Mehmet Rauf’un Eylül romanı, Servet-i Fünun döneminde bireyin iç dünyasını derinlemesine çözümlemeye yönelen edebiyat anlayışının en olgun örneklerinden biridir. Eser yüzeyde bir “yasak aşk” hikâyesi gibi görünse de, dikkatli bir okuma yapıldığında dönemin toplumsal yapısına, özellikle kadın kimliğine, ahlaki normlara ve bireysel özgürlük arayışına dair bir çözümleme sunduğu anlaşılır.
Romanın merkezinde yer alan Suat ile Necip arasındaki ilişki, temelde iki hassas ruhun ortak yalnızlığının dışavurumudur. Her ikisi de çevrelerindeki yüzeysellikten uzak, duygularının derinliğini sezebilen insanlardır. Bu yönleriyle birbirlerinde bir sığınak bulurlar. Ancak içinde yaşadıkları toplum, bu tür bir içsel yakınlığı ahlaki bir ihlal olarak görür. Dolayısıyla onların duygusal birlikteliği giderek toplumsal normlarla çatışır ve kaçınılmaz biçimde trajik bir sona yönelir.
Suat karakteri duruşu, ölçülülüğü, ağırbaşlılığı ve ev içindeki zarafetiyle dönemin “ideal kadın” anlayışına uygun bir figürdür. Eşine saygılı, kayınvalidesine nazik, çevresindekilere karşı daima ölçülüdür. Bu tutumuyla dönemin erkek merkezli bakışının şekillendirdiği kadınlık algısının canlı bir yansıması hâline gelir. Necip’in Suat’a duyduğu derin hayranlık da bu özelliklerinden doğar. Kadınlara karşı genel bir güvensizlik taşıyan Necip, onları samimiyetsiz ve çıkarcı bulur. Suat ise bu algıyı bozar; içtenliği, ruhsal olgunluğu ve müziğe olan yeteneğiyle Necip’in gözünde farklı bir konuma yükselir.
Necip’in Suat’a olan ilgisi bir tutkudan ziyade, idealleştirilmiş bir kadına duyulan hayranlık biçimini alır. Onu ulaşılmaz bir yere koyar; hisleri giderek bir estetik yüceliğe dönüşür. Fakat bu yücelik aynı zamanda bir ikilemi de beraberinde getirir. Necip, Suat’a karşı yoğun bir bağ hisseder ama bu duyguyu kendi vicdanında “günah” olarak nitelendirir. Suat’ın bu duygulara karşılık vermesi hâlinde, gözündeki yüceliğinin yok olacağına inanır. Böylece Necip’in sevgisi, gerçekleşemediği ölçüde anlam kazanır; aşk kendi ulaşılmazlığı içinde var olur.
Suat açısından ise bu ilişki bastırılmış duyguların ve farkına varılmamış bir içsel açlığın uyanışıdır. Onun hayatı evin dar sınırları içinde biçimlenmiştir: kayınvalide, kayınpeder, görümce ve koca arasında geçen sınırlı bir yaşam. Bu çevre kadına birey olarak var olabileceği bir alan tanımaz. Suat o güne dek bu düzeni sorgulamamış, alışkanlıkların dinginliği içinde yaşamıştır. Ancak Necip’i tanıdıktan sonra başka bir dünyanın mümkün olduğunu sezer. Süreyya ile birlikte yeni bir eve taşınmaları da bu fark edişin mekânsal bir simgesi hâline gelir. Bu yeni ortam Suat’ın hem duygusal hem düşünsel dönüşümünü başlatan noktadır. Müzik onun iç dünyasının sesi olur; bastırılmış duygularını en özgür biçimde piyano aracılığıyla dile getirir.
Süreyya bu derinlikli dünyaya bütünüyle yabancıdır. Dışa dönük, hareketli ve eğlenceye düşkün bir yapısı vardır. Bu yönüyle dönemin erkek egemen anlayışının temsilcisidir. Suat’ın duygusal hassasiyetini fark etmez; onu anlayamadıkça aralarındaki mesafe büyür. Böylece Suat’ın Necip’e yönelimini, bir arzunun ötesinde aslında anlaşılma ihtiyacından doğduğunu söyleyebiliriz.
Toplumun ahlak anlayışı böylesi bir duygusal yakınlığa izin vermez. Kadın sadakatiyle sınanan bir varlıktır; onun başka bir erkeğe duygularını ifade etmesi kabul edilemez, evliliğin kutsiyeti içinde bastırılamayan bir zayıflık olarak görülür. Mehmet Rauf’un bilinçli ya da bilinçdışı biçimde yansıttığı toplumsal vicdan, bu “yasak duygunun” cezalandırılmasını zorunlu kılar. Romanın sonunda çıkan yangın da toplumsal vicdanın simgesel bir arınması olarak okunabilir. Ateş hem bastırılmış arzuların hem de toplumun dayattığı ahlaki baskının yakıcı karşılığıdır.
Suat ve Necip’in ölümü, dönemin etik düşüncesinin açık bir tezahürüdür. Yaşasalar okurun gözünde “günahkâr” konumuna düşeceklerdir. Mehmet Rauf bu çıkmazı, onları “aşkın içinde yanarak arınan” iki masum figüre dönüştürerek çözer. Böylece hem yazarın hem de okurun vicdanı sükûnete kavuşur; ahlaki denge yeniden tesis edilir.
Eylül romanı ümitsiz bir aşkın puslu havasında, kadının kapalı bir dünyada kendini var etme mücadelesini anlatır. Suat başta dönemin “ideal kadın” tipinin bir yansımasıyken, roman ilerledikçe bu kalıptan çıkarak duygularını bir başkaldırıya dönüştürür. Fazla konuşmaz ama düşünceleriyle var olur; boyun eğer gibi görünür, yalnız iç dünyasında kendi varlığını daima sorgulamaktadır. Bu sorgulama biçimi de dönemin toplumsal değerleriyle bağdaşmadığı için, onun yaşamı ancak ölümle tamamlanabilir. Yangın sahnesi hem bireysel kurtuluşun hem de toplumsal cezalandırmanın sembolüdür. Suat ve Necip, birbirini anlayan iki ruh olarak, toplumun onaylamadığı bir duygunun bedelini hayatlarıyla öder.
