epistemoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
epistemoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Aralık 2025 Cuma

BÜYÜCÜLER DERESİ- Kemal Abdulla’ın Romanı Üzerine

“Sadece ışığı görebilenler, ışığın değerini kesinlikle anlayamazlar.”
“Gerçekten de her şey bir tek andır. Her şey bu bir anın içindedir; geçmiş de gelecek de.”

Kemal Abdulla’ın Büyücüler Deresi adlı romanındaki Ak Derviş karakterini anlatarak yazıma başlamak istedim. Bu figürün Hallâc-ı Mansûr’la örtüşmesi neredeyse kaçınılmazdır. Enel Hak çağrışımıyla birlikte öldürülme biçimi, etrafındaki dervişlerin tavrı ve ölümün bir son olmaktan çıkıp tekrarın başlangıcına dönüşmesi, Hallâc anlatısının mitik boyutuyla güçlü bir benzerlik taşır. Ancak Abdulla, Hallâc’ı tarihsel bir şahsiyet olarak ele almak yerine onu bilginin ve idrakin sınırlarında dolaşan bir figüre dönüştürür. Ak Derviş bir kişiden çok bir hâl olarak belirir; hakikatin insan zihnine temas ettiği fakat orada tutunamadığı bir eşiği temsil eder.

Ak Derviş’in öldürülmesiyle romanda bir imkân da ortadan kalkar. Hakikatin dünyada anlaşılabilir ve taşınabilir olma ihtimali sona erer. Bu yok oluşun en sert ve en karanlık noktası, 23 dervişin topluca uçuruma atlamasıyla ortaya çıkar. Klasik tasavvuf anlatılarında “fenâ”, benliğin çözülmesi ve hakikatte erime olarak yüceltilirken, Abdulla bu fikri tersine çevirir. Buradaki intihar eylemi bir vecd anı değil, dünyayla kurulan anlam bağının kopuşudur. Yükselişin yerini düşüş alır. Dervişlerin intiharı, dünyanın hakikati kavrayamama ve taşıyamama hâlini ilan eden bir eyleme dönüşür. Dervişler, hakikat idrak edilemez hâle geldiği için dünyadan ayrılmayı seçerler.

Zaman ve mekân meselesi romanın en güçlü yönlerinden birini oluşturur. Geçmiş, şimdi ve gelecek birbirine karışır. Abdulla zamanı, insanın algılama ve anlama kapasitesiyle sınırlı bir yapı olarak yeniden kurar. Görülen zaman ile görülmeyen zaman, girilen mekânlarla girilemeyen mekânlar arasındaki ayrım, bilincin erişebildiği ve erişemediği alanlara işaret eder.

Büyücüler Deresi ne yalnızca somut bir yer ne de bütünüyle soyut bir imgedir. Hakikatin doğrudan kavranamadığı, ancak dolaylı yollarla zorlandığı bir ara bölge olarak durur. Romanda büyü, aklın yetmediği yerde insanın gerçeği bilinir kılmak için başvurduğu bir araca dönüşür. Ancak bu arayış masum değildir. Çünkü büyü, hakikati açığa çıkarmaktan çok onu yorumlanabilir ve denetlenebilir hâle getirme riskini barındırır. Hakikati olduğu gibi kabul etmek yerine katlanılabilir hâle getirme çabası, romanın karanlık atmosferini besleyen temel unsurlardan biri olur.

Şeytan meselesi bu bağlamda özellikle belirleyicidir. Allah’ın şeytanı yaratmış olması ve onu sevmesi fikri, klasik iyi-kötü karşıtlığını parçalar. Şeytan mutlak kötülüğün temsili değildir; anlamın ve bilginin sınandığı karanlık alanı temsil eder. Böylece her şey bir dairenin içine yerleşir. Şeytan, insan ve derviş bu dairenin parçalarıdır.

Ak Derviş’in tekrar tekrar başka bedenlerde dünyaya gelmesi bir döngü lanetini çağrıştırır. Hakikat her seferinde dünyaya gelir, her seferinde anlaşılmadan yok edilir. Daire kapanmaya çalışır, ancak bir türlü tamamlanamaz. Çünkü insan, hakikati istemekle onu gerçekten kavrayabilmek arasında sıkışıp kalmıştır.

Geleneksel anlatılarda yön bulmayı ve ilahi düzeni simgeleyen yıldızlar ise romanda soğuk, uzak ve ulaşılmaz bir hâl alır. Yıldızlar, insanın yalnızlığını ve hakikate olan bilişsel mesafesini hatırlatan işaretlere dönüşür.

Yazar, romanın sonunda insanı tek bir açmazın içine bırakır: görmek istenenlerle gerçekte olanlar, hatta anlaşılması gerekenler arasında derin bir uçurum vardır. Büyücüler Deresi bu açmazın mekânı olarak belirir. İnsan hakikati çağırır, fakat onu anlamaya ve taşımaya güç yetiremez. Ak Derviş bu yüzden tekrar tekrar öldürülür; çünkü hakikat dünyaya her gelişinde, dünya onu idrak edilebilir sınırlar içine hapsetmeye çalışır.

11 Aralık 2025 Perşembe

Dilin Kökeni Üzerine: İlâhî ve Beşerî Yaklaşımların Epistemolojik Bir İncelemesi

  

Dilin kökeni hem felsefenin hem teolojinin hem de modern dilbilimin temel tartışma konularından biridir. Tarih boyunca bu alanda iki ana eğilim ortaya çıkmıştır. Dilin aşkın bir güç tarafından insana verilen bir yeti olduğunu savunan ilâhî yaklaşım ve dilin insanın biyolojik, kültürel ve bilişsel süreçleri içinde doğal olarak ortaya çıktığını öne süren beşerî yaklaşım.

İlâhî dil teorisi, insanın konuşma yetisinin doğal veya tarihsel süreçlerde ortaya çıkmış bir beceri değil, doğrudan yaratıcı bir müdahalenin sonucu olduğunu varsayar. Bu teorinin en temel dayanaklarından biri, teolojik metinlerde geçen “Adem’e isimlerin öğretilmesi” anlatısıdır. Bu anlatı dilin kökenine, insanın varlık hiyerarşisindeki konumuna dair güçlü bir iddia içerir. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak anlamı kavrayabilen ve onu sembolik bir düzene dönüştürebilen bir varlıktır

Ancak bu teori dilin tarihsel çeşitliliğini, farklı dil ailelerinin ortaya çıkışını ve dillerin zaman içindeki yapısal değişimlerini açıklamakta ciddi güçlükler yaşar. Tarih boyunca yüzlerce dil türemiş, yok olmuş, birleşmiş veya birbirinden ayrılmıştır. Eğer tek bir “ilk ilâhî dil” mevcut idiyse, bu kadar geniş bir çeşitlilik nasıl ortaya çıkmıştır? Bu soru karşısında ilâhî dil teorisinin bazı savunucuları, kutsal olarak addedilen metinlerde geçen Bâbil Kulesi anlatısına başvurur. Bu anlatıya göre insanların ortak bir dile sahip olması, Tanrı’nın kozmik düzenine karşı bir meydan okuma olarak görülmüş; bunun sonucunda diller karıştırılmış ve insanlar yeryüzüne dağılmıştır. Böylece dillerin çeşitlenmesi ilâhî bir müdahaleyle açıklanır.

Bu açıklama mitolojik bütünlüğü olan bir çerçeve sunsa da, modern dilbilimin tarihsel, karşılaştırmalı ve yapısal analizlerine dayanarak ortaya koyduğu verilerle uyumlu değildir. Dilin çeşitliliği, dilsel evrilme, göçler, topluluk ayrışmaları ve kültürel etkileşimlerle açıklanabilir. Bâbil anlatısının sembolik veya ahlaki anlamları elbette vardır; fakat dillerin gerçek tarihsel kökeni ve değişim süreçleri için yeterli bir bilimsel açıklama sunmaz.

Dahası, ilâhî dil teorisinin bazı versiyonları dil araştırmasını yalnızca kutsal bir “sır” alanına indirger. Bu yaklaşım, filoloji, linguistik ve antropolojinin yöntemlerini değersizleştirir ve bu disiplinlerin ortaya koyduğu bulguları yok sayar. Bu, epistemolojik olarak kapalı bir döngü yaratır.Bir iddia ne kadar sorgulanırsa sorgulansın, “Bu sırdır, bilimin konusu değildir” denilerek eleştiriden korunur. Böylece iddia doğrulanabilirliğini kaybeder ve kendi kendini doğrulayan hermetik bir yapı hâline gelir. Epistemolojide bu durum, yanlışlanamaz iddia olarak tanımlanır ve bilimsel bilginin doğasıyla bağdaşmaz.

Beşerî dil teorisi, dilin kökenini insanın doğal gelişim süreçlerinde arar. Bu teoriye göre dil, biyolojik donanım, nörolojik yapı, toplumsal ihtiyaçlar ve kültürel etkileşimlerin birleşimiyle ortaya çıkan bir fenomendir. İnsan beyni, soyutlamayı ve sembolleştirmeyi mümkün kılan nörokognitif yapılar geliştirirken; toplum içinde yaşamanın gerektirdiği iletişim ihtiyacı da dilin evrimsel gelişimini hızlandırmıştır.

Bu yaklaşımın en güçlü yanı, geniş ölçekli ampirik verilere dayanmasıdır. Karşılaştırmalı dilbilim, farklı dillerdeki ortak kökleri ve yapıları ortaya çıkararak tarihsel akrabalıkları belirleyebilir; antropolojik çalışmalar, dillerin kültürle birlikte nasıl değiştiğini gösterir; evrimsel biyoloji, insanın konuşma yetisini destekleyen fiziksel adaptasyonları inceler.

Bununla birlikte, beşerî teori dilin yalnızca işlevsel yönünü açıklama eğilimindedir. Dilin insan bilincindeki sembolik rolü, anlamın duygusal ve varoluşsal boyutları, şiirsel veya mistik kullanımları gibi unsurlar bu teorinin kapsamı dışında kalabilir. İnsan bilgiyi aktaran ve aynı zamanda varlığı anlamlandıran bir varlıktır; dil de bu anlamlandırma sürecinin en temel aracıdır. Dolayısıyla beşerî teori güçlü verilere dayansa da, dilin insan hayatındaki çok boyutlu işlevlerini tek başına kapsamaya yetmeyebilir.

Dilin kökenine dair tartışmalarda sorun, çoğu zaman yaklaşımın tek doğru olarak sunulmasından kaynaklanır. Hem ilâhî hem beşerî açıklama, indirgemeci bir biçimde tek kaynak üzerinden açıklanmaya çalışıldığında epistemolojik açıdan sorunlu hâle gelir.

Dil, biyolojik altyapı, toplumsal düzen, kültürel hafıza, sembolik düşünme ve bireysel bilinç gibi birçok faktörün etkileşiminden doğan karmaşık bir yapıdır. Bu nedenle dilin yalnızca ilâhî bir sır olarak veya yalnızca biyolojik bir işlev olarak değerlendirilmesi, onun çok çeşitli doğasını göz ardı eder. Epistemoloji açısından sağlıklı bir yaklaşım, bir iddianın açıklama kapsamını ve sınırlarını tanımayı gerektirir. Bilimsel açıklamanın amacı metafiziği çürütmek değildir; teolojik açıklamanın amacı da biyolojiyi inkâr etmek değildir. Sorun, her iki yaklaşımın da kendi görev alanının dışına taşarak diğer alanı geçersiz kılmaya çalıştığı noktalarda ortaya çıkar.

Bilgi felsefesi açısından dil çoklu nedenlere dayanan bir yapıdır ve tek boyutlu açıklamalar bu çokluğu karşılamakta yetersiz kalır.

Antik metinler, tabletler, hiyeroglifler ve erken yazı örnekleri, insanlık tarihinin düşünsel ve kültürel gelişimini anlamada temel kaynaklardır. Arkeoloji, filoloji, antropoloji ve tarih gibi disiplinler, bu materyalleri bilimsel yöntemlerle inceleyerek hem geçmiş toplumların dillerini hem de düşünce biçimlerini anlamaya çalışır.

Bu disiplinlerin amacı maddi ve kültürel izleri analiz ederek tarihsel süreçleri açıklamaktır. Bu nedenle bilimsel araştırma ile teolojik yorumun işlevleri birbirinden farklıdır. Bilim, “ne oldu?” ve “nasıl oldu?” sorularına cevap ararken; teoloji “neden?” ve “ne anlama geliyor?” sorularıyla ilgilenir.

Antik verileri kötü niyet atfetmek, onları gizli güçlerle ilişkilendirmek veya bilimsel çabayı şeytanîleştirmek akademik bilgi üretiminin temel ilkeleriyle bağdaşmaz. Bu tür iddialar bilimsel yöntemle çürütülemez; çünkü doğrulanabilir bir referans sunmaz. Bilimsel araştırmaların amacı geniş halk kitlelerini yönlendirmek değildir, gözlemlenebilir gerçekliği açıklamaktır.

Dil ne tamamen ilâhî bir armağandır, ne de bütünüyle biyolojik bir üründür. Dilin ortaya çıkışı ve işleyişi, insanın varoluşunun bir sonucudur. İnsan hem kültür üreten bir toplumsal varlıktır, hem biyolojik adaptasyonlara sahip bir organizmadır, hem de varlık üzerine düşünme yetisi olan sembolik bir bilinç taşır. Bu yapı anlaşılmadan yapılacak her açıklama eksik kalmaya mahkûmdur. Dilin kökenine dair sağlıklı bir yaklaşım, teolojik metinlerin sunduğu anlamı ve bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu verileri birlikte ele alarak, fakat birbirine karıştırmadan değerlendirmeyi gerektirir. Böyle bir yaklaşım, dilin hem tarihsel gelişimini hem de insan bilinciyle kurduğu derin ilişkiyi daha bütünlüklü bir biçimde anlamamızı sağlar. 

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...