distopya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
distopya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ekim 2025 Cuma

Orwell’dan Murakami’ye: Politik Distopyadan Ontolojik Distopyaya İnsan Bilincinin Dönüşümü


 

Orwell’dan Murakami’ye: Politik Distopyadan Ontolojik Distopyaya İnsan Bilincinin Dönüşümü

Distopya edebiyatı, modern insanın özgürlük ve hakikat anlayışının kırılma anlarını en keskin biçimde görünür kılan türlerden biridir. Bu tür yalnızca geleceğe dair karanlık senaryolar üretmez; aynı zamanda her çağın birey-iktidar ilişkisini, bilgi ve hakikat üretim biçimlerini sorgular. George Orwell’ın 1984’ü ile Haruki Murakami’nin 1Q84’ü bu sorgulamanın iki farklı tarihsel evresini temsil eder. Orwell modernitenin politik baskılarını, Murakami postmodernitenin varoluşsal çözülmelerini anlatır. Aralarındaki fark insanın dış dünyadaki tahakkümden iç dünyadaki belirsizliğe doğru geçirdiği dönüşümdür. 1984, totaliter ideolojilerin insan bilincini kontrol ettiği bir çağın ürünü iken; 1Q84, görünmez yapılar, medya, kültür ve bilinç ağları içinde kaybolmuş bireyin öyküsüdür.

Orwell’ın 1984’ü, II. Dünya Savaşı sonrasında totaliter ideolojilerin yükselişine doğrudan bir yanıt niteliğindedir. Roman, modernitenin rasyonalist ve merkeziyetçi yapısının bireyi özgürleştirmek yerine mekanik bir varlığa dönüştürdüğü düşüncesinden beslenir. “Büyük Birader” figürü siyasal ve epistemolojik iktidarın sembolüdür. Parti’nin amacı hakikati denetim altına almaktır. Orwell, dilin iktidar üretimindeki rolünü vurgular. “Yeni Söylem” düşüncenin sınırlarını belirleyen bir ideolojik araçtır. Foucault’nun “bilgi iktidardır” ilkesini hatırlatan biçimde, Orwell’da bilgi üretimi iktidarın tekeline geçmiştir. Gerçeklik Parti’nin çıkarlarına göre yeniden yazılır; geçmiş değiştirildiğinde, bireyin düşünsel zemini de yok olur.

Winston Smith karakteri, bu sistemin içinde bilinç kazanmaya çalışan modern bireyin simgesidir. Julia ile kurduğu yasak ilişki insan olma hâlinin son kırıntısıdır. Ancak Orwell’ın anlatısında aşk duygusal bir deneyim olmanın ötesinde daha çok ideolojik bir ihlalin sembolüdür. İnsan bedeni denetimin konusu hâline gelir; arzu, suçun işareti olur. Böylece 1984 modernitenin özgürlük ve akıl ideallerinin, aşırı merkezileşme sonucu kendi karşıtına dönüşmesinin alegorisi hâline gelir. Modern insan artık denetlenen bir varlıktır.

Murakami’nin 1Q84’ü, Orwell’a doğrudan bir yanıt niteliği taşır. Japonca adı “Q” harfi aracılığıyla İngilizcedeki “question” sözcüğünü çağrıştırır; bu Orwell’ın 1984’ünün sorgulanması anlamına gelir. Ancak Murakami’nin romanında baskı dağınık ve kültüreldir. Postmodern dönemde iktidar artık belirli bir merkezde toplanmaz; medya, tarikatlar, inanç sistemleri ve bilinçaltı süreçler aracılığıyla dolaşıma girer.

Murakami’nin tarikatı, Orwell’ın partisinin güncellenmiş versiyonu gibidir; ancak burada tahakküm politik değildir, ruhsaldır. 1Q84’ün iki ana karakteri, Aomame ve Tengo, sistemin dışına çıkmak yerine, kendi bilinçlerinin içinde yön bulmaya çalışırlar. Romanın gökyüzündeki iki ay, bu bölünmüş gerçeklik algısının sembolüdür. Gerçeklik artık tekil değildir; birey kendi algısının ürünü olan çoklu bir dünyada yaşamaktadır.  Murakami’nin romanında dil, Orwell’daki gibi dışsal bir baskı aracı olmaktan çıkar; bilinçle karışarak anlamın çözülmesine yol açar. Artık sorun hakikatin bireysel algıda dağılmasıdır. 1Q84 ontolojik bir distopyadır; birey anlamın sürekliliğini koruyamadığı bir dünyada var olmaya çalışır. Gerçeklik duygusunun zayıflaması, postmodern insanın temel korkusuna dönüşür. Bu dönüşüm kadın karakterlerin temsili üzerinden de okunabilir. 1984’te Julia, politik baskı düzeninde arzunun son sığınağıdır. Onun bedeni, Parti’nin koyduğu ahlâkî yasaklara karşı bir direniş alanıdır. Ancak Julia erkek karakterin direnişini tamamlayan bir figürdür. Kadın bedeni sistemin ihlal alanı olarak temsil edilir; cinsellik politikleşir.

Murakami’nin 1Q84’ünde ise Aomame, bedeniyle var olan bilinçli bir özneye dönüşür. Aomame’nin cinselliği varoluşsal bir deneyimdir. Beden insanın evrenle kurduğu son temas biçimidir. Bu yönüyle Murakami, kadın karakteri metafizik bir özne olarak kurgular. Julia’nın politik direnişi dışsal bir özgürlük arayışıyken, Aomame’nin içsel dönüşümü ontolojik bir özgürlük arayışıdır. Bu fark çağlar arasındaki kadın imgesinin değişimini olduğu kadar, insanın özgürlük kavrayışındaki dönüşümü de gösterir. Modern dönemde beden denetim altına alınırken, postmodern dönemde anlamını yitirir; biri bastırmanın, diğeri çözülmenin ürünüdür.

Orwell’ın dünyası, modernitenin “aklın düzeni” anlayışına dayanır. Descartes’ın “düşünüyorum, öyleyse varım” önermesi, burada devletin ideolojik araçlarına dönüşür; düşünce, sistem tarafından biçimlendirilir. Murakami’nin dünyasında ise düşünmek yeterli değildir; çünkü düşüncenin kendisi de parçalanmıştır. Postmodern özne artık kendi bilincine bile tam olarak güvenemez.  Anlatı biçimi de bu değişimi yansıtır. Orwell, tekil bir bakış açısı ve kronolojik düzenle ilerler; Murakami ise çoklu anlatıcılar, paralel zamanlar ve bilinç geçişleriyle çoğul bir yapı kurar. 1984’te dil sınırlayıcı, 1Q84’te dil çözülmüş bir unsurdur. Bu biçimsel düzeyde bile modernitenin kapalılığından postmodernitenin açıklığına geçişi gösterir.

1984 ve 1Q84, iki farklı yüzyılın aynı sorusunu iki farklı biçimde dile getirir: İnsan kendi yarattığı sistemlerin içinde özgür olabilir mi? Orwell bu soruya politik düzlemde yanıt verir; özgürlük, düşüncenin devlet denetiminden kurtulmasıyla mümkündür. Murakami ise aynı soruyu ontolojik düzleme taşır; özgürlük, anlamın dağınıklığı içinde benliğin bütünlüğünü koruyabilmekle ilgilidir. Orwell’ın kahramanı dışsal baskıya direnerek konuşur; Murakami’ninki içsel boşlukla mücadele ederek sessizleşir. Birinde hakikat merkezîdir, diğerinde çoğuldur.

Bu iki roman arasındaki fark, modern insanın tarihsel serüvenini de özetler. Modernite dışsal otoritelerin baskısını üretmiş, postmodernite içsel dağılmayı. Orwell insanın politik kimliğini savunur, Murakami ontolojik bütünlüğünü. Böylece distopya ideolojik bir eleştiriden varoluşsal bir sorgulamaya evrilmiştir. Orwell’ın dünyasında yasaklar, Murakami’nin dünyasında boşluklar konuşur; biri düzenin aşırılığını, diğeri anlamın yokluğunu temsil eder. Bu dönüşüm insan bilincinin de tarihidir; dış baskıdan içsel çözülmeye, kolektif korkudan bireysel yalnızlığa uzanan bir çizgi.



10 Eylül 2025 Çarşamba

Piyon’dan Saraylara: İktidarın Kapalı Dünyalar İnşası

III. olarak Somerset’e ayak basmam asla mümkün değildi. Binlerce insan Heist’ın sınırları içinde sıkışıp kalmışken, Somerset aynı genişlikteydi fakat yalnızca Hartlara hizmet ediyordu. İçeri girmek için ya orada çalışıyor olmak ya da bir aileden davet almak gerekiyordu. Girişlerde nöbet tutan silahlı bekçiler de bu kuralı tavizsiz uyguluyordu.

Bu pasaj Piyon adlı eserde yer alsa da, gerçekte iktidarların tarih boyunca sergilediği tipik bir eğilimin edebî ifadesi olarak okunabilir. Gücü elinde bulunduran otoriteler, belirli bir süre sonra kendi iktidar alanlarının bir yönetim merkezi olduğunun ispatı için sembolik bir “dünya” kurmaya yönelirler. Bu “dünya” saraylar, kaleler ya da yüksek duvarlarla çevrili kentler aracılığıyla inşa edilir. Böylelikle iktidar, kendisini sıradan halktan hem mekânsal hem de toplumsal düzeyde ayırır.

Somerset’in kapılarında nöbet tutan bekçilerin işlevi, tarihsel bağlamda saray muhafızlarının işleviyle benzerlik gösterir. Antik Roma’daki Praetorian (Komutanın Muhafız Birliği) muhafızlardan Osmanlı’daki Enderun teşkilatına kadar pek çok örnekte, iktidar mekânlarına giriş özel bir davet, kan bağı ya da sadakat ilişkisiyle mümkün olmuştur. Bu durum, iktidarın kendisini dışarıdan gelecek tehditlere karşı koruma refleksinin ötesinde, toplum ile iktidar arasındaki mesafenin de kurumsallaşmasına yol açar.

Somerset örneği, iktidarların zaman içinde kamusal alanı daraltarak kendilerine ait bir özel alanı büyütmeleri sürecine işaret eder. Hannah Arendt’in kamusal ve özel alan ayrımı ya da Michel Foucault’nun iktidarın mekânsallığına dair çözümlemeleriyle birlikte düşünüldüğünde, bu tür kapalı dünyalar idari merkezler ve iktidarın sürekliliğini sağlayan sembolik yapılar olarak anlam kazanır. Sarayların veya Somerset’in kapıları dışarıya kapandığında, içerideki mekân bir iktidar gösterisine; dışarıdaki dar alanlar ise sıradan halkın sıkıştığı, gözetim altında tutulduğu bölgelere dönüşür.

9 Eylül 2025 Salı

Yuval Noah Harari’nin Homo Deus’u: Geleceğin Üç Büyük Projesi ve Distopik Yansımaları / Teknoloji, etik ve edebiyat ekseninde bir gelecek okuması


 

Yuval Noah Harari, günümüzün en çok tartışılan düşünürlerinden biri olarak öne çıkar. İsrailli bir tarihçi olan Harari, geniş kitlelere hitap eden üslubu ve provokatif tezleriyle akademik çevrelerde ve popüler kültürde de büyük yankı uyandırır. Onun adı ilk kez Sapiens: İnsan Türünün Kısa Tarihi ile geniş okur kitlesine ulaşır. Sapiens, Homo sapiensin Afrika’daki kökenlerinden bugüne uzanan uzun serüvenini; tarım devriminden sanayi devrimine, dinlerin doğuşundan kapitalizmin yükselişine kadar ana hatlarıyla aktarır. Kitap insanlığın nasıl bir anlam inşa ettiğini ve hangi yollarla bugünlere geldiğini sorgulayan bir deneme olarak dikkat çeker. Sapiens geçmişe bakarken, Harari bununla yetinmez. Ona göre asıl önemli soru şudur: Eğer insanlık açlığı, salgınları ve savaşları büyük ölçüde geride bırakmayı başarırsa, bundan sonra neyin peşine düşer? İşte Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi bu soruya cevap arar. Sapiens geçmişin hikâyesini yazarken, Homo Deus geleceğin olasılıklarını tartışan bir metin olur. Harari burada “yarının kısa tarihini” yazmaya girişir. İnsanlığın karşısındaki yeni hedefleri, yeni inanç biçimlerini ve yeni riskleri konu eder.

Kitabın başlığı da bu iddiayı taşır: Homo Deus, yani tanrı-insan anlamına gelir. Harari’ye göre insanlık hayatta kalmaya çalışan kırılgan bir türdür ve kendi doğasını değiştirebilecek güce yaklaşan bir varlıktır. Ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık arayışları bu dönüşümün ana eksenlerini oluşturur. Dolayısıyla kitap bir tarih anlatısından çok daha fazlası hâline gelir; bir uyarı, bir provokasyon ve bir gelecek kılavuzu olur. Harari’nin üslubu da bu yüzden önem taşır. Akademik bir metnin katılığından uzak durur, fakat düşünsel derinliği kaybetmez. Okurunu yalnızca bilgiyle donatmaz, aynı zamanda sarsar, düşündürür ve tedirgin eder. Onun soruları cevabı kolay olmayan türdendir. Organizma bir algoritmadan mı ibarettir? Zekâ mı değerlidir yoksa bilinç mi? Algoritmalar bizi bizden daha iyi tanıdığında ne olur? İşte bu sorular kitabın kalbine yerleşir. Bu girişten sonra kitabın temel tezlerine, yani geçmişteki başarıların ardından ortaya çıkan yeni hedeflere bakmak gerekir. Harari’ye göre Homo sapiensin Homo deusa dönüşüm süreci tam da bu yeni gündemlerle şekillenir. Harari’ye göre insanlık artık açlık, salgın ve savaşı büyük ölçüde kontrol altına alır. Bu yüzden Homo sapiensin önünde yeni hedefler belirir: ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık. Artık mesele hayatta kalmak değildir; mesele hayatın sınırlarını aşmaktır.

Ölümsüzlük projesi ilk sırada yer alır. İnsan, tarih boyunca ölüme boyun eğer; dini inançlar da çoğu zaman bu kaçınılmaz sona teselli sunar. Ancak biyoteknoloji ve genetik mühendislik ölümsüzlüğü bir mit olmaktan çıkarıp bilimsel bir hedef haline getirir. Yaşlanma, tedavi edilebilir bir hastalık olarak görülür. Hücreleri yenileme, organları yapay yöntemlerle üretme, DNA’yı yeniden yazma vb. girişimler, ölümün ertelenebilir olduğuna işaret eder. Bu noktada insan, Prometheus’un ateşini bir kez daha çalmaktadır: Tanrıların hakkı olan yaşam kudretini kendi ellerine almak isteyen insan.

Mutluluk projesi ikinci sırada gelir. Uzun ömür eğer acılarla doluysa anlamsızdır. İnsan iyi yaşamak ister. Modern nöroteknoloji, biyokimya ve psikofarmakoloji, insanın duygu dünyasını denetim altına alır. Artık acıyı azaltmak, hazzı artırmak mümkündür. Haplar, implantlar ve sinir sistemine doğrudan müdahaleler, insanı “programlanabilir bir mutluluk varlığına” dönüştürür. Bu tablo Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sını hatırlatır; orada da “soma” adlı bir hap, mutsuzluğun kökünü kazır ama beraberinde özgürlüğü de götürür. Harari, bu örneği çağdaş bir olasılık olarak düşünür. İnsanlar kendi bilinçlerini hazla uyuşturabilir, gerçekliği unutarak sürekli iyi hissetmeye programlanabilir.

Tanrısallık projesi ise en radikal olanıdır. İnsan, yalnızca daha uzun ve mutlu yaşamakla yetinmez; doğayı ve kendini yeniden yaratma kudretine sahip olmak ister. Genetik mühendislik, yapay zekâ ve sibernetik birleştiğinde Homo sapiensin Homo deusa evrilme ihtimali doğar. İnsan artık yalnızca dünyayı anlamaya çalışan bir varlık değildir, dünyayı yeniden yazmaya girişen bir güçtür. Bu ise hem büyüleyici hem de korkutucu bir ihtimaldir. Çünkü tanrılaşma arzusu, insanın özünü kaybetmesine yol açabilir. Bu üç hedef, edebiyat ve sinemada defalarca işlenen temaları çağrıştırır. Gattaca filminde ölümsüzlüğün yerini genetik seçkinlik alır; doğal yolla doğanlar dışlanır. Black Mirror adlı dizinin bölümlerinde ise mutluluk için teknolojik araçlara bağımlı hale gelen insanlar görünür. Matrix serisinde insanın tanrısal kudreti makinelerle çatışır, gerçeklik simülasyonla yer değiştirir. Harari’nin tezleri bu kurmaca evrenlerin günümüzde ete kemiğe bürünmüş hali gösterir. Ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık projeleri, insanlığın yeni kutsal kitapları olur. Harari bu projeleri anlatırken hayranlık da uyandırır, kaygı da. Çünkü insanın kendi sınırlarını aşma arzusu, beraberinde varoluşun en temel sorularını getirir: Sınırlarını aşan bir insan, hâlâ insan olarak kalabilir mi?

Harari’nin Homo Deus’ta en çok ses getiren kavramı “Dataizm” olur. Ona göre yeni çağın dini verinin kutsallaştırılmasıdır. Dataizm, evreni bir veri akışı olarak görür; atomlardan hücrelere, hayvanlardan insanlara kadar her şey işlenen ve iletilen verilerden ibarettir. İnsan da bu bakış açısında biyokimyasal bir algoritmadır. Bu inançta değer ölçütü, “ne kadar veri ürettiğin” ve “ne kadar veriyi işleyebildiğin” ile ilgilidir. Eğer organizmalar gerçekten algoritmalardan ibaretse, o halde bilgisayar algoritmaları da aynı işlevi daha hızlı ve verimli şekilde yerine getirebilir. Böylece zekâ ile bilinç arasındaki kadim ayrım gündeme gelir. Bilinç, öznel deneyimi temsil eder; acıyı, mutluluğu, hüznü ve sevinci hisseder. Zekâ ise yalnızca veri işler. Harari, insanın değerini zekâdan aldığı bir dünyaya doğru sürüklendiğini söyler. Bu durumda algoritmalar insanı kendi kendisinden daha iyi tanımaya başlar. Bir insanın kime âşık olacağını, hangi ürünleri satın alacağını, kime oy vereceğini veriler üzerinden hesaplar. İnsan kendini özgür sandığında bile aslında algoritmaların sunduğu önerilere uyar. Bu da Harari’nin algoritmik otoriterlik dediği yeni iktidar biçimini doğurur. Görünürde bireyler özgürdür, fakat görünmez bir biçimde veri akışına bağlıdır.

Bu tablo, edebiyatta ve sinemada çoktan işlenmiş senaryoları hatırlatır. Orwell’in 1984’ündeki Büyük Birader, yurttaşların her hareketini gözetler; ama Harari’nin dünyasında gözetim yalnızca devletin kontrolünde değildir, cebimizde taşıdığımız cihazların işidir. Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında insanlar hazzın büyüsüyle özgürlüğünü fark etmez; Dataizm’in çağında ise insanlar sosyal medya akışının sunduğu keyiflerle oyalanır. Suzanne Collins’in Açlık Oyunları adlı kitap serisinde Capitol, halkı manipüle ederken, Aimee Carter’ın Piyon-Vezir-Şah serisinde kaderi belirleyen bir test insanı sayılara indirger. Hepsi aynı noktada buluşur: Özgür irade yalnızca bir yanılsamadır. Harari’nin sorusu burada keskinleşir: İnsan gerçekten bilinçli bir özne midir, yoksa karmaşık bir algoritma mıdır? Eğer yaşamın özü veri işlemekse ve bu işlevi makineler bizden daha iyi yerine getirirse, Homo sapiensin ayrıcalığı kalır mı? Dataizm’in yükselişi, insanı yararsız sınıfa dönüştürür mü?

Bu sorular yalnızca teorik değildir; bugün giyilebilir teknolojiler, sosyal medya, yapay zekâ destekli sağlık sistemleri ve büyük veri şirketleri, Dataizm’in altyapısını zaten kurar. Harari’nin gelecek diye işaret ettiği dünya, aslında bugünden başlar. Harari’nin Homo Deus’ta kurduğu gelecek vizyonu edebiyatın ve sinemanın yıllardır işlediği distopik dünyalarla da buluşur. İnsanlık açlığı, salgınları ve savaşları geride bırakırken aslında daha sofistike tehditlere doğru sürüklenir. Veri iktidarı, algoritmik denetim ve insanın kendi doğasını yeniden tasarlama arzusu. Bu yeni tabloyu hayal etmek için Orwell, Huxley, Collins ya da Carter gibi yazarların, Wachowski kardeşler ya da Andrew Niccol gibi yönetmenlerin eserlerine bakmak yeterlidir.

George Orwell’in 1984’ünde Büyük Birader, bireylerin hayatını en ince ayrıntısına kadar gözetler. Bu gözetim korku ve şiddet üzerine kuruludur. Harari’nin öngördüğü dünyada ise gözetim aynı sertlikte görünmez; daha sinsi, daha ikna edici bir biçimde işler. İnsanlar, telefonlarını, akıllı saatlerini, uygulamalarını yanlarında taşır; böylece özgür iradeyle verdiklerini sandıkları kararların verisi, aslında onları görünmez bir iktidara bağlar. Orwell’in zorla dayattığı denetim, Harari’nin çağında gönüllü bir gözetim hâline gelir. Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı ise mutluluk projesinin karanlık yüzünü gösterir. Oradaki insanlar soma adını verdikleri haplarla mutsuzluğu unuturlar, hazla uyuşurlar. Harari’nin mutluluk projesi de benzer bir ihtimali açar: İnsan biyokimyasını denetleyerek acıyı yok ederken özgürlüğünü de kaybedebilir. Gülümsediğini sanan insanlar, aslında algoritmaların ve kimyasal müdahalelerin programladığı bir hayatı yaşar.

Suzanne Collins’in Açlık Oyunları serisinde Capitol, medyanın gücünü kullanarak halkı manipüle eder, şiddeti bir gösteriye dönüştürür. Bu da Harari’nin işaret ettiği “veri üzerinden kontrolün” kurgusal bir yansımasıdır. Çünkü Capitol, zenginliğin, bilginin ve denetimin merkezidir. Aynı şekilde Aimee Carter’ın Piyon ile başlayan serisinde insanlar bir sınav sonucuyla kategorilere ayrılır, kaderleri bir rakama indirgenir. Harari’nin “Dataizm” dediği şey, tam da budur: İnsan değerinin ölçülebilir skorlarla belirlenmesi.

Sinemada Wachowski kardeşlerin Matrix’i, insanlığın en uç ihtimalini anlatır: Makineler bireyi ve gerçekliği yönetir. İnsanlar simülasyon içinde yaşar, özgür olduklarını sanırken aslında köleleşmişlerdir. Andrew Niccol’un Gattaca filminde ise genetik kod, insanın toplumsal konumunu belirler. “Doğal doğanlar” dışlanır, “tasarlanmış” DNA’ya sahip olanlar seçkin kabul edilir. Bu, Harari’nin ölümsüzlük ve tanrısallık projelerinin karanlık yüzüdür. Spike Jonze’un Her (Aşk) filminde yapay zekâ, insanın duygusal boşluğunu doldurur; fakat bu aşk aslında algoritmik zekâdan ibarettir. Black Mirror dizisi ise Harari’nin fikirlerini küçük hikâyeler halinde bugüne taşır: sosyal medya puanlarıyla belirlenen hayatlar, algoritmaların yönettiği aşklar, hafızayı kayıt altına alarak mahremiyeti yok eden cihazlar… Hepsi, Harari’nin uyarılarının görsel bir prototipidir.

Tüm bu örnekler gösterir ki Harari’nin anlattıkları yalnızca teorik bir olasılık değildir; edebiyat ve sinema bu ihtimali çoktan sezmiş ve anlatmıştır. Bugün Homo Deus, Orwell’in gözetim kabusu ile Huxley’in haz distopyasını, Collins’in medya oyunlarıyla Carter’ın algoritmik sınıflandırmasını ve Matrix’in simülasyonunu bir araya getiren bir gerçeklik uyarısı olarak okunur.

Harari’ni Home Deus’u, Angelina Jolie’nin BRCA1 genindeki mutasyon nedeniyle kanser riskini öğrenip önleyici operasyon geçirmesi, genetik taramanın insan hayatındaki yerini gündeme taşır. Bugün DNA testiyle insan bedenindeki hastalıkların önceden tespit edilmesi ve önlem alınması mümkün olmuştur. Fakat bu durum aynı zamanda bireyin tıp otoritelerinin ya da daha geniş bir üst aklın yönlendirmesini dinlemesi anlamına gelir. Böylece özgürlük azalırken “bilimsel algoritma” bireyin geleceğini belirleyen yeni otoriteye dönüşür. Harari’nin Dataizm kavramı tam da bu noktada devreye girer. Gelecekte en çok veriye erişenler en güçlü olanlar olur. Silikon Vadisi’nde şimdiden bu eğilim görülür. Biyoteknoloji ve yapay zekâ şirketleri sağlık ve yaşamın her alanında karar verici hâline gelir. Elitler olarak adlandırılan kesim, hem ekonomik gücü hem de veriye sahip olma imtiyazı sayesinde kendi yaşamlarını sınırsızca iyileştirme imkânı bulur.

Peki ya geri kalan insanlar? Harari’nin tabiriyle “yararsız sınıfa” itilme riski taşıyan milyonlarca sıradan insan ne olur? Bugün Almanya’nın Suriyeli göçmenleri kabul sürecinde yaşananlar bu ihtimali düşündürür. Göçmenler birçok kesim tarafından ekonomik ve sosyal bir yük olarak algılanır. Gelecekte ise sıradan insanlar elitlerin gözünde aynı şekilde külfet sayılabilir. Eğer elitler ölümsüzlüğe, genetik üstünlüğe ve yapay zekâ destekli bir “üst insan” konumuna ulaşırsa, sıradan insanlara bakmayı istemeyebilir. Bu senaryoda birkaç ihtimal belirir. Belki elitler sıradan insanları tamamen dışlar. Belki onları yalnızca kendi çıkarlarına hizmet edecek ölçüde yaşatır. Belki de toplum, “yararlı olanlar” ve “gereksiz kitleler” diye ikiye ayrılır. Elitlerin sıradan insanlara nasıl baktığı büyük ölçüde faydaya göre belirlenir. Eğer sıradan insanlar sistem için veri üretiyor, düşük gelirli işlerde çalışıyor ya da tüketici olarak ekonomiyi ayakta tutuyorsa, onların varlığı gerekli görülür. Ama yapay zekâ ve robotik teknolojiler her işin yerini alırsa, sıradan insanlar ekonomik açıdan büyük ihtimalle yük kabul edilir. Bu da çok ciddi bir etik soruyu gündeme getirir: İnsan değeri yalnızca fayda üzerinden mi ölçülür, yoksa bilinçli bir varlık olmak zaten başlı başına bir değer midir?

Harari’nin uyarısı burada keskinleşir: Gelecekte elitler, kendi “tanrı-insan” projelerini sürdürürken sıradan insanlara bakmayı bir yük olarak görebilir. Bugün göçmenlerin bazı toplumlarda dışlanması nasıl haklı ya da haksız gerekçelerle bir tartışma doğuruyorsa, yarının dünyasında da sıradan insanlar “dışlanmış kitleye” dönüşebilir. Bu tablo Orwell’in baskıcı gözetimini, Huxley’in hazla uyuşturulmuş kitlelerini ve Açlık Oyunları’ndaki Capitol bölgeler ayrımını hatırlatır.

Harari’nin kitabında dile getirdiği bir noktada, geçmişte edebiyatın ve sanatın özellikle sıradan insanların hayatlarına odaklandığı hatırlatılır. Dostoyevski’nin küçük insanı, Tolstoy’un köylüleri, Dickens’ın fakir Londra halkı ya da Balzac’ın sefalet içindeki kahramanları edebiyatın en güçlü malzemeleri olur. Yoksulların, sefillerin, toplumun kenarında yaşayanların hikâyeleri yalnızca kendi acılarını dile getirmek için değil, aynı zamanda elitlerin ilgisini çektiği için de edebiyatın merkezinde yer alır. Zenginler bu hikâyeleri merak eder, tiyatrolara salonlarına yüksek bedeller ödeyerek gider, romanları okur, sanat eserlerini alır; böylece sıradan insanların dramı, elitler için bir tür estetik ve duygusal tüketim nesnesine dönüşür. Ancak Harari’nin işaret ettiği gibi, eğer bir gün elitler sıradan insanların hayatlarına ilgi göstermeyi bırakırsa edebiyatın ve sanatın yönü kökten değişir. Çünkü ilham kaynağı olan yoksulluk, eşitsizlik ve mücadele artık önemli olmaz; onun yerine yalnızca elitlerin ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık arayışları anlatılır. Bu durumda Dostoyevski’nin küçük insanı da, Tolstoy’un köylüsü de, Dickens’ın işçi çocuğu da unutulur. Homo Deus, bir yandan insanlığın binlerce yıllık çabasının meyvelerini gözler önüne sererken, öte yandan bu başarıların bizi nereye götürebileceğini düşündürerek sarsar. Harari, açlığı, salgınları ve savaşları büyük ölçüde kontrol altına alan bir türün artık ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık vb. hedeflere yöneldiğini söyler. Bu vizyon büyüleyici görünür; insan, tanrılara özgü kudreti kendi ellerine almak üzeredir. Ama bu noktada ürkütücü bir uyarı belirir. İnsan, sınırlarını aşma uğruna kendi özünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Burada en temel soru gündeme gelir: İnsan olmak ne demektir? Eğer yaşam yalnızca veri işlemekten ibaretse ve algoritmalar bu işi bizden daha iyi yapmaya başlarsa, bilincin, acının, sevincin, yani öznel deneyimin değeri ne olur? Eğer zekâ bilincin önüne geçerse, özgürlük yalnızca bir yanılsama mı kalır? Eğer elitler “tanrı-insana” dönüşürken sıradan kitleler “yararsız” sayılırsa, insanlık gerçekten ilerlemiş mi olur, yoksa kendi içinden parçalanarak gerilemiş mi sayılır? Harari’nin büyüleyici vizyonu, insanın kendini aşma kudretiyle baştan çıkarır. Fakat onun ürkütücü uyarısı, bu kudretin beraberinde getirdiği ahlaki boşluğu hatırlatır. Gelecek teknolojiyle ve farklı değerlerle inşa edilir. Eğer insanın değeri fayda üzerinden ölçülürse, bilinçli varlık olarak insana verilen anlam kaybolur. Ama eğer insanın özü acı çekebilme, hissedebilme, anlam arayabilme yetisi korunursa, o zaman teknoloji derinleşmesinin aracı olabilir.

Homo Deus, geleceğe dair bir öngörüdür ve insanın varoluşuna dair bir ışık tutar. Bize şu soruyu yöneltir: Daha uzun, daha güçlü, daha mutlu bir yaşam arayışında “insan” olarak kalabilecek miyiz? Yoksa tanrısallık hayali, insan olmanın hakikatini gölgede mi bırakacak? İşte Harari’nin asıl uyarısı burada saklıdır: Gelecek, teknolojinin gelişimi karşısındaki insanlığın kendine vereceği cevaba göre şekillenecektir.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...