Romandaki aile yapısı, ataerkil düzenin gündelik yaşam içinde en görünür yüzüdür. Baba figürü, kız çocuklarını geçici, değeri sınırlı, “nasıl olsa evlenecek” bireyler olarak konumlandırır. Erkek çocuğun yokluğu, babanın söylemlerinde sürekli bir eksiklik ve tamamlanmamışlık nedeni olarak yer alır. Bu durum, aile içindeki değer hiyerarşisini belirler: Erkek, soyun devamını ve toplumsal görünürlüğünü temsil ederken, kadın ise susan, geri planda duran, ev içi rollerin sürekliliğini temsil eden bir figürdür.
Anne karakteri bu düzenin edilgen taşıyıcısıdır. Kendi bedenine ve davranışlarına ilişkin sınırlar, babanın kurduğu kurallar üzerinden belirlenir. Denize girmesine izin verilmemesi, toplumsal alanda görünürlüğünün engellenmesi, kadınlığının sürekli denetim altında tutulduğunu gösterir. Anne bu sınırlamaları içselleştirerek kız çocuklarına aktarır; böylece baskı miras yoluyla yeniden üretilen bir yapı hâline gelir.
Kız kardeşin tiyatrocu bir erkekle yaptığı evlilik, ilk aşamada farklı bir hayat seçeneği sunuyor gibi görünür. Ancak evlilik sürecinin ilerlemesiyle bu bağ, geleneksel erkek-kadın ilişkisi formuna geri döner. Kadın çocuk doğurma, ev içi düzeni kurma, eşin sosyal yaşamını destekleme rolüne bürünür. Erkek ise mesleki çevresini, sosyal alanını ve bireysel hareket özgürlüğünü korumaya devam eder. Bu durum kültürel ya da entelektüel çevre fark etmeksizin, ataerkil değerlerin kadın-erkek ilişkilerinde baskın kalabildiğini gösterir.
Romanın merkezindeki kadın ise bu yapıya karşı bireysel bir direnç kurar. Eğitim, çalışma ve ekonomik bağımsızlık üzerinden kendi varlığını inşa eder. Ancak çalışma hayatında elde ettiği konum, sürekli olarak şüphe ve imalarla gölgelenir. Kadının başarısının emeğine değil, erkeklerle olası ilişkilerine bağlanması, kadın öznesinin kamusal alanda tanınmasının koşullu olduğunu ortaya koyar. Başarı erkeklerde doğal kabul edilirken, kadında açıklama ve meşrulaştırma gerektirir.
Duygusal ilişkilerde ise sorun eşitliğin sürdürülememesinden kaynaklanır. Kadın bir erkeği kendisini tamamlaması için değil, eşit bir ilişki kurmak için seçer. Fakat erkek partnerler, kadının bağımsızlığını ve gücünü başlangıçta ilgi çekici bulsalar da, ilişki ilerledikçe bu gücü dengelemek, kontrol etmek veya azaltmak yönünde davranışlar geliştirirler. Böylece ilişki, iki öznenin karşılaşması olmaktan çıkar, güç mücadelesine dönüşür.
Romanın temel gerilimi, kadın karakterin güçlü olup olmamasıyla ilgili değildir; kadın zaten güçlüdür. Gerilim, bu gücün toplumsal, ailevi ve duygusal bağlamlarda tanınamaması ve kabul görmemesidir. Dolayısıyla eser, bireysel bir özgürleşme hikâyesinden çok toplumsal cinsiyet düzeninin kadın özne üzerindeki sınırlandırıcı etkilerini gösterir.
Kadının Adı Yok, bireysel bir kadın deneyimini anlatmakla birlikte, bu deneyimi mümkün kılan toplumsal cinsiyet yapısını görünür kılar. Romanda kadın karakter, eğitim ve çalışma yoluyla kendi yaşamını inşa edebilen güçlü bir özne olarak var olur; ancak bu güç, aile içinde babanın erkek çocuk merkezli değer anlayışıyla, evlilikte eşitsiz ilişki düzeniyle ve iş yaşamında kadının başarısının -ahlaki değerlerinin sorgulanmasıyla- sürekli sınanır. Kadının yaşadığı duygusal ve sosyal çatışmalar, bireysel yetersizlikten değil, ataerkil kültürün kadın öznesini tanımakta isteksiz oluşundan kaynaklanır. Bu nedenle roman kadının kimliğini kurduğu hâlde onun varlığının toplumsal olarak ne şekilde bastırılmaya çalışıldığını tartışır.
Kadınların toplumsal ilişkilerde ve evlilikte kendilerine biçilen rolleri daha en başından sorgulayabilmeleri için bu kitap mutlaka okunması gereken eserler arasında yer almalıdır.
Kitaptan Alıntılar:
Ağlamak kötü bir şey. Arkadaşlarımın babaları oğullarına sürekli “
Erkekler ağlamaz” diyorlar; bunu dediklerine göre ağlamak doğru değil. Peki ama ağlamak iyi bir şey değilse neden kızlara yasak değil? Acaba kızların kötü şey yapmaları doğru da erkeklerinki mi değil? Ya da kızlar için ayrı erkekler için ayrı kötü şeyler mi var? Ama bu olamaz, kötü kötüdür, bazıları için iyi olan, bazıları için kötü olabilir mi?
Patlatıyorlar, vuruyorlar, kırıyorlar. Ve hiçbirimiz hiçbir şey yapamıyoruz.
Annemi düşündüm, her gittiği yerden eve koşa koşa, kan ter içinde gelişini, üstüne bir şey alabilmek için babama yalvar yakar oluşunu… Babam dövmüyor… evet… ama o yüzünün ifadesi dayaktan beter… Hepimiz onun elinde esiriz.. evet. Onun parası var.
Ne olmuş kızım evli olursan, evli olunca insanın dünyası değişmez ki! Zevklerin, mutlulukların, yaşam biçimin hep aynı kalmaz mı? Bırak herifin içindaki külotları temizlemeyi, bırak gömleklerini ütülemeyi, çık dışarı, zayıfla, arkadaşlarını gör…
“Ne başkaldırı” dedi kardeşim, “kendi kendini kandırıyorsun, evlenmemeyi başarabilseydin, esas başkaldırı bu olurdu, ya da en azından gelinlik giymeseydin, blucin giysedin, esas başkaldırı bu olurdu, mini gelinlik, pöh!
Bir
kadının en kutsal görevi annelik ha anneciğim. Senin gibi iki çocukla, seni aldatan kocayla, bırakıp gidemeden, evinin duvarlarına yapışmış, balık gözlerinle kalmak mı annelik? Siz olmasaydınız, ben bu hayatı mı yaşardım, sizin yüzünüzden boşanamadım demek mi kutsal annelik? Bu ... dünyaya, ne olacağı belli olmayan bir yaratık peydahlayıp, durmadan onu suçlamak mı annelik? Evin dört duvarı arasına kapanıp, yemeyip yedirip, giymeyip giydirip, durmadan üzülüp, mutsuz olup, korkular, acılar içinde yaşamak mı annelik? Sen nerdesin ha anneciğim, sen kimsin? Ne yaptın şimdiye dek kendin için. Umutların hani? Var mıydı ki? Kutsal annelik ha… kut… sal… an…
Bir cam kavanozda yaşamışlığımla, beynimin içindeki tüm güzel hayallerle, o hayallerin yıkılışındaki şaşkınlığımla…
Kendi kendimle çok güzel eğlendim.
Meğer beni çok severmişsin de, arkamdan sarı kanaryam dermişin. Baba, ben hâlâ bir erkek sevgisine muhtaç, her seni seviyorumun peşinden mi gideceğim? Baba, sen beni seviyormuşsun meğer... Bundan böyle her seni seviyorumun peşinden gitmeme gerek yok, değil mi? Baba, sen beni seviyormuşsun meğer... Baba, sen beni sevmişsin, sevgi... Baba, seni seviyorumlar da yetmiyor artık bana... Onları her şey sanmışım... İnsan yaşamındaki eksik olanı, her şey sanıyor. Ama artık sanmayacağım baba...
Kimseye muhtaç olmak istemiyorum. En korktuğum şey bu; annemi düşünüyorum, Şermin Teyze’yi... Tümü de muhtaçtılar, kimliklerini yitirmişlerdi, yaşamıyorlardı sanki. Onlar gibi olmak istemiyorum, erkek ya da kadın kimseye muhtaç olmak istemiyorum, istemediğim kişiyle birlikte olmak zorunda kalmayacağım, bunlar için de para gerek, para bir çeşit özgürlük. Hayır zengin koca da istemiyorum, bu kez onu bırakıp gitme özgürlüğüm olmaz, hem bir işe yaramak istiyorum ben, beynimi kullanmak istiyorum, o kadınların, annemin, o teyzelerin donuk gözlerini, ölmüş balık bakışlarını anımsadıkça çalışıyorum işte, çalışacağım da. Anlamıyor musunuz siz, kendim olmak istiyorum, benden, kendim olmamdan korkuyorsunuz ve erkeklerden, evlilikten yalnızca dostluk bekliyorum. Dostluk da saygı da eşitlikle olur, anlamıyor musunuz, eşitliğin olmadığı yerde ikisi de yok.”
Öl desem ölecek. Ama o bana öl deyince de benim ölmem gerek. Oysa artık, ‘Öl desem ölecek’ türündeki beraberliklere inanmayacak kadar yaşlıyım. İnsanlar birbirlerine ‘Öl’ dememeli ve ‘Öl’ deyince de kimse ölmemeli. Kimse, “Öl desem ölür” diye gurur duymamalı. Kimse kimseden bir şeyler istememeli, beklememeli. Hele hele değişmesini hiç.
Bilmiyor musun ki, ben değişirsem, senin sevdiğin ben değilimdir artık ve sonra beni sevmezsin.