Eserin dikkat çeken özelliği, Osmanlı’daki kölelik ve
cariyelik konularını İslâm hukukunun temel kaynaklarıyla açıklamasıdır. Yazar,
bu kurumların keyfî veya ırk temelli olmadığını, şer‘î kurallarla
sınırlandırıldığını vurgular. Böylece kölelik Batı’daki sömürgeci ve ticari
sistemlerden ayrılır. Bu yorum dönemin hukuk anlayışını doğru biçimde yansıtırken; modern tarih
anlayışı açısından, köleliğin sosyal sonuçlarını ikincil planda bırakır. Yazar
bu tercihiyle bir “tarihî meşruiyet arayışı” çerçevesinde hareket eder. Devşirme
sistemi, kitapta Osmanlı’nın merkezî idaresine bağlı profesyonel kadrolar
yetiştiren bir model olarak ele alınır. Yazar, bu sistemi eğitim ve devlet
sadakati kavramlarıyla ilişkilendirir. Devşirilen çocukların İslâm
terbiyesi ve Türkçe öğrenimiyle Osmanlı toplumuna kazandırıldığını, böylece
devletin yönetici kadrolarına kadar yükselebildiklerini anlatır. Bu anlatım
biçimi, tarihî gerçeklik açısından kısmen doğrudur; ancak uygulamanın aileler
ve yerel toplumlar üzerindeki etkisine fazla yer verilmez. Dolayısıyla kitap, olayın sosyolojik ve duygusal boyutundan çok, kurumsal işleyişini öne
çıkarır.
Kapıkulu askerlerinin anlatıldığı bölümlerde yazar, “kul”
kavramını modern anlamda “köle” değil, “devlet hizmetinde görevli kişi” olarak
açıklar. Bu yorum Osmanlı siyasal kültürünün dilini anlamak açısından
önemlidir. “Kulluk” burada devlete ve padişaha bağlılık bilincidir. Yazar
bu noktada tarihî terimleri kendi dönemlerinin değer sistemiyle okumaya
çalışır. Bu çaba Osmanlı zihniyetini anlamaya yardımcı olurken, aynı zamanda
itaat kavramının nasıl kültürel bir değere dönüştüğünü de gösterir.
Eserin ikinci büyük bölümü, Osmanlı saray teşkilatını ve harem kurumunu ele alır. Yazar, Batılı kaynaklarda sıklıkla erotik veya
despotik biçimde tasvir edilen haremi, aile hayatı ve kadın eğitimi açısından
yorumlar. Bu yaklaşım haremi saray içi düzenin ve terbiyenin mekânı
olarak konumlandırır. Yazar, valide sultandan acemi cariyelere kadar uzanan
hiyerarşiyi belirli bir düzen fikri içinde sunar. Böylece harem yazarın
gözünde Osmanlı’nın iç nizamını yansıtan bir kurum hâline gelir.
Bu bakış açısı ne Batı kaynaklarının abartılı oryantalist imgelerine dayanır,
ne de Harem’i idealize eder; daha çok iç disiplin ve kurumsal süreklilik
temasına yaslanır. Topkapı Sarayı’nın üç bölümlü yapısı (Bîrûn, Enderun, Harem)
kitapta ayrıntılı biçimde tanıtılır. Yazar, bu mekânsal düzeni devletin işleyişini simgeleyen bir yapı olarak
görür: dışta idare, içte eğitim, en içte mahremiyet. Bu yorum Osmanlı devlet
düzeninin “kapı” metaforu etrafında inşa edilmiş olduğunu hatırlatır. Her kapı,
hem fiziksel hem semboliktir; dıştan içe doğru ilerledikçe makam, bilgi ve
sorumluluk artar. Bu mekân yorumları yazarın tarihsel anlatımının en güçlü
yönlerinden biridir.
Metnin genel eğilimi, tarihsel olayları modern etik
kavramlarıyla yargılamak yerine, kendi döneminin hukuk ve ahlâk sistemi içinde
anlamaya yöneliktir. Bu yaklaşım tarihsel empati açısından değerli olsa da,
bazen eleştirel mesafenin azalmasına neden olur. Eser, yer yer Osmanlı
kurumlarını “ahlâkî bir düzenin tezahürü” olarak yorumlayarak, eleştiriden çok
açıklamayı tercih eder. Buna karşın kullanılan dil ve kaynaklar dönemin
zihniyetini tanımak açısından oldukça zengindir. Eserin ortaya koyduğu çerçeve Osmanlı’daki kölelik, devşirme, kapıkulu ve harem kurumlarını yapısal bir
bütün olarak anlamaya çalışır. Yazarın amacı bu kurumların kendi iç
mantıklarını çözümlemektir. Bu yönüyle kitap, Osmanlı müesseselerinin ahlâk,
hukuk ve idare üçgeninde nasıl işlediğini göstermek bakımından önemlidir. Ancak
bu yaklaşım tarihî olayların toplumsal sonuçlarını geri planda bırakır.
Dolayısıyla eser, hem öğretici hem de tartışmaya açık bir kaynak
niteliğindedir.
***
Yazar, Osmanlı’da “oğlan”, “iç oğlanı” ve harem”
kavramları etrafında geliştirilen ahlaki ve oryantalist eleştirilere karşı, bu
kavramların tarihî ve filolojik anlamlarını açıklayarak Osmanlı saray düzenini
savunur. “Oğlan” kelimesinin XIV-XV. yüzyıllarda hem erkek hem kız çocuk için
kullanıldığını, bugünkü anlam kaymasının sonradan oluştuğunu anlatır. Mustafa
Darir’in Yüz Hadis Tercümesi’nden örneklerle, kelimenin “genç, doğurgan
kadın” anlamına geldiğini ve “oğlancılık” iddialarının tarihsel bir yanlış
anlama olduğunu öne sürer. Bu yorumun Fatih devri kaynaklarıyla da örtüştüğünü
vurgular.
Ardından, “iç oğlanı” terimini açıklar. Bu kavramın
cinsel bir anlam taşımadığını, Enderun’da yetiştirilen devlet görevlilerini
tanımladığını belirtir. “Yakışıklı” ve “seçilmiş” olmaları padişahın keyfi
arzularına değil, devlet disiplinine ve temsil yeteneğine bağlanır. Seçimlerde
fiziksel özelliklerden ahlaki karaktere kadar ince değerlendirmeler yapan
“ilm-i sima”dan söz edilir. Bu kısımda Kâbusnâme ve Ma‘rifetnâme
gibi klasik eserlerden alıntılarla ideal hizmetkârın nasıl seçildiği açıklanır.
Daha sonra yazar, Harem bölümüne geçer. Harem’in
“zevk âlemi” değil, padişahın ailesinin yaşadığı manevî bir ev olduğunu
anlatır. Kapılardaki Kur’an ayetleri, girişlerdeki dualar, kadın ve erkek
bölümlerinin kesin ayrımı ayrıntılı biçimde verilir. Harem’e erkeklerin
girişinin yasak olduğu, hizmetlerin hadım ağaları ve kadın cariyeler tarafından
yürütüldüğü vurgulanır. Bütün bu düzen “iffet” ve “mahremiyet” ilkeleriyle
açıklanır.
Hünkâr Sofası - Batılıların “padişahların eğlence
yeri” diye anlattıkları salonun duvarları Kur’an ayetleriyle doludur. Yazar,
böyle bir mekânda “ahlaksız eğlence” düşünmenin akıl dışı olduğunu söyler.
Kadın Efendiler ve Şehzadeler Daireleri - Harem’in
bölümleri ayrıdır. Kadın efendiler (padişah eşleri), şehzadeler ve cariyeler
birbirinden mahremiyet kurallarıyla ayrılmıştır. Şehzade dairelerinin
duvarlarında Kur’an ayetleri ve Kasîde-i Bürde beyitleri yer alır; bu da
“manevi ortamın kanıtı” olarak sunulur.
Hamamlar ve Cariyeler Dairesi - Harem’deki hamamlar
“İslâmî ölçülere uygun” olarak yapılmıştır. Yazar, “padişahların cariyelerle
çıplak hamam sefaları yaptığı” iddialarını reddeder. Herkesin ayrı yıkanma
bölmesi vardır.
Cariyelik müessesesi - Cariye, “kadın köle”dir ama
İslâm hukukuna göre hakları vardır. Her cariye padişahın eşi değildir; çoğu,
sadece hizmetlidir. “Efendisiyle karı-koca hayatı yaşayan cariyeler” az
sayıdadır. Yazar, cariyeliği “bugünkü hizmetçilik gibi bir iş ilişkisi”ne benzetir.
Hadım ağaları - Harem’deki erkek görevlilerin tamamı
hadımdır (yani cinsellikten mahrum bırakılmıştır). Bu, Harem’in güvenliği ve
mahremiyeti için yapılmıştır. Yazar, Osmanlıların kimseyi hadım
etmediğini, Afrika’dan getirilen hadımları istihdam ettiğini vurgular.
Genel amaç - Yazarın hedefi, Osmanlı haremine
yönelik “oryantalist” erotik bakışı çürütmek ve padişahları dinî ahlakın
temsilcileri olarak göstermek. Metin boyunca “Batılı iftiralar”, “İslam
düşmanlığı”, “Kur’an ayetleriyle süslenmiş duvarlar” gibi söylemler bu
savununun parçasıdır.
Safiye Ünüvar’ın Tanıklığı: Son Dönem Hareminden Bir
Portre
Eserde yer alan uzun hatıra bölümü, Osmanlı hanedanının
son dönemine ait birincil tanıklık olarak değerlendirilir. Ünüvar, Sultanın huzuruna çıkışını, harem kadınlarıyla yapılan görüşmeleri ve
saraydaki görgü kurallarını ayrıntılı biçimde anlatır. Yemek düzeni, müzik
etkinlikleri, eğitim faaliyetleri ve padişahın öğrencilerle ilgilenişi, haremde
disiplinli bir yaşamın sürdüğünü gösterir. Bu bölüm tarihsel olarak son dönem
saray hayatının günlük gerçekliğini belgeleyen bir tanıklık işlevi görür;
anlatı 1923 yılına kadar uzanır.
Aşk Mektupları ve Hüküm Dairesinde Sevgi
Ünüvar’ın hatıralarının ardından gelen “Kölelik, Cariyelik
ve Harem Hakkında Bazı Sorulara Cevaplar” başlıklı bölümde yazar, Osmanlı
padişahlarına yöneltilen ahlâkî iddiaları doğrudan yanıtlamaya girişir.
İlk olarak “Harem’den aşk mektupları” konusunu ele alır ve Kanunî Sultan
Süleyman ile Hürrem Sultan’ın yazışmalarından örnekler verir. Ardından I.
Abdülhamid’in kadın efendisine yazdığı mektubu aktarır. Bu belgeler,
padişahların eşleriyle olan ilişkilerinin duygusal boyutunu ortaya koyar. Yazar
bu örnekleri, Osmanlı hareminde sevgi ve bağlılığın dinî ölçüler dâhilinde
yaşandığını göstermek için kullanır. Yazar, mektuplardaki dilin “edepli ve
sınırları belirli” olduğuna dikkat çekerek, padişahların özel hayatlarını
“gayrimeşru arzular” üzerinden okuyan modern yorumlara itiraz eder.
Fıkıh Üzerinden Bir Ahlak Kurgusu: Avret, Nazar ve
Mahremiyet
Eserin bu kısmında yazar, Harem’deki yaşamı İslâm hukukuna
dayalı kavramlarla açıklar. “Nazar” (bakış) ve “avret” (mahrem yer) kavramları
etrafında, erkeklerin ve kadınların birbirine hangi sınırlar içinde
bakabileceği ve temas edebileceği ayrıntılı biçimde ele alınır.
Bu düzenleme Harem’in günlük yaşamında geçerli olan
sınırların dinî temellerini göstermeye yöneliktir. Hadım ağalarının ve erkek
doktorların haremdeki konumları da bu bağlamda açıklanır; erkeklerin hareme
yalnızca zorunlu durumlarda ve sıkı protokollerle girebildiği belirtilir. Yazar,
padişahların “cariyeleri çıplak soyup havuzda eğlendirdiği” yönündeki
söylentileri reddeder; bu iddiaları fıkhî bilginin eksik yorumlanmasına bağlar.
Son sayfalarda yazarın çağdaş tarihçilerle girdiği
polemiklere yer verilir. Murat Bardakçı başta olmak üzere bazı araştırmacıların
eleştirilerine cevap olarak Akgündüz, kendi kaynaklarını ve arşiv belgelerini
savunur. Bu kısımda metodolojik tartışmalardan çok, belge güvenilirliği ve
tarih yorumlama biçimi öne çıkar. Eser, yayımlandıktan sonra çeşitli dergilerde
ve gazetelerde tartışılmış; hem destekleyici hem eleştirel yazılarla
karşılanmıştır. Metnin son bölümleri, Osmanlı haremini ahlaki sınırlar içinde
düzenlenmiş bir kurum olarak ele alır. Safiye Ünüvar’ın tanıklığı, kurumun son
dönemine dair birincil kaynak işlevi görürken; mektuplar ve fıkıh yorumları,
harem yaşamının iç mantığını anlamaya yöneliktir.
Ahmed Akgündüz’ün İslam Hukukunda Kölelik Cariyelik
Müessesesi ve Osmanlı'da Harem adlı eseri, tarihsel belgeleri bir araya getirme
çabasıyla dikkat çekse de, yorumlama tarzı belirgin bir ideolojik yönelim
taşır. Eserlerinde Osmanlı kurumları ahlâkî bir düzenin temsilcileri olarak ele
alınır. Bu durum tarihsel açıklamayı teolojik bir çerçeveye taşır. Yazar,
Batılı oryantalistlerin abartılı ve erotik harem imgelerine karşı çıkarken, bu
kez karşı uçta yer alır: Harem’i tamamen manevî ve pedagojik bir kurum olarak
sunar. Bu savunmacı yaklaşım, tarihsel gerçeği tek yönlü biçimde yeniden üretme
riskini taşır. Kölelik, cariyelik ve devşirme gibi yapısal kurumlar, dönemin
hukuk sistemi içinde “düzen unsurları” olarak gösterilir; ancak bu kurumların
bireyler üzerindeki sosyal etkileri yeterince irdelenmez.
Akgündüz’ün dili akademik görünmekle birlikte, yer yer
duygusal bir savunma tonuna sahiptir. “İftira”, “cehalet”, “İslâm düşmanlığı”
gibi ifadeler, eleştirel mesafeyi zayıflatır. Bu nedenle eserinin değeri belge
aktarımında yüksek olsa da, tarih felsefesi açısından sınırlıdır. Yazarın tarih
anlayışı, eleştirel bir çözümleme değil, meşruiyet üretimi yönünde
işler. Osmanlı’nın geçmişini sorgulanabilir olmaktan çıkarıp, kutsal bir ahlâk
düzeni olarak sunar.