Orhan Gazi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orhan Gazi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2025 Cumartesi

Bir İnanç Merkezinin Uzun Tarihi: İznik’te Konsiller, Osmanlı Dönüşümü ve Papa Leo XIV Ziyareti

Birinci Haçlı Seferi ve İznik Kuşatması: Anadolu’da Karşılaşan İki Dünya

1095 yılında Papa II. Urbanus’un Clermont’da yaptığı ünlü çağrı, Avrupa’nın dağınık siyasi yapısını ortak bir dinsel hedef etrafında birleştirerek tarihe “Birinci Haçlı Seferi” olarak geçecek büyük hareketi başlattı. II. Urbanus'un çağrısı görünürde Bizans İmparatoru I. Aleksios Komnenos’un Selçuklu ilerleyişi karşısında yardım talebine yanıt niteliği taşıyordu, dönemin Avrupa toplumunda dinsel heyecan, ekonomik beklentiler ve toplumsal huzursuzlukla birleşerek çok daha geniş kapsamlı bir seferberliğe dönüştü.

Papa’nın çağrısının ardından Anadolu’ya ulaşan ilk gruplar, düzenli bir ordu niteliği taşımayan ve tarih literatüründe “Halk Haçlıları” olarak anılan düzensiz kitlelerdi. Keşiş Pierre (Peter the Hermit) öncülüğünde İstanbul’a gelen bu kalabalıklar, disiplin ve savaş tecrübesi bakımından yetersiz oldukları için Bizans tarafından bir an önce Anadolu’ya geçirilmiş, burada da Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan’ın kuvvetleri tarafından kısa sürede imha edilmişlerdir. Bu ilk girişim Haçlı hareketinin askeri niteliğini henüz ortaya koymamış olsa da, Anadolu’nun Haçlı seferleri açısından ne denli kritik bir coğrafya olacağını açık şekilde göstermiştir.

1097 yılına gelindiğinde ise Avrupa’nın soylu sınıfı tarafından oluşturulan asıl Haçlı ordusu İstanbul’a ulaşmıştır. Güney Fransa’dan Normandiya’ya, Alman prensliklerinden İtalya’ya kadar geniş bir coğrafyanın seçkin birliklerinden oluşan bu ordu, Orta Çağ’ın en büyük askeri koalisyonlarından birini temsil eder. Bizans İmparatoru Haçlı ordularını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek amacıyla onlardan yemin alarak Anadolu’ya geçirmiş ve ilk hedef olarak Selçuklu başkenti İznik’i göstermiştir.

İznik o tarihte Anadolu Selçuklu Devleti’nin siyasal ve idari merkezidir. Ancak Haçlı ordusu İznik önlerine ulaştığında Sultan I. Kılıç Arslan şehirde değildir; Danişmentliler'le mücadele için doğuya gitmiş, şehrin savunmasını ise sınırlı bir kuvvete bırakmıştır. Haçlı birlikleri karadan kuşatma düzenlerken, Bizans donanmasının İznik Gölü’ne gemi indirmesiyle şehir tamamen çevrilmiş ve Selçuklu garnizonu nefessiz bırakılmıştır. Kılıç Arslan geri dönerek Haçlı ordusuyla açık bir meydan savaşına girişmiş, ancak ağır kayıplar nedeniyle geri çekilmek zorunda kalmıştır.

İznik 1097’de düşmüş, fakat bu düşüş Haçlıların beklediği gibi olmamıştır. Bizans, Haçlılarla yaptığı gizli anlaşma gereği şehri bizzat teslim almış; böylece Haçlı güçleri İznik’i fethettiklerini düşünürken şehir surlarına Bizans bayrağı çekilmiştir. Bu durum Bizans-Haçlı ilişkilerinde ilk büyük güvensizliği oluşturmuş, sonraki yıllarda yaşanacak çok daha derin siyasal çatışmaların zeminini hazırlamıştır.

İznik’in kaybı Anadolu Selçuklu Devleti için stratejik bir dönüm noktasıdır. Sultan Kılıç Arslan, bundan sonra büyük meydan savaşlarından kaçınarak Haçlıları Anadolu’nun iç hatlarında yıpratma stratejisi benimser. Nitekim Haçlı ordusu İznik’ten sonra Eskişehir yakınlarında Dorylaion’da Selçuklu akınlarıyla karşılaşmış, ciddi kayıplar vermiş ancak ilerleyişini tamamen durdurmamıştır. Buna rağmen Kılıç Arslan’ın uyguladığı hareketli harp taktiği, Haçlıların Anadolu içlerinde zorlanmasına ve ilerleyişlerinin yavaşlamasına neden olmuştur.

Birinci Haçlı Seferi’nin erken aşaması, böylece İznik’te iki farklı dünyanın karşılaşmasına neden olmuştur: Avrupa feodalitesinin dinsel amaçlarla seferber ettiği devasa bir askeri koalisyon ile Orta Anadolu’ya kök salmış dinamik Selçuklu siyasi yapısı. 

İznik’in düşüşü yalnızca bir şehrin kaybı değildir, Haçlı seferlerinin sonraki seyri açısından da belirleyici bir başlangıç noktasıdır. Hem Anadolu’nun askeri dengelerini hem de Bizans-Haçlı ilişkilerinin geleceğini belirleyen bu kuşatma, Haçlı seferleri tarihinin merkezî olaylarından biri olarak tarihteki yerini almıştır.

Birinci İznik Konsili (M.S. 325)

Birinci konsil, Roma İmparatoru Büyük Konstantin tarafından, imparatorluk içinde hızla yayılan Hristiyan topluluklar arasında ortaya çıkan derin inanç ayrılıklarını çözmek amacıyla toplanır. 19 Haziran 325’te İznik’te başlayan bu toplantı, Hristiyanlık tarihinin ilk büyük evrensel konsili olarak kabul edilir.

Konsilin toplanmasının temel nedeni, İskenderiyeli papaz Arius’un savunduğu görüşlerdir. Arius, İsa Mesih’in Tanrı olmadığını, Tanrı’nın yarattığı üstün bir kul olduğunu iddia ediyordur. “Arianizm” olarak bilinen bu öğreti, özellikle Doğu eyaletlerinde geniş bir taraftar kitlesi bularak kiliseyi neredeyse ikiye bölmüştür. Yoğun tartışmaların ardından konsil, İsa’nın Tanrı’dan Tanrı, nurdan nur olduğu; doğurulmuş fakat yaratılmamış bulunduğu ve Baba Tanrı ile aynı özden (homoousios) geldiği yönündeki inancı resmen kabul etmiştir. Böylece Arius’un öğretileri reddedilir ve sapkın ilan edilir.

Bugün “İznik Akidesi” (Nicene Creed) olarak bilinen bu inanç bildirgesi, Hristiyan teolojisinin temelini oluşturan teslis inancının en kritik ayağını belirlemiştir. Kutsal Ruh’un Tanrılığı ise daha sonra, 381 yılında toplanan Birinci Konstantinopolis Konsili ile doktrinel kesinlik kazanmıştır. Ancak Hristiyanlık inanç sisteminin omurgasını oluşturan asıl karar İznik’te verilmiştir.

İkinci İznik Konsili (M.S. 787)

Birinci konsilden yaklaşık dört buçuk yüzyıl sonra Hristiyan dünyası bu kez ikonların kullanımına ilişkin derin bir teolojik krizle karşı karşıya kalır. “İkonoklazm” (ikon düşmanlığı) olarak bilinen bu tartışmada bazı Bizans imparatorları ve din adamları, ikonların putperestlik tehlikesi taşıdığını savunarak bunların yasaklanmasını istemektedir. Buna karşı çıkanlar ise ikonların Tanrı’nın görünmezliğini temsil etmediğini, kutsalların örnekliğini hatırlattığını ve inancı beslediğini dile getiriyordur.

787 yılında Bizans İmparatoriçesi İrene tarafından İznik’te toplanan İkinci Konsil, bu krizi çözümlemiştir. İznik Ayasofya Kilisesi’nde yapılan oturumlarda ikonların ibadethanelerde kullanılmasının doğru ve meşru olduğu karara bağlanmıştır. Bu karar özellikle Ortodoks dünyasında ikon sanatının gelişmesine büyük bir ivme kazandırmıştır.

İznik’in Osmanlı Hakimiyetine Geçişi: Selçuklu Sonrası Güç Boşluğundan Orhan Gazi’nin Fetih Stratejisine Uzanan Süreç

1097’de Birinci Haçlı Seferi sırasında Selçuklu hâkimiyetinden koparılan İznik, Bizans’ın Anadolu’daki en önemli savunma merkezlerinden biri hâline gelmiş ve yaklaşık iki buçuk yüzyıl boyunca Türk siyasi varlığının batıya doğru ilerleyişinde büyük bir engel olmuştur. Ancak 13. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğol baskısı ve iç karışıklıklar sonucu fiilen dağılması, bölgede belirgin bir siyasi boşluk yaratmış; bu boşluk Bizans’ın zayıflayan askerî yapısıyla birleşerek Osmanlı Beyliği’nin yükselişine elverişli bir ortam oluşturmuştur. Osman Gazi’nin Söğüt-Domaniç hattında kurduğu uç beyliği, Bizans sınırına yaslanan konumu ve gazâ ideolojisiyle kısa sürede etkili bir güç odağı hâline gelmiş, Bizans’ın Anadolu’daki şehirleri ise destekten yoksun, dağınık ve savunmasız bir görüntü arz etmeye başlamıştır.

Osman Gazi’nin İznik’e yönelik stratejisi doğrudan kuşatma değildir, şehrin çevresini kontrol altına alarak ekonomik ve askerî bağlantılarını kesmek şeklinde gelişmiştir. 1301’de gerçekleşen Koyunhisar Savaşı, bu stratejinin dönüm noktasıdır; Bizans kuvvetlerinin bu savaşta yenilmesi, hem Marmara iç bölgesinin Osmanlı baskısına açılmasına hem de İznik’in dışarıyla olan irtibatının zayıflamasına yol açmıştır. İznik bu tarihten itibaren Osmanlı hâkimiyet alanı ile Bizans savunma hattı arasında sıkışmış, dışarıdan yardım alma imkânı giderek azalmıştır. Osman Gazi döneminde tam bir kuşatma uygulanmasa da, şehrin kaynaklarını tüketen ve manevra alanını daraltan bir baskı politikası izlenmiştir.

İznik’in kaderini ise Orhan Gazi belirlemiştir. 1320’lerden itibaren Orhan Gazi, şehri doğrudan ele geçirmek için uzun süreli ve sistematik bir kuşatma politikasına yönelmiştir. Osmanlıların henüz büyük çaplı kuşatma makinelerine sahip olmaması, İznik gibi güçlü surlarla korunan bir şehre ani bir saldırı yapılmasını imkânsız kılıyordu. Bu nedenle Orhan Gazi, şehir çevresindeki köy ve kaleleri sırayla ele geçirerek İznik’in ikmal yollarını tamamen kesmiş, ticaret ve gıda akışını durdurmuş, Bizans’ın şehre asker göndermesini neredeyse imkânsız hâle getirmiştir. Bu yöntem tarihçilerin “boğma kuşatması” olarak tanımladığı bir stratejidir: doğrudan yıkım yerine, düşmanın yıllar içinde direnç kaybetmesini sağlayan, şehrin kendi iç dinamikleriyle çökmesine yol açan bir yıpratma politikası.

Yaklaşık on yıl süren bu kuşatma sonucunda İznik, direnecek gücü kalmadığı için 1331 yılında Orhan Gazi’ye teslim olmuştur. Osmanlı hakimiyetine geçiş süreci dikkat çekicidir; şehir yağmalanmamış, halkın güvenliği sağlanmış, Bizans döneminin idarî yapısı Osmanlı sistemine uyarlanarak büyük bir sarsıntı yaşanmamıştır. Şehrin en önemli yapılarından biri olan İznik Ayasofya Kilisesi camiye çevrilmiş ve böylece hem fetih sembolik olarak pekiştirilmiş hem de şehrin yeni kültürel kimliği belirginleştirilmiştir. İznik’in Osmanlı’ya katılması, Bizans’ın Anadolu’daki son güçlü direniş noktalarından birinin düşmesi anlamına gelmiştir. İznik'in fethi Osmanlı Beyliği’nin artık bölgesel bir uç gücü olmaktan çıkarak devletleşme sürecine girdiğini gösteren en önemli dönüm noktalarından biridir. İznik’in ve Bursa’nın alınması, Osmanlı’nın Marmara havzasında siyasî ve askerî hâkimiyet kurmasını tamamlamış ve beylikten devlete geçişin kapılarını açmıştır.

Papa Ziyaretleri ve İznik’in Modern Dönemdeki Sembolik Anlamı

Günümüzde Papa’nın yurtdışı seyahatleri, uluslararası diplomasi, kültürel miras politikaları ve küresel medyanın yoğun ilgisini çeken sembolik adımlar olarak değerlendirilmektedir. 2025 yılında Papa Leo XIV’in Türkiye ziyareti de bu bağlamda dünya basınında geniş yer bulmuştur. Bu ziyaretin Türkiye açısından taşıdığı tarihsel anlamın merkezinde, Hristiyanlığın kurumsal inanç sistemini şekillendiren Birinci İznik Konsili’nin 1700. yılı bulunmaktadır.

Papa’nın İznik’e gitmesi, hem bu konsilin anılması hem de Hristiyan dünyasının ortak tarihine vurgu yapılması bakımından dikkat çekici bir sembolik değere sahiptir. Ziyaretin tarihlerinin, Haçlı Seferleri’nin başlangıcıyla aynı güne denk gelmesi bazı çevrelerde tartışmalara yol açmış olsa da Vatikan’ın resmî açıklamaları, programın İznik Konsili’nin yıl dönümüne göre planlandığını bildirmektedir. 

***

İznik’in modern dönemde yeniden görünür hâle gelen sembolik değeri, şehrin hem Hristiyanlık hem de İslam tarihi açısından taşıdığı mirasla yakından ilişkilidir. Papa’nın İznik’e yaptığı ziyaret sırasında “sembolik olarak hac yapmış sayılması”, aslında bu kadim şehrin Hristiyan dünyasında nasıl bir kutsal merkez olarak algılandığını açıkça gösterir. Çünkü İznik Birinci ve İkinci Konsiller’in toplandığı yer olması bakımından Hristiyan teolojisinin omurgasını oluşturan inançların belirlendiği mekândır. Bu yüzden buraya gelen Hristiyan ziyaretçiler -Papa olsun, sıradan bir Katolik ya da Ortodoks olsun- şehrin taşıdığı ruhani sürekliliği “hac” duygusuyla özdeşleştirir. İznik Ayasofyası’nı ziyaret eden bazı Hristiyanların kendilerini “hacı” sayması, bu derin tarihsel hafızanın folklorik bir yansımasıdır. Bu durum İznik halkı için yeni değildir; şehrin yüzyıllardır yabancı hacıları, gezginleri, dinî merak sahiplerini ağırlamaya alışık olması, toplumda doğal bir kabul yaratmıştır. Ekonomik canlılık, alışveriş, turistik hareketlilik ve ziyaretçilerin şehre bıraktığı güzel izler, İznik halkının bu karşılaşmalardan memnuniyet duymasına da neden olmuştur. Aynı zamanda Ayasofya’nın günümüzde hem cami işlevini sürdüren bir bölümü hem de ziyarete açık tarihî kısmıyla korunması, şehrin kadim geçmişine gösterilen saygının bir ifadesidir. Bazı kişilerin “kilise bölümü korunmalı” düşüncesiyle, diğerlerinin “tamamen cami olmalı” görüşü arasındaki farklılıklar da İznik’in uzun tarihler boyunca birleştirdiği inanç çeşitliliğinin doğal sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bugün Ayasofya’nın bir kısmında namaz kılınması, geri kalan bölümlerin ise ziyaretçilere açık tutulması bu tarihî mirası dengeleyen bir çözüm olarak şekillenmiştir. İznik iki büyük dinin hafızasını bir arada taşıyan, geçmişin ruhunu bugünün ihtiyaçlarıyla buluşturan bir şehir olarak yaşamaya devam etmektedir. 

***

İznik’in kurtuluş günüyle Papa’nın ziyaretinin aynı güne denk gelmesi toplumda rahatsızlık yaratmışsa ve insanlar Papa’nın bunu bilinçli bir meydan okuma, bir “Hristiyan sembolik üstünlük gösterisi” olarak okumuşsa, bu tepki aslında Türk-İslam dünyasının yüzyıllardır geliştirdiği tarihsel hafıza refleksinin bir devamıdır. Çünkü bu coğrafyada semboller hiçbir zaman etkisiz olmadı; Haçlı Seferleri’nden Moğol istilalarına, Balkan savaşlarından modern diplomasiye kadar dış aktörlerin faaliyetleri ve her tarihsel göndermesi hassasiyetle izlenir. Eğer Papa gerçekten art niyetle, Batı’nın Orta Doğu projelerine uyumlu bir mesaj vermek istiyorsa, bu Türkiye açısından sembolik, jeopolitik bir meydan okuma sayılır. Böyle bir durumda Türk devlet geleneği devlet ağırlığını devreye sokmalıdır. Selçuklular da, Osmanlı da dış güçlerin dini-siyasi hamlelerine karşı aynı yöntemi benimsemiştir. Bu tavır bazen diplomatik bir uyarı, bazen bir ittifak manevrası, bazen de iç politikada güçlü bir birlik çağrısıdır. Aynı mantık bugün de geçerlidir. Türkiye’nin yapacağı şey, Papa’nın gelişini bir tehdit seviyesine yükseltmeden, ama hafife almadan, kendi tarih bilinciyle yorumlamak ve karşı dengeyi kurmaktır. Eğer ziyaret ABD merkezli daha büyük bir projenin parçası olarak görülüyorsa, Türkiye’nin cevabı da bu projenin hedeflerini boşa çıkaracak şekilde olmalıdır: bölgesel ittifakları güçlendirmek, kendi tarihsel kimliğini ve kültürel egemenliğini daha görünür kılmak, toplumda panik değil bilinçli direnç oluşturmaktır.

Papa’nın İznik’e gelişi görünüşte tamamen dinî bir ziyaret gibi sunulsa bile, bu tür sembolik adımların çoğu zaman yalnızca dinle ilgili olmadığını; arkasında siyasi mesajlar, bölgesel hesaplar ve büyük güçlerin stratejik projeleri olabileceğini gözden kaçırmamak gerekir. Bu yüzden yapılması gereken, ziyareti ne safça “sadece ibadet amaçlı bir hareket” gibi görmek ne de duygusal biçimde “Hristiyanlık yeniden saldırıya geçti” diye yorumlamaktır. Asıl doğru yaklaşım olayın dinî görüntüsünü aşarak bunun Türkiye’yi ilgilendiren hangi politik amaçlara hizmet edebileceğini analiz etmektir. Papa dini semboller kullanarak bir mesaj vermeye çalışabilir, ancak Türkiye bu mesajı kendi tarihsel özgüveni ve egemenlik bilinciyle gölgelemeli; sembolün anlamını belirleyen tarafın kendisi olduğunu göstererek meseleyi büyütmemelidir. Aynı zamanda bu sembolik hamlenin ABD’nin Orta Doğu projeleri, Avrupa’nın Türkiye üzerindeki baskı politikaları veya bölgesel güç dengeleriyle bağlantılı bir tarafı varsa, devlet bu durumu stratejiyle karşılamalı; diplomasi kanallarını kullanarak, gerektiğinde siyasi önlemler alarak ve toplumdaki algıyı doğru yöneterek olası bir dış planı boşa çıkarmalıdır. Dış aktörlerin dinî semboller üzerinden Türkiye’ye mesaj vermesine izin vermemek ama olayın asıl önemini de din üzerinden değil, modern jeopolitik koşullar ve bölgesel stratejiler üzerinden okumaktır; bu da Türk devlet geleneğinin tarih boyunca benimsediği soğukkanlı, stratejik ve bilinçli yaklaşımın günümüzdeki karşılığıdır.

15 Temmuz 2025 Salı

Geyikli Baba’nın İzinde: Babasultan Köyü



Geyikli Baba’nın İzinde: Babasultan Köyü

Bursa’nın doğusunda, yeşilin en güzel tonlarına bürünen dingin bir coğrafyada yer alan Babasultan köyü, geçmişin, inancın ve bir millet olma şuurunun somutlaştığı tarihî bir bellektir. Adını, derin tasavvufî izler bırakmış bir dervişten, Geyikli Baba’dan alan bu köy; hem fiziksel dokusuyla hem de gündelik yaşamın içinde süreklilik arz eden ritüelleriyle onun manevî etkisini taşımaya devam etmektedir.

Yerleşim yapısı, geleneksel Osmanlı kırsal planlamasının izlerini taşır. Merkezde yer alan caminin etrafına kümelenmiş evler, dar sokaklar ve ortak kullanım alanlarıyla örülü bu mimari düzen, bir topluluk olma halini ve müşterek yaşama kültürünü yansıtır.

Köy halkı geçimini büyük ölçüde tarım ve hayvancılıkla sağlamaktadır. Mevsimsel üretim döngülerine dayalı bu yaşam biçimi, doğanın ritmiyle senkronize bir varoluş sunar. Ancak son yıllarda kentleşme baskısı, genç nüfusun göçü ve üretim ilişkilerindeki dönüşüm, köyün nüfus yapısını etkilemiş; geleneksel yaşam biçiminin dengelerini sarsmıştır. Buna rağmen Babasultan köyü, hem somut mirasıyla (tarihî camisi, mezarlığı, taş çeşmeleri) hem de soyut değerleriyle (efsaneler, halk inanışları, sözlü anlatımlar) dirençli bir kültürel dokuyu yaşatmaktadır.

Bu kültürel sürekliliğin merkezinde, Osmanlı’nın kuruluş devrinde iz bırakan gazi-derviş figürü Geyikli Baba yer alır. Vefâî tarikatına mensup olduğu kabul edilen bu Türkmen şeyhinin menkıbesi, onu Azerbaycan’ın Hoy bölgesinden müritleriyle birlikte Anadolu’ya getiren manevî bir göçle başlar. Bu göç içsel bir irşad yolunun, doğayla bütünleşik bir tasavvuf anlayışının Anadolu’ya taşınması anlamına gelir. Geyikli Baba’nın İnegöl civarına yerleştiği ve bu bölgedeki manevî etkisini zamanla halka mal ettiği anlatılır.

1326 yılında gerçekleşen Bursa fethi sırasında, Geyikli Baba’nın geyik sırtında savaş alanına indiği, elinde altmış okkalık kılıcıyla Bizans askerlerine karşı yürüdüğü ve özellikle Kızıl Kilise bölgesinin alınmasında etkili olduğu rivayet edilir. Bu anlatı, onu hem keramet sahibi hem de savaşçı bir derviş olarak tanımlar. Geyikli Baba, Osmanlı’nın kuruluş zihniyetindeki gazi-derviş tipinin ete kemiğe bürünmüş hâlidir; hem zahirî cihadın hem de batınî arayışın temsilcisidir.

Kalenderî dervişlerin hayvan postlarıyla dolaşması nasıl dünyevî kimliklerden soyunmayı simgeliyorsa, Geyikli Baba’nın geyiklerce taşınması ve onlarla birlikte hareket etmesi de insanla doğa arasında kurulan manevî ilişkinin bir yansımasıdır. Geyikler burada hem mürid hem de keramet taşıyıcısıdır.

Bursa’nın fethinden sonra Orhan Gazi, Geyikli Baba’yla tanışmak ister. Turgut Alp aracılığıyla iletilen bu davete Geyikli Baba önce manevî zamanın üstünlüğünü vurgulayarak mesafeli yaklaşır; ardından kabul eder ve Bursa Tophane mevkiindeki saraya sırtında bir çınar fidanı ile gelir. Bu fidanı saray avlusuna dikerken şu ayeti okur: Allah, güzel bir sözü; kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca benzetmiştir. (İbrahim, 14/24). Bu ayet, Osmanlı Devleti’nin manevî temellerini kuran bir vizyonun simgesine dönüşür. Çınar burada hem bir medeniyetin kök salışını hem de onun göğe, yani hakikate, irfana ve adalete doğru yönelişini temsil eder.

Orhan Gazi, bu hizmeti karşılıksız bırakmak istemez ve İnegöl’ü ikta olarak sunar. Ancak Geyikli Baba bu teklifi kabul etmez; Mülk Allah’ındır, ehline verir. Biz ehli değiliz, diyerek yalnızca bir zaviye yeri talep eder. Bu zaviye, bugün Babasultan köyü olarak bilinen yerleşimin çekirdeğini oluşturur. Böylece dünya malına karşı zühdî bir duruş, mekânsal bir hafızaya dönüşür.

Babasultan köyü, doğayla insanın, devletle maneviyatın, halkla tasavvufun kesiştiği bir inanç coğrafyasıdır. Geyikli Baba hakkında anlatılan menkıbeleriyle, türbesinin bahçesindeki çınarların gölgesinde edilen dualarıyla, geleneksel mimarisiyle, hâlâ o eski zamanın izlerini taşır. Geyikli Baba, Anadolu’nun taşra sufizmini doğaya yaslayan, zühdü halkla buluşturan, kerameti irfanla harmanlayan bir yaşam felsefesinin adıdır. Bu miras, bize yalnızca geçmişi anlatmaz; bugüne dair kaybettiğimiz değerleri de hatırlatır.

 

 











 


Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...