Rum Abdalları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rum Abdalları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Aralık 2025 Pazar

Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Dervişlerin Rolü: Ahmet Yaşar Ocak’ın Tezleri Işığında Eleştirel Bir Analiz

 

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda dervişlerin özellikle gaziler, ahiler ve abdallar gibi heterojen toplumsal-dini zümrelerin ne derece etkin oldukları, modern tarih yazımının en çok tartıştığı konulardan biridir. Bu tartışmanın merkezinde ise hem Aşıkpaşazade’nin ünlü dört zümre tasnifi hem de Fuat Köprülü’nün bu tasnifi temel alarak geliştirdiği tarih modeli bulunur.

Dervişlerin rolü meselesi aslında ilk kez Köprülü’nün çalışmalarıyla sistematik bir mahiyet kazanır. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Anadolu’da İslamiyet ve Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu adlı eserlerinde Köprülü, Osmanlı’nın bir uç beyliği olarak yükselişinde tasavvufî zümrelerin dönüştürücü bir güç olduğunu savunur. Bu görüşünün dayandığı temel metin, Aşıkpaşazade’nin ilk Osmanlı tarihçilerinde görülmeyen o meşhur tasnifidir: Gâziyân-ı Rum, Ahiyân-ı Rum, Abdalân-ı Rum ve Bacıyân-ı Rum.

Bu sınıflandırmanın üç unsuru tarihsel kaynaklarca doğrulanabilir durumdadır. Gazilerin bulunduğunu biliyoruz; ahiler özellikle Anadolu şehirlerinde sosyal-ekonomik yapıyı belirleyen örgütlerdir; abdallar ise hem Osmanlı hem Bektaşi kaynaklarında izi sürülebilen heterodoks derviş gruplarıdır. Buna karşılık, Bacıyân-ı Rum’a ilişkin elde yalnızca Aşıkpaşazade’de geçen iki kelimelik bir ifade vardır. Ne Selçuklu ne erken Osmanlı kaynaklarında bu isimle bir teşkilat görünmez. Bu nedenle Bacıyân-ı Rum’un tarihsel varlığı modern araştırmacıların çoğu tarafından ihtiyatla karşılanır.

Köprülü’nün modeli, Uzunçarşılı’dan Ömer Lütfi Barkan’a, Suraiya Faroqhi’den Cemal Kafadar’a kadar birçok tarihçiyi etkiler. Barkan’ın “kolonizatör Türk dervişleri” kavramı da özellikle yeni fethedilen bölgelerde zaviyeler kurarak hem yerleşimi hem de İslamlaşmayı destekleyen abdalların önemini vurgular. Yine de tüm bu yaklaşımların temel problem noktası aynıdır: Hepsi Aşıkpaşazade’nin sunduğu bir tasnifin etrafında dolaşır.

Ahmet Yaşar Ocak’ın eleştirisi ise şöyledir. Ocak’a göre Osmanlı tarih yazımında dervişlerin rolü, özellikle Köprülü’nün etkisiyle fazlaca büyütülmüştür. Bunun en önemli sebebi, Aşıkpaşazade’nin kendisinin bir derviş ailesine mensup olmasıdır. Baba İlyas’ın soyundan gelmesi, yani Anadolu Selçuklu otoritesine karşı isyan etmiş bir hareketle akrabalığı, Aşıkpaşazade’nin hafızasında bir kimlik gerilimi yaratmış olabilir. Bu gerilimi telafi etme isteği, onun kroniğinde dervişleri olağanüstü derecede etkin ve olumlu bir rol içinde göstermesine yol açmıştır.

İlginç olan şu ki, Osmanlı Devleti bu anlatıyı hiçbir zaman düzeltme gereği duymamıştır. Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’nin kayınpederi olduğu iddiası bile belgelerle doğrulanmaz; buna rağmen Osmanlı hanedanı bu rivayeti reddetmez, kabul eder. Böylece menkıbe tarihsel anlatının içine yerleşir ve kuşaktan kuşağa sorgulanmadan aktarılır.

Bu noktada Ahmet Yaşar Ocak, dervişlerin rolünü tamamen reddetmez; ama rolün mahiyetini yerli yerine oturtmak ister. Kuruluş dönemindeki derviş etkisini üç ana başlıkta toplamak mümkündür.

Birincisi, toplumsal örgütleyicilik. Ahiler başta olmak üzere birçok tarikat mensubu, uç bölgelerinde yeni yerleşimlerin düzenlenmesini, ihtiyaçlara göre ekonomik ve sosyal bir ağın kurulmasını sağlar. Göçebe Türkmen kitlelerinin yerleşik yaşama geçişinde bu zümrelerin rehberliği küçümsenemez.

İkincisi, kolonizatör misyon. Özellikle abdalların fethedilen topraklarda zaviyeler kurarak İslamlaşma sürecine katkıda bulunduğu bilinir. Bu zaviyeler hem bir dini merkez hem bir sosyal dayanışma mekânıdır.

Üçüncüsü, ideolojik meşruiyet. Osmanlı hanedanı, siyasi ve askeri otoritesini güçlendirmek için şeyhlerin manevi nüfuzundan yararlanmış olabilir. Ancak bu meşruiyet ilişkisi, anlatıldığı kadar organik ve belirleyici olmaktan çok, menkıbevi bir çerçevede gelişmiştir.

Dervişler, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda önemli ama sınırlı bir etkiye sahip aktörlerdir. Ocak’ın vurguladığı gibi mesele tarihteki gerçek işlevi ayırt etmekten çok, yüzyıllar boyunca bu role yüklenen anlamın nasıl katmanlaştığını kavramaktır. Osmanlı’nın kuruluşu çeşitli sosyal, ekonomik ve siyasi etkenlerin bir araya geldiği daha karmaşık bir zeminde gerçekleşmiştir.

***

Osmanlı Devleti’nin ilk yüzyıllarında derviş zümrelerinin fetihlere nasıl ve neden katıldıkları meselesi, tarihsel gerçeklikle menkıbevî anlatının en keskin biçimde ayrıştığı alanlardan biridir. Geleneksel anlatı, bu dervişleri neredeyse “ilahi bir misyonla” hareket eden, gaza ruhunun metafizik temsilcileri gibi gösterirken; Ahmet Yaşar Ocak bu tablonun arkasındaki daha gerçekçi, dünyevî ve somut sebepleri açığa çıkarır.

***

İbn Kemal’in Tevârîh-i Âl-i Osman’da söylediği ünlü cümle, erken Osmanlı uçlarının neden bu kadar derviş topladığını çarpıcı biçimde özetler: “Bursa’nın fethinden sonra nimet çoğalınca abdallar hücum ettiler.” Bu ifade, dervişlerin fetihlere katılmasını “gazâ ideolojisinin ateşlediği manevî bir coşku” ile değil de, nimet yani geçim kaynaklarının bolluğu, ganimet imkânı ve sultanın himayesiyle açıklamaktadır.

Anadolu’nun iç bölgelerinde ekonomik kaynaklar sınırlıydı; Bizans uçlarında ise fetihle beraber yeni topraklar, yeni otlaklar, yeni tarım alanları açılıyor ve Osmanlı beyleri bunlara sahip olanları himaye ediyordu. Derviş zümrelerinin çoğu bekâr, göçebe, bağımsız yaşayan insanlar oldukları için ekonomik fırsatları yakalamakta çok esnekti.

***

Bu dervişler fetihlere kendi mürid topluluklarıyla birlikte katılıyorlardı. Bazı gruplar 50-60 kişilik, bazıları 150-200 kişilik bir kuvvet teşkil edebilecek kapasitedeydi. Böylece bir şeyhin etrafındaki dervişler, hem askerî hem de psikolojik bir güç oluşturuyordu.

Üstelik bu katılım şeyhle müridin arasındaki karizmatik bağla gerçekleşiyordu. Modern anlamda düzenli ordu birimleri değillerdi; fakat özellikle kuşatmalarda, ani baskınlarda, sınır hattı güvenliğinde önemli bir hareket kapasitesi sağlıyorlardı.

Geyikli Baba Örneği: Fetihlerin Heterodoks Savaşçısı

Geyikli Baba, bu derviş karakterinin en sembolik figürlerinden biridir. Hem ilk kroniklerde hem arşiv kayıtlarında onun katıldığı fetihler açıkça belirtilir. Bir belgede belirtildiğine göre, Geyikli Baba Kızıl Kilise’yi fethettikten sonra Orhan Gazi kendisine iki yük şarap ve iki yük rakı gönderir.

Bu belgeden yazılanlar modern tarihçiliğin bir kısmında tepkiyle karşılanmıştır; çünkü sonraki yüzyılların tasavvufî idealizmine uygun düşmez. Oysa gerçek tarihsel bağlamda bu durum, dervişlerin heterodoks, kendine özgü, yer yer “marjinal” sayılabilecek yaşam tarzlarını ve erken Osmanlı uçlarının kültürel esnekliğini gösteren çok önemli bir işarettir.

Bu dervişler, Osmanlı gazilerinin yanında bağımsız savaşçı gruplar olarak hareket etmiş, fetihlerin insan gücü dengesini belirgin biçimde etkilemiştir.

***

Erken Osmanlı dervişlerinin faaliyetlerinin ikinci büyük boyutu, fethedilen bölgelerde yerleşim, Türkleştirme ve İslamlaştırma süreçlerine yaptıkları katkıdır. Ancak Ocak burada çok önemli bir noktanın altını çizer: Bu durum bilinçli, planlı ve ideolojik bir “fetih sonrası İslamlaştırma programı” değildir.

***

Dervişlerin temel kaygısı, fetih sonrası bölgelerde yerleşebilecekleri, tarımla veya hayvancılıkla geçinebilecekleri bir toprak parçası edinmekti. Osmanlı beyleri de fetihlerde yararlık gösteren bu grupları destekliyor, onların faaliyetlerine karışmıyor, hatta çoğu zaman fethettikleri köyleri zaviyelerine vakfediyordu.

Bu nedenle İslamlaşma ve Türkleşme, dervişlerin ekonomik motivasyonla yerleştikleri bölgelerde doğal olarak gelişen kültürel dönüşümlerin bir yan ürünü idi.

***

Dervişlerin yerleştikleri yerlerde kurdukları zaviyeler, Osmanlı uçlarının sosyal örgütlenmesinde kilit role sahiptir. Zaviyeler: Göçer Türkmenlerin yerleşimini kolaylaştırır. Yeni gelen nüfusun dini ihtiyaçlarını karşılar. Yolculara barınak sağlar. Köylere ekonomik canlılık kazandırır. Aşırılıklara karşı denetim mekanizması olur.

Zaviyeler devlet tarafından kurulmaz; ya dervişler kendileri inşa eder ya da fetihlerde gösterdikleri hizmetin karşılığı olarak padişah tarafından desteklenirler. Böylece dervişler Osmanlı’nın uç bölgesi yönetiminde bir tür güç hâline gelir.

***

Dervişlerin varlığı, Bizans’tan yeni ele geçirilen bölgelerdeki nüfus hareketlerini hızlandırır: Türkmen obaları onların çevresinde kümelenir; köyler bu zaviyelerin etrafında büyür; halk zamanla İslam kültürüne entegre olur.

***

Dervişlerin belki de en derin etkisi, Osmanlı iktidarının kuruluş döneminde kendisini meşrulaştırmasına yardım etmeleridir. Dervişler yalnızca küçük toplulukların değil, aynı zamanda geniş halk kesimlerinin manevi liderleriydi. Onların etrafında yüzlerce takipçi bulunur; askerî erkânın önemli isimleri bile bu şeyhlere intisap ederdi. Turgut Alp, Konur Alp, Mihailoğulları gibi erken Osmanlı beyleri bu dervişlerin müridleri arasındadır. Bu durum, Osmanlı elitinin henüz saray bürokrasisine dönüşmediği, halkla aynı sosyoekonomik kökten geldiği bir dönemi gösterir.

Osmanlı hükümdarları, dervişlerin halk üzerindeki etkisini fark etmişti. Onlarla açıkça bir ittifak kurmasalar bile, dervişlerin menkıbelerle Osmanlı hanedanını ilahî bir çizgiye bağlamalarını kabul etmişlerdir.

Bu yüzden Osman Gazi ile Edebali’nin akrabalığına dair şüpheli rivayetler, şeyhlerin Osmanlı’yı “manevî olarak himaye ettiği” iddiaları, rüyalar, kerametler, kutsiyet atıfları devlet tarafından hiçbir zaman düzeltilmemiştir. Çünkü bu anlatılar Osmanlı hanedanının meşruiyetini geniş halk kesimlerine ulaştırmada son derece işlevseldi.

Rum Abdalları Kimdir? Neden Sadece Onlar Osmanlı’da Etkin Oldu?

Dervişler içinde özellikle Rum Abdalları adı verilen grup, Osmanlı’nın kuruluş bölgesinde en görünür, en hareketli ve en etkili zümredir. Selçuklu Anadolu’sunda Mevleviler, Kadiriler, Rıfâîler gibi köklü tarikatlar çok güçlüdür. Buna rağmen Osmanlı’nın kuruluş dönemine ait kaynaklarda bu tarikatlardan tek bir şeyhin adı bile geçmez. Bunun sebepleri; bu tarikatların şehirli, yerleşik ve vakıf destekli oluşu, uç bölgelerinin konforsuz, güvencesiz ve savaş ortamına yakın yapısı, Rum Abdalları’nın gezgin yaşam tarzının uçlara daha uygun olması.

Ulu Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu beyliklerinde içki meclislerine katılması, zaviye kurması gibi örnekler, Mevlevilerin başka beyliklerde çok aktif olduğunu gösterir; fakat Osmanlı toprağında görünmezler.

Rum Abdalları, bekârdır, göçebedir, üzerlerinde post taşırlar. Yanlarında “Ebû Müslimî nacak” denilen balta bulunur. Keşkül ile dilenirler. Vahşi hayvanlara karşı kendilerini savunabilirler. Düzenli bir tarikat disiplini taşımazlar.

Bu yaşam tarzı, Osmanlı uçlarının tehlikeli, kontrolsüz, fırsatlarla dolu ortamına çok uygundur. Bu yüzden Osmanlı beyliğine doğru bir akın yapmışlardır.

Ocak’a göre, Rum Abdallarını tek bir tarikata bağlamak tarihsel bir hata olur. Bunlar, geniş bir kalenderî akımının bileşenleridir. Bu akım Anadolu’da çeşitli alt kollar hâlinde yayılmıştır.

Kalenderî Geleneğin Çeşitliliği: Bu büyük sûfi hareketin Anadolu’daki unsurları: Yesevîlik: Orta Asya kökenli, göçebe Türkmenlerle ilişkili. Haydarîlik: Sert riyazet ve gezginlik öğretileriyle bilinir. Kalenderîlik: Heterodoks, serbest ve marjinal hayat tarzı. Vefâîlik: Anadolu’da etkisi tahmin edilenden çok daha güçlü bir tarikat.

Vefâîlik: Kuruluş Döneminin Gizli Aktörü

Seyyid Ebu’l-Vefâ tarafından kurulan Vefâîlik, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çok yaygındı. Sonradan ortaya çıkan Vefâî silsilenameleri bu nüfuzu açıkça gösterir. Kuruluşun ünlü isimlerinin çoğu -Edebali, Geyikli Baba, Kumral Abdal, Abdal Musa- büyük ölçüde Vefâî çevresiyle bağlantılıdır.

Bu nedenle Osmanlı’nın kuruluşunda etkin olan derviş tipi kalenderî-Vefâî çizgisindeki göçebe heterodoks dervişliğin temsilcisidir.

Vefâîlik Neden Kroniklerde Görünmez?

Vefâîlik, 13. yüzyılda Anadolu’dan Kuzey Irak’a kadar geniş bir coğrafyada etkin olan bir tasavvufî harekettir. Buna rağmen Osmanlı’nın ilk kroniklerinde adı açıkça geçmez. Bunun nedeni kroniklerin genellikle devlet merkezli bir perspektifle yazılması ve heterodoks çevreleri görmezden gelmesidir. Ancak başka tür kaynaklar -özellikle menâkıbnâmeler ve tasavvufî silsile kayıtları- bu boşluğu doldurur.

Bu noktada Elvan Çelebi’nin Menâkıbü’l-Kudsiyye’si kritik önemdedir. Eser Baba İlyas’ın bir Vefâî şeyhi olduğunu açıkça ifade ederek, Osmanlı kuruluş coğrafyasındaki derviş zümreleri ile Vefâîlik arasında doğrudan bağlantı kurar. 16. yüzyılda Aşıkpaşazade’nin kendi silsilesini kitabının başına eklemesi de bu bağı ikinci kez teyit eder. Bu veriler Rum Abdalları içinde en güçlü ve hakim tasavvufî çevrenin Vefâîlik olduğunu gösterir.

***

Rum Abdalları hakkında yazılan menâkıbnâmelerde görülen inanç öğeleri, bu zümrenin Sünnî İslâm’ın dışında bir düşünce dünyasına sahip olduğunu ortaya koyar. Bu metinlerde: Tanrı’nın insan bedenine geçmesi (hulûl). Ruhun bedenden bedene geçmesi (tenasüh) gibi Sünnî geleneğe tamamen yabancı fikirler belirgin şekilde yer alır. Bu nedenle Rum Abdallarını “Sünnî dervişler” olarak nitelendirmek tarihsel olarak doğru değildir.

Öte yandan modern popüler Alevi tarihçiliği, Rum Abdallarını Alevi olarak tanımlama eğilimindedir; fakat menâkıbnâmelerde Hz. Ali kültü anlamlı bir biçimde görünmez. 12 İmam vurgusu varsa bile muhtemelen sonradan metne eklenmiş unsurlardır. Bu nedenle Rum Abdallarının klasik anlamda Alevi olduğunu söylemek mümkün değildir.

Son yıllarda Babaî isyanı üzerinden bir “Babaî tarikatı” olduğu yönünde iddialar ortaya atılmıştır. Ancak bu görüşü destekleyecek tarihsel bir veri yoktur. Babaîlik bir tarikat değil, Baba İlyas’ın etrafında oluşmuş geniş bir toplumsal harekettir. Osmanlı kroniklerinde Geyikli Baba’nın verdiği bilgi bu konuda belirleyicidir. Orhan Gazi’nin sorusu üzerine: “Ben Baba İlyas müridiyim, Seyyid Ebu’l-Vefâ tarikatındanım.” demesi, Babaî çevresinin aslında Vefâîlik geleneğine bağlı heterodoks bir zümre olduğunu açıkça gösterir. Dolayısıyla “Babaî tarikatı” kavramı anakronik ve tarihsel dayanağı olmayan bir modern kurgudur.

Şeyh Edebali’nin Kimliği Üzerine Tartışmalar

Edebali, Osmanlı kuruluş tarihinin en tartışmalı figürlerinden biridir. Son dönem araştırmalar, onun hakkında yaygınlaşmış pek çok bilginin tarihsel temelden yoksun olduğunu göstermiştir.

Osman Gazi’nin kayınpederi miydi?

Bu iddiayı doğrulayacak erken tarihli hiçbir kaynak yoktur. Rivayet tamamen Aşıkpaşazade’nin aktardığı aile anlatısına dayanır. Aşıkpaşazade’nin kendi sülalesini Osmanlı hanedanıyla ilişkilendirme psikolojisinin bu rivayeti üretmiş olması güçlü bir ihtimaldir.

Edebali bir Ahi şeyhi miydi?

Edebali’nin Ahilikle bağlantısı sadece Neşrî’nin bir cümlesine dayanır; orada Edebali’nin kardeşinin bir Ahi olduğu söylenir. Bunun Edebali’nin kendisini Ahi şeyhi yapmak için yeterli delil olmadığı açıktır. Hem menâkıbnâmeler hem de Elvan Çelebi’nin eserleri Edebali’nin Vefâî-Rum Abdal geleneği içinde olduğunu doğrular.

Edebali bir fakih ve Osman Gazi’nin hukuk danışmanı mıydı?

Bu iddia da yalnızca 16. yüzyıl yazarı Taşköprülüzade’ye dayanır. Erken döneme ait hiçbir kronikte Edebali’nin fakih olduğu söylenmez. Aksine, yalnızca “rüya yorumundan anladığı” ifade edilir. Onu bir hukuk danışmanı olarak göstermek, Osmanlı’nın güçlü 16. yüzyıl kimliğine uygun idealize edilmiş bir anlatıdır.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...