanan “Üç Tarz-ı
Siyaset” adlı makalesiyle Türk düşünce tarihinde bir dönüm noktası yarattı. Bu
makale Osmanlı’nın geleceği için üç siyasî yolu karşılaştırıyordu: Osmanlıcılık,
İslamcılık ve Türkçülük. 1908’de II. Meşrutiyet sonrası İstanbul’a geldi. Türk
Derneği, Türk Yurdu ve Türk Ocağı gibi kurumları kurarak Türkçülüğü örgütlü bir
fikir hâline getirdi. Cumhuriyet döneminde profesör, milletvekili ve Türk Tarih
Kurumu’nun kurucusu oldu. 1935’te vefat etti. Hayatı boyunca Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e uzanan fikrî dönüşümün en bilinçli ve sistematik temsilcisi oldu.
Yusuf Akçura, üç siyaset
anlayışının (Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük) uygulanabilirlik ve fayda
bakımından değerlendirmesine, fayda kavramını tanımlayarak başlar.
Ona göre siyaset, soyut idealler üzerine değil, somut toplumsal menfaat üzerine
kurulmalıdır. Her topluluk kendi varlığını koruma içgüdüsüyle hareket eder. Akçura
bu düşünceden yola çıkarak temel bir soru yöneltir: Osmanlı Devleti kimin
menfaatini esas almalıdır; Müslümanların mı, Türklerin mi, yoksa imparatorlukta
yaşayan tüm halkların mı? Bu tartışma, Akçura’nın soyut insanlık faydasından
Osmanlı toplumsal gerçekliğine geçişini simgeler. Ona göre Osmanlı Devleti’nin
menfaati genel olarak Türk ve Müslüman unsurların menfaatine aykırı değildir;
zira devletin güçlenmesi, onların da güçlenmesidir. Ancak İslam’ın çıkarı,
gayrimüslim tebaaya zarar verir; Türklüğün çıkarı ise, Müslüman olmayan
halkların ayrışmasına neden olur. Bu nedenle Osmanlı, İslam ve Türk
unsurlarının faydaları tam olarak örtüşmez.
Akçura, bu gerilimin en
açık biçimde Osmanlıcılık siyaseti içinde ortaya çıktığını söyler.
Osmanlıcılık, imparatorlukta yaşayan farklı milletleri (Türk, Arap, Rum,
Ermeni, Yahudi vb.) tek bir “Osmanlı milleti” hâline getirerek din ve ırk
farklarını ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Tanzimat dönemiyle birlikte
“müsavat” (eşitlik), “hürriyet” (özgürlük) ve “vatandaşlık” kavramları Batı’dan
alınmış, bu fikirlerle desteklenmiştir. Ancak uygulamada başarısız olmuştur.
Müslüman halk, gayrimüslimlerle eşit olmayı dini gerekçelerle reddetmiş;
gayrimüslim tebaa ise bu eşitliği samimi bulmamıştır. Eşitlik ilkesi kâğıt
üzerinde kalmış, pratikte sınıfsal ve inançsal ayrılıklar sürmüştür. Avrupa
devletleri bu süreci daha da zorlaştırmıştır. Fransa, İngiltere ve Rusya,
Osmanlı’daki azınlıkları himaye bahanesiyle kışkırtmış; Rusya, özellikle
Balkanlar’daki Ortodoks toplulukları Slav birliği fikriyle Osmanlı’ya karşı
örgütlemiştir. Avrupa kamuoyu ise Osmanlı’yı “geri kalmış doğulu” olarak
damgalayıp Hristiyan unsurlar lehine siyasî müdahalelerde bulunmuştur. Akçura,
bu koşullar altında Osmanlıcılığın iyi niyetli ama uygulanamaz bir hayal olduğunu ifade eder. Halkın çıkarları birbiriyle çeliştiği için Osmanlı milleti
fikri başarısızlığa mahkûm olmuştur.
Osmanlıcılığın çöküşünden
sonra Akçura, ikinci siyaset anlayışı olan İslamcılığı inceler.
Bu fikir Osmanlı Devleti’nin kurtuluşunu tüm Müslümanların birliğiyle
sağlamayı hedefler. İslam birliği; Türk, Arap, Fars, Hintli ve Afrikalı
Müslümanların ümmet bilinci altında birleşmesini öngörür. Ancak Akçura bu
düşüncenin tarihsel olarak ideal, fakat pratikte imkânsız olduğunu belirtir.
İslam dünyasında mezhep ayrılıkları (Sünni-Şii), milliyet farklılıkları (Arap,
Fars, Türk) ve dil bölünmeleri birliğe engel teşkil eder. Tarihsel örneklerle
açıklayan Akçura, Hz. Muhammed’in vefatından sonra Emevî-Abbasî rekabetinin
İslam birliğini zedelediğini, hilafetin ise zamanla dinî anlamını yitirip
siyasî bir güç aracına dönüştüğünü hatırlatır. Ayrıca Batılı devletler,
birleşmiş bir İslam dünyasının kendi sömürge çıkarlarına tehdit oluşturacağını
düşündüklerinden bu birliğe daima karşı çıkmıştır. Bu sebeple, İslamcılık
“fikren asil ama siyaseten imkânsız” bir proje olarak kalır. Akçura, hilafetin
sembolik gücünün Osmanlı toplumunda hâlen canlı olduğunu da teslim eder.
Osmanlı Türkleri hilafeti manevî bir merkez olarak görmektedir; ancak bu inanç
siyasî birlik kurmak için yeterli değildir. Çünkü Hristiyan devletlerin nüfuzu
altındaki Müslüman halklar, hilafete bağlılığın bağımsızlıklarını tehlikeye
atacağı korkusunu taşımaktadır. Akçura, bu durumu “duygusal bir sadakat ile
siyasî gerçeklik arasındaki çelişki” olarak yorumlar. İslam birliği, tarihsel
hafızada bir ideal olarak yaşamaya devam etse de, modern dönemde uluslararası
baskılar ve iç farklılıklar nedeniyle uygulanabilir bir strateji olmaktan
uzaktır.
Akçura üçüncü fikir
olarak Türkçülüğü ele alır. Bu siyaset, Osmanlı’daki ve
dünyadaki bütün Türklerin birleşmesi fikrini savunur.
Akçura’ya göre Osmanlı Türkleri hem Müslümandır hem de imparatorluğun kurucu
unsurudur. Dolayısıyla Türklerin birleşmesi, hem imparatorluğun iç dayanıklılığını
artıracak hem de İslam dünyasında bir merkez kuvvet yaratacaktır. Türklerin
büyük kısmı Asya’nın ortasından Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafyaya
yayılmıştır; bu nedenle Türk birliği kurulabilirse, dünya siyasetinde güçlü bir
blok doğacaktır. Osmanlı Devleti bu birliğin öncüsü olabilir; tıpkı Japonya’nın
Asya’daki modernleşme liderliği gibi, “lider Türk devleti” rolünü üstlenebilir.
Bununla birlikte Akçura, Türkçülüğün tarihsel zayıflıklarını da teslim eder.
Türklerde milliyet bilinci yenidir; Batı etkisiyle ancak 19. yüzyılın
sonlarında gelişmeye başlamıştır. Ümmet anlayışının hâkim olduğu bir toplumda
milliyet fikri köklü değildir. Ayrıca Türk halkları coğrafi olarak dağılmış,
kültürel olarak parçalanmış ve tarihsel bağlarını büyük ölçüde unutmuştur. Bu
nedenle Akçura, Türkçülüğü bir “potansiyel proje”, yani geleceğe dönük bir
yönelim olarak değerlendirir. Henüz bir devlet ideolojisi değildir, ancak
modernleşme sürecinin kaçınılmaz istikameti budur. Akçura’ya göre din, artık
milletleri birleştiren değildir, onları tanımlayan bir faktördür. Dinin yerini
milliyet almıştır: “Zamanımızda dinler, milletlerin birleşmesinden vazgeçerek
kabilelerin, ırkların rabıtası hâline geçiyor.” Bu gözlem, onun laikleşme
eğilimini ve erken ulus-devlet düşüncesine yaklaşımını gösterir. Türk birliği idealinin önünde dış engeller
bulunur. Rusya, kendi Türk kökenli Müslüman tebaasının milliyet bilinci
kazanmasından korkar; Avrupa devletleri ise Pan-Türkizmin Doğu’da yeni bir güç
merkezi yaratmasından endişe eder. Bu yüzden Türk birliği kısa vadede siyasî
olarak değil, kültürel düzeyde gerçekleşebilir. Akçura, Türkçülüğün dinle
çelişmediğini, aksine İslamiyet’le paralel biçimde gelişebileceğini savunur.
Türkçülük, Osmanlı’nın modernleşmesi için tek rasyonel yol olarak
görünmektedir. Akçura, üç siyasetin genel bilançosunu şöyle kurar: Osmanlıcılık:
iyi niyetli ama imkânsızdır. İslamcılık: duygusal ama siyaseten zayıftır. Türkçülük:
genç, fakat tarihsel olarak kaçınılmaz bir yönelimdir.
Karşıt Görüş: Cevabımız ve Ahmet Ferid’in Eleştirisi
Akçura’nın makalesi dönemin Osmanlı aydınları arasında büyük ses uyandırdı. Karşıt görüşteki yazarlar, özellikle Ahmet Ferid (Ali Kemal’le birlikte), Üç Tarz-ı Siyaset’e “Cevabımız” başlığıyla yanıt verdiler. Bu cevaplarda üç temel eleştiri öne çıkar: Osmanlılık zaten fiilen vardır. Akçura’nın Osmanlıcılığı “çökmüş” göstermesi yanlıştır. Osmanlı kimliği, Kanûn-ı Esâsî ve devletin resmi dili (Türkçe) ile zaten varlığını sürdürmektedir. Osmanlı milleti mevcut bir gerçekliktir. Tarih şemalara sığmaz. Ahmet Ferid, Akçura’yı “tarihi soyut sınıflara ayırmakla” suçlar. Ona göre tarih, Akçura’nın yaptığı gibi cetvellerle ölçülmez; tecrübe, ahlak ve maneviyatla anlaşılır. Bu, pozitivist bir tarih anlayışına karşı Osmanlı muhafazakâr epistemolojisinin savunusudur. Milliyetçilik tehlikelidir. Osmanlı’nın bekası manevî birliktedir. Türkçülük veya İslamcılık bu birliği bozar. Ahmet Ferid, “Osmanlı siyaseti fiiliyattır, hayattır.” diyerek Osmanlıcılığı pragmatik, yaşayan bir sistem olarak savunur. Türkçülük ise geleceğin ideali olabilir ama bugünün gerçekliği değildir. Bu tartışma iki dünya görüşü arasındaki çatışmadır: Bir yanda modern ulus fikrine yönelen Akçura, öte yanda imparatorluk düzenini korumak isteyen Osmanlı muhafazakârları vardır.
Yusuf Akçura’nın Üç
Tarz-ı Siyaset’i, Osmanlı düşünce tarihinin yalnızca bir ideolojik
tartışması değil, bir zihinsel kopuşun manifestosudur. Akçura’nın
yazısı, dağılmakta olan bir imparatorluğun kimlik krizini tarihsel bir
gerçeklik olarak ele alır. O, Osmanlı’nın artık “devletin bekası” ile “milletin
varlığı” arasında bir tercih yapmak zorunda olduğunu fark eden ilk aydınlardan
biridir. Akçura için mesele devleti ayakta tutacak geçici çözümler bulmak
değildir, devletin dayandığı varlık zeminini yeniden kurmaktır. Osmanlıcılığın
çok uluslu hoşgörüsünün çağ dışı kaldığını, İslamcılığın ise siyasal
gerçeklikten ziyade bir manevî bağ olarak işlev görebileceğini söyler. Bu
analiz, Akçura’yı Batı’daki tarihsel determinizmle buluşturur: çağ artık ulus-devletlerin
çağıdır. Milliyet fikri, bir tercihten çok bir zorunluluktur. Bu yüzden o,
Türkçülüğü Osmanlı’nın içinden doğan yeni bir varoluş biçimi, bir “siyasal
kimlik devrimi” olarak görür. Akçura duygusal sadakat yerine tarihsel farkındalığı, imparatorluk
sadakati yerine ulus bilincini savunur.
Ona yöneltilen
eleştiriler; özellikle Ahmet Ferid’in “devlet sadakati” vurgusu, Osmanlı
düşüncesinin son savunma refleksidir. Ferid, devletin sürekliliğini yüceltir;
ona göre Osmanlı’nın gücü çoklu kimliğinde, geleneksel itaate dayalı
düzenindedir. Akçura’nın bakışındaysa bu çokluk artık bir zaaf haline
gelmiştir. O, devleti kurtarmanın yolunu geleceği örgütlemekte görür.
Akçura’nın Türkçülüğü, imparatorluğun tarihsel mirasının modern biçimde yeniden doğuşuna yöneliktir. Tarih nihayetinde onun bu öngörüsünü doğrular: birkaç yıl sonra Osmanlı’nın enkazı üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti, Akçura’nın teorik düzlemde kurduğu ulus-devlet modelinin somut biçimidir.
