Gustave Flaubert etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gustave Flaubert etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ağustos 2025 Cumartesi

GustaveFlaubert / KonukseverAzizJulien Efsanesi



Fransız yazar Gustave Flaubert’in Konuksever Aziz Julien Efsanesi adlı eseri, Hristiyan aziz anlatılarının tipik bir örneği olarak kaleme alınmıştır. Ancak bu hikâye, İslam dünyasının ünlü sûfîlerinden Horasanlı İbrahim bin Edhem’in hayatını konu alan menkıbelerle dikkate değer benzerlikler taşır.

Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın çalışması, bu iki anlatıyı karşılaştırmalı olarak ele alarak Doğu ve Batı kültürleri arasındaki edebî etkileşim ihtimalini ortaya koyar. Julien, soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Çocukluğundan itibaren avcılıkla ilgilenir ve zamanla hayvanları acımasızca öldürmeye başlar. Av sırasında karşılaştığı bir geyik, ona korkutucu bir kehanette bulunur: Günün birinde anne ve babasını öldürecektir. Bu sözler Julien’in ruhuna ağır bir yük olur. Kendi benliğinden kaçmak ister; sarayını terk ederek maceralara atılır. Çeşitli savaşlara katılır, evlenir ve yeniden bir şatoya yerleşir.

Ancak kaderinden kaçamaz. Bir gece, yatağında eşini başka biriyle uyuyor sanarak kılıcını çeker ve iki kişiyi öldürür. Çok geçmeden onların anne ve babası olduğunu fark eder. Kehanet gerçekleşmiş, Julien en ağır günahı işlemiştir. Derin bir pişmanlık içinde şatosunu terk eder. Yıllar boyunca kendini insanlara yardım etmeye, iyilik yapmaya adar. Bir nehir kenarında küçük bir kulübede yaşamaya başlar, insanları karşıdan karşıya ücretsiz geçirir. Bir gece karşısına yaralı, bitap halde, kötü kokular içinde bir yabancı çıkar. Julien onu doyurur, üstünü örter, kendi bedeniyle ısıtır. O yabancı aslında İsa Mesih’tir. Julien’in tövbesi kabul edilir ve göğe yükselerek azizlik makamına eriştiği bildirilir.

İbrahim bin Edhem’in Hikâyesiyle Benzerlikler: Horasanlı İbrahim bin Edhem de Belh hükümdarının oğludur. Saray hayatı içinde büyümüş, avcılıkla meşgul olmuş, ancak bir gün av sırasında duyduğu ilahî bir ses onu derinden sarsmıştır: “Sen bunun için mi yaratıldın?” Bu ikazla tahtı, tacı ve zenginliği terk ederek dervişliğe yönelmiş, ömrünü Allah yolunda zühd ve ibadetle geçirmiştir.

Menkıbelerde onun, malı-mülkü bırakıp halkın içinde bir seyyah gibi dolaştığı, kendi alın teriyle geçinip insanlara yardım ettiği anlatılır. Her iki figürde de ortak noktalar göze çarpar: İkisi de prens kökenlidir. Çocukluk ve gençliklerinde avcılıkla uğraşmışlardır. Av sırasında aldıkları ilahî uyarı hayatlarını değiştirmiştir. Tahtı ve zenginliği bırakıp inzivaya çekilmişlerdir. Hayatlarının geri kalanını iyilik, tevazu ve fedakârlığa adamışlardır. Kendi dinlerinin en yüksek manevî mertebesine ulaşmışlardır: İbrahim bin Edhem İslam’da veli, Julien Hristiyanlıkta aziz olmuştur.

Prof. Dr. İsmail Yakıt’ın çalışması, bu benzerliklerin tesadüf olup olmadığını sorgular. Flaubert’in, Aziz Julien’in hikâyesini kurgularken Doğu menkıbelerinden; özellikle İbrahim bin Edhem anlatılarından etkilenmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Çünkü tarih boyunca kültürler arası etkileşim, çeviriler ve sözlü aktarım yoluyla pek çok motif bir medeniyetten diğerine geçmiştir. Konuksever Aziz Julien Efsanesi, Doğu-Batı edebiyatları arasındaki etkileşimleri incelemek için verimli bir metindir. Konuksever Aziz Julien Efsanesinin İbrahim bin Edhem’in menkıbeleriyle taşıdığı paralellikler, kültürler arası ortak insanlık deneyimlerinin edebiyat aracılığıyla nasıl aktarıldığını göstermektedir

6 Mayıs 2025 Salı

Gustave Flaubert / Madame Bovary Üzerine Deneme



Gustave Flaubert / Madame Bovary Üzerine Deneme

Gustave Flaubert, Madame Bovary ile roman sanatının çehresini değiştiren soğukkanlı ve biraz da acımasız bir ışığı yakar. Söz konusu ışık, taşra evlerinden Paris salonlarına uzanan geniş bir araziyi tarar; sahnenin merkezinde Emma Bovary vardır. Genç kadın, pırıltılı balo elbiselerinde şifa ararken kasabanın tekdüzeliğine hapsolmuş ruhunu; ipek perdeler, egzotik çaylar ve yasak aşklar aracılığıyla oyalamaya çalışır. Arzuladığı hayatı önce roman kahramanlarında, ardından da tefecinin parlak vitrininde sezdiğinde, tüketim döngüsünün cezbedici girdabına kapılır.

Charles Bovary, Emma’nın dünyasına ağır adımlarla giren sadık bir doktordur; sessiz sevgisiyle kadını sarmaya çabalasa da onun büyüyen tutkularına karşılık veremez. Rodolphe Boulanger’ın hoyrat cazibesi, Léon Dupuis’nin duyarlı sohbetleri ve Lheureux’nün renkli vaatleri, Emma’nın doyumsuz isteğini sürekli harlayan kıvılcımlardır. Kasabanın eczacısı Homais ile papaz Bournisien, bilim ve inancın yüzeyde kalan temsilleri olarak çevreyi doldurur; ikisinin de kalabalık sözleri, Emma’nın iç çığlığını karşılamaya yetmez. Böylece her karakter, genç kadının arzu dünyasına ayrı bir kimyasal taşır; karışım ısındıkça hem kalp hem bütçe zorlanmaya başlar.

Flaubert’in asıl darbesi, aşkı ve tüketimi aynı terazide tartışında hissedilir. Emma, gündelik hayattan kaçmak için satın aldığı eşyalarla kölelik zincirini kalınlaştırır; borç senetleri çoğaldıkça özgürlük hayali daha uzak bir ufka savrulur. Roman, yalnız bir ‘yasak sevda’ hikâyesi sunmaz; modern ekonominin, arzuyu pazarlama biçimini de sorgular. İçerideki açlık büyürken vitrindeki aksesuarlar artar; para, duygu ve statü tek bir gölge hâlinde üst üste biner.

Trajedi, yanlış bir yazgıya teslimiyet sonucunda ortaya çıkmaz; sürdürülen içsel yanılgının mantıksal neticesidir. Emma, düş kırıklığının son durağında öldürücü zehrin keskin tadına sığınır; sevgililer dağılmış, senetler kabarmış, duyular körelmiştir. Onu uçuruma götüren gücün tek adı vardır: bitmeyen ‘daha fazla arzu’ çağrısı. Bu çağrı, şu anda bütçe farkı gözetmeden insanlığın kulağında çınlamayı sürdürür; günümüzde parlak reklam panoları önünde bekleyen kalabalıklar, Emma’nın gölgesini hâlâ taşır.

Flaubert’in kelimeleri, bir cerrahın neşteri kadar özenli hareket eder. Ne Emma’yı bütünüyle kutsar ne de büsbütün yargılar; onun ruhundaki sıradan tutkuyu, dönemin toplumsal koşullarıyla örerek gösterir. Böylece Madame Bovary, bir aynaya işlevi görür: Okur, genç kadının tükenişini seyrederken kendi arzu mekanizmasını incelemeye davet alır. Tatmin hep bir adım ötede duran serapsa, serabı kovalayan kalabalığın adımları hâlâ aynı taşra yolunda arzunun nedenlerini bulur.

Metnin en çarpıcı katmanı, arzunun sosyo-ekonomik zeminle kurduğu ilişki olur. Tüketim, modern bireyin varoluş seremonisi hâline geldiği an, Emma’nın dramı taşranın dar sınırlarından çıkarak tüm bir insanlık hikâyesine dönüşür. Görkemli vitrinlerde yansıtılan kimlikler, sınıf atlama düşleri, duyguları bile pazara sunan kapital estetik… Bugün akışkan ekran ışıkları altında, Emma’nın gölgesini kolayca tanırız. O artık yalnız bir roman kişisi değildir; kredi kartı taksit ertelemelerine iç çeken, kendisini beğeni ikonlarının kırmızı ışığına rehin bırakan milyonlarca insanın yansımasıdır.

Romanın sonunda yükselen trajedi, kader fikrine teslimiyet olarak yorumlanmaz; aksine, kararlılıkla sürdürülen bir yanılgının meyvesidir. Emma, gerçekliğin köhneliğiyle yüzleşirken, tutkunun bedeni kavuran kuraklığına dayanamayıp zehrin keskin tadına sığınır. Onu ölüme sürükleyen güç, tek bir hata ya da tek bir kötü rastlantı durumu olmayıp, bitmek tükenmek bilmeyen ‘daha fazla istek’ çağrısının ironik zaferidir. Tıpkı zamanda sonsuza uzayan görüntüler gibi, arzu da hudut tanımaz; Emma’nın trajedisi bu kesintisiz çoğaltmanın en kasvetli simgesine dönüşür.

Charles Bovary’nin sessiz dramı metne ayrı bir ton katar. Çevresine tutunmaya çalışan, çamura batmış çizmesini temizlemekle meşgul bu iyi niyetli doktor, Emma’ya bakarken aşkını dillendirecek kelime bulamaz. Onun suskunluğu, hatta genç kadının acı sonsözüne erişemeyişi, insan ilişkilerinde iletişimsizliğin ilk ve son etiketi gibidir. Birbirinin kalbine köprü kuramayan iki ruh, aynı evin duvarları arasında değişik gezegenlerde yaşar. Yalnızlık tam da burada, tek başına sürdürülen bir uğultu hâlini alır.

Flaubert’ın dil hassasiyeti, anlatının her kıvrımında sezilir. Kelimeler tül gibi ince, bıçak gibi keskindir; okur, Emma’nın ruh akışında dalgalanırken hem hülyaya kapılır hem de kesif bir pişmanlık tadı arka planda gezer. Flaubert, realizmi soğukkanlı bir hekim gibi uygular; ne Emma’yı bütünüyle yüceltir ne de sonsuz bir suç tanımıyla damgalar.

Romanı kavramak, Emma’yı anlamak anlamına gelmez yalnızca; kendi arzu mekaniğimizi de sorgulamaya çağırır. İmkânsız aşk tasavvurları, şatafatlı vitrinler, popüler kültürün renkli balonları…Hangi parçası bizi tüketimin o kısır döngüsüne davet eder? Hangi sahne, içimizdeki doyumsuzlukları adım adım büyütür? Flaubert, estetik ölçüyü hem korur hem kırar; çünkü asıl maksadı ahlâk dersi vermek olmayıp, insanın zaaflarında saklı o sessiz çığlığa kulak kabartmaktır.

Bugün, bulvarların gaz lambaları yerini neon tabelalara, at arabalarının nal izi de otobanların egzoz dumanına bıraktı. Fakat Emma’nın göğsünde zonklayan arzu, modern çağın renkli cep telefonlarında yankılanmaya devam ediyor. O hâlde insan, kendi içindeki Emma’yı susturmak için nasıl bir suskunluk seçer? Yoksa suskunluk yetmez, yalnızca farkındalık mı kurtarır?

Madame Bovary bize gündelik hayatın puslu havasında tekinsiz bir yansıma sunar: Bizi harekete geçiren, fakat bir yandan tüketen o kavurucu istek… Okur kitabın kapağını kapatsa da Emma’nın talihsiz sözcükleri zihinde çınlar. Çünkü arzu, gönül gözüne bir kez yerleşti mi, taşranın küçük pencerelerinden bakarken bile sonsuz bir ufuk düşler.

Charles Bovary, iyi niyetli fakat renksiz dünyasında Emma’nın hararetli düşlerini kavrayamayan, sadakatiyle sessizce yanıp tükenen ve karısının trajedisini ancak geç kalmış bir şaşkınlıkla seyreden mütevazı bir doktordur.
Rodolphe Boulanger, Emma’nın romantik romanlardan devşirdiği tutku beklentisini bedeninin cazibesiyle alevlendirip sonra da soğuk bir bıkkınlıkla onu yarı yolda bırakan, taşralı aristokrat umursamazlığının cisimleşmiş hâlidir.
Léon Dupuis, Emma’nın edebî heveslerini, Paris’e dair şiirsel düşlerini ve ince ruhlu sohbetlerini paylaşarak kalbinde ikinci bir yangın yakan, fakat yaşamın rahatlığına teslim olduğunda bu harlı ateşi söndüren genç kâtiptir.
Monsieur Homais, kendini ilerici ve aydın sanan eczacı kimliğiyle kasabanın ikiyüzlü burjuva ahlâkını temsil eden, bilimin adını ağzından düşürmezken çevresindekileri faydacı hesaplarla yönlendiren kibirli pragmatiktir.
Monsieur Lheureux, renkli vitrin vaatleriyle Emma’nın tüketim iştahını borç senetlerine bağlayıp felakete sürükleyen, kapitalizmin parfüm kokulu ama pençeli simsar maskesidir.
Abbé Bournisien, kilisenin sığ vaatlerini tekrar ederek Emma’nın ruh çalkantılarına yüzeysel ilahiler sunan, derinlikli rehberlikten yoksun, alışkanlıkların papazıdır.
Justin, Homais’nin saf ve ergen yardımcısı olarak Emma’ya hayranlık duyan, dikkatsiz bir anahtar uzatışıyla zehir kavanozunu açarak trajedinin istemeden kolaylaştırıcısı olan kırılgan masumiyettir.
Berthe, anne sevgisine muhtaç, oyun çağındaki bakımsız kız çocuğu olarak bütün bu fırtınanın ortasında unutulan, Emma’nın ardında bıraktığı acı mirasın sessiz tanığıdır.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...