Bursa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bursa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Haziran 2025 Perşembe

Gölyazı Bursa / Tarihî ve Kültürel Sürekliliği



Gölyazı Bursa Tarihî ve Kültürel Sürekliliği

Gölyazı, antik dönemdeki adıyla Apollonia ad Rhyndacum, günümüz Türkiye’sinin kuzeybatısında, Bursa iline bağlı Nilüfer ilçesi sınırlarında yer alan tarihî bir yerleşimdir. Coğrafi konumunu Apolyont (Uluabat) Gölü kıyısında alması ve antik Rhyndakos (bugünkü Mustafakemalpaşa) Nehri’ne yakınlığı, bölgeyi tarih boyunca hem ekonomik hem de stratejik açıdan değerli kılmıştır. Yerleşimin tarihi, MÖ 6. yüzyıla kadar uzanmakta olup, Mysia bölgesi sınırları içerisinde konumlanmaktadır. Antik çağlarda ‘‘Apollonia ad Rhyndacum’’ adıyla anılan bu yerleşim, adını ışık tanrısı Apollon’a ithafen almış ve Apollon’a adanmış tapınaklarıyla ün kazanmıştır.

Antik dönem boyunca Gölyazı, dinsel kimliğiyle öne çıkan bir kent olmuş; özellikle Helenistik ve Roma dönemlerinde, Apollon kültünün yaygınlığına bağlı olarak bölgede yoğun bir tapınak mimarisi ve heykeltraşlık faaliyeti gelişmiştir. Bu dönemden kalan lahitler, yazıtlar, mimari bloklar ve heykel parçaları, tapınak çevresinde gelişen yoğun bir kamusal yaşamın izlerini taşımaktadır. Roma döneminde Gölyazı bir polis statüsü kazanmış, ekonomik yapısı özellikle tarım, balıkçılık ve ticaret üzerinden şekillenmiştir. Aynı zamanda Roma’nın bölgesel ağı içinde imparatorluk kültünün taşıyıcısı hâline gelmiştir.






Bizans döneminde, Gölyazı’nın karakteri daha belirgin bir biçimde Hristiyanlık merkezli bir yapıya bürünmüştür. Hristiyanlığın resmî din olarak kabul edilmesiyle birlikte burada inşa edilen dini yapılar, kentin bir piskoposluk merkezi olabileceğini düşündürmektedir. Özellikle halk arasında ‘‘Zambaklı Kilise’’ olarak bilinen yapı, plan düzeni, duvar freskleri ve mimari elemanlarıyla erken Bizans dönemi ruhaniyetini ve estetiğini yansıtmaktadır. Aynı şekilde, bugün hâlâ görülebilir durumda olan Aziz Panteleimon Kilisesi, bu dinsel sürekliliğin önemli bir taşıyıcısıdır. Gölyazı, bu dönemde hem dinsel otoritenin hem de yerel üretimin bir arada bulunduğu istikrarlı bir yerleşim formuna kavuşmuştur.

Osmanlılar, bölgeye ilk kez 1302’de Bafeus Savaşı sonrası ulaşmış; daha sonra bölge, Kara Ali Bey tarafından fethedilmiştir. Osmanlı döneminde Gölyazı, farklı etnik ve dini kimliklerin bir arada yaşadığı çok kültürlü bir Osmanlı kasabasına dönüşmüştür. 16. yüzyıl tahrir defterlerinde, nüfusun büyük çoğunluğunu Rum Ortodoks toplulukların oluşturduğu; halkın ise balıkçılık, zeytincilik ve özellikle ipek böcekçiliği gibi faaliyetlerle geçimini sağladığı görülmektedir. Rum nüfus, kendi dini yapıları, okulları ve zanaatkârlıklarıyla kasabanın sosyal dokusunu şekillendirmiştir.




Bu çokkültürlü yapı, 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi ile kesintiye uğramıştır. Lozan Antlaşması kapsamında gerçekleşen zorunlu göç sonucu, Gölyazı’daki Rum halk 1924 yılında Yunanistan’a göç etmiş; yerlerine Selanik, Kavala, Drama ve Girit’ten gelen Müslüman Türk göçmenler yerleştirilmiştir. Yeni gelen halk, kendilerine yabancı olan bu coğrafyada geçmişin izlerini dönüştürerek, çoğu zaman üzerine kendi hikâyelerini yazarak yaşam alanlarını yeniden tanımlamıştır.

Günümüzde Gölyazı, hem tarihsel sürekliliği hem de kültürel dönüşümü aynı anda barındıran bir bellek mekânı olarak öne çıkar. Nüfusu görece azdır; halk büyük ölçüde balıkçılık, zeytinyağı üretimi ve giderek artan kırsal turizm faaliyetleriyle geçimini sağlamaktadır. Özellikle kadınlar, yerel üretim, el sanatları ve kültür turizmi alanlarında aktif bir rol üstlenmektedir. Gölyazı’da mübadele belleği hâlâ canlıdır; yaşlı kuşaklar göç anlatılarını nesiller boyunca aktarmakta, yerel halk her yıl düzenlenen Mübadele Anma Günü etkinlikleriyle bu tarihsel travmanın kültürel izdüşümünü yaşatmaktadır.

Mimari olarak Gölyazı, üç ana katmanı bir arada taşır: antik dönem kalıntıları, Bizans yapıları ve Osmanlı mübadele dönemi sivil mimarisi. Antik kentten kalan sur parçaları, Apollon Tapınağı izleri, lahitler ve yazıtlar, Gölyazı’nın Apollonia kimliğini günümüze taşıyan unsurlar olarak varlığını sürdürmektedir. Bizans döneminden kalan kiliseler, özellikle freskli duvarlarıyla dikkat çekerken; Osmanlı ve mübadele sonrası inşa edilen taş evler, cumbalı yapılar ve dar sokaklar, yerleşimin sosyomekânsal sürekliliğini açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca 750 yıllık Ağlayan Çınar, bölgenin doğal ve efsanevi belleğini taşıyan sembolik bir varlık olarak dikkat çeker.

Arkeolojik araştırmalar, bu çok katmanlı yapının bilimsel belgelenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bursa Arkeoloji Müzesi ve Uludağ Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından yürütülen çalışmalar, bölgenin tarihsel dönemleri arasındaki geçişleri açığa çıkaran önemli veriler sunmuştur. Yüzey araştırmaları; Apollonia’nın kent planı, tapınak mimarisi, mezar tipolojisi ve yazıt kültürü üzerine disiplinlerarası yorumları mümkün kılmakta, özellikle nekropol alanları, antik inanç sistemlerine dair kapsamlı bilgiler sağlamaktadır.

Tüm bu özellikleriyle Gölyazı, geçmişin bir tanığı ve geçmişle bugün arasında sürekli yeniden kurulan bir ilişkinin mekânı olarak değerlendirilebilir. Tarihî sürekliliği, kültürel çoğulluğu, mekânsal dönüşümü ve yaşayan belleğiyle, Gölyazı Anadolu’nun kültürel miras coğrafyası içinde özel ve ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bu nedenle bölge; tarihçiler ve arkeologlar, mimarlık, şehir planlama, antropoloji ve kültürel çalışmalar alanlarında çalışan araştırmacılar için dikkate değer, yaşayan bir araştırma sahasıdır.



Mitolojik ve Efsanevi Katman: Gölyazı’nın Ruhunu Besleyen Anlatılar

Gölyazı, tarihsel katmanlarıyla; taşıdığı mitolojik ve efsanevi anlatılarla çok boyutlu bir belleğe sahiptir. Bu anlatılar, bölgenin kültürel sürekliliğini sözlü hafızayla biçimlendirmiştir. Gölyazı’nın taşlarında, gölünde ve ağaçlarında saklı olan bu öyküler, zamanın dışında bir hafızayı bugüne taşır.

1. Apollon’un Gölü ve Kehanetler

Gölyazı’nın antik adı Apollonia ad Rhyndacum, bir tanrının adıyla, bir inanç biçimiyle şekillenmiştir. Apollon’un ışık, sanat ve özellikle kehanetle ilişkilendirilen doğası, yerleşimi kutsal bir zemin hâline getirmiştir. Antik kaynaklarda, tapınak rahiplerinin Uluabat Gölü’nün suyuna bakarak kehanetlerde bulunduğu, gölde yansıyan ışığın tanrısal bir mesaj taşıdığına inanıldığı aktarılır. Bu anlatı, Gölyazı’nın gölle kurduğu bağı metafizik bir düzleme de taşır.

2. Prensesin Adası Efsanesi

Yörede anlatılagelen bir başka efsane, Gölyazı’nın oluşumuna mitolojik bir açıklama getirir. Rivayete göre, Apollonia kralının çok güzel bir kızı vardır. Komşu krallığın prensi bu kıza âşık olur; fakat prenses, bu aşkı geri çevirir. Öfkesine yenik düşen Melde kralı, kentin yakınındaki nehir yatağını değiştirerek bölgeyi sular altında bırakır. Prensesin saklandığı tepe, sularla çevrilir ve bugünkü Gölyazı yarımadası böyle oluşur. Bu efsane, doğal coğrafyanın halk belleğinde nasıl masalsı bir dile dönüştüğünü gösteren özgün örneklerden biridir.

3. Ağlayan Çınar ve Eleni ve Mehmet’in Aşkı

Gölyazı’nın belki de en dokunaklı anlatısı, Eleni ile Mehmet’in hüzünlü aşkıdır. Mübadelenin kasabayı ikiye böldüğü yıllarda, bir Rum kızı olan Eleni ile Türk genci Mehmet birbirine âşık olur. Ancak Eleni’nin ağabeyi Yorgi, bu aşkı kabul etmez ve Mehmet’i öldürür. Eleni, sevdiğinin cansız bedenini göl kıyısındaki ulu çınarın altında bulduğunda, oracıkta canına kıyar. O günden sonra bu ağaç, ‘‘Ağlayan Çınar’’ olarak anılır. Gövdesinden süzülen su damlalarının iki âşığın gözyaşları olduğuna inanılır. Bu anlatı, mübadele travmasını bireysel bir trajediye dönüştürerek tarihsel olayları duygusal bir derinliğe taşır.

Bu mitolojik ve efsanevi anlatılar, Gölyazı’nın ruhsal ve imgesel katmanlarla örülü bir bellek mekânı olduğunu ortaya koyar. Tapınak taşları kadar, anlatılan efsaneler de bu coğrafyanın hakikatidir; kehanet gölünde yansıyan bir ışık, suda kalan bir çığlık ya da ağacın gövdesinde donmuş bir yas olarak…

Gölyazı’nın Ekolojik ve Biyolojik Zenginliği

Gölyazı, tarihî ve kültürel katmanlarının ötesinde, barındırdığı doğal zenginlikleriyle de dikkat çeken özgün bir peyzaj alanıdır. Özellikle Uluabat Gölü çevresinde şekillenen ekosistem, biyolojik çeşitliliği ve uluslararası koruma statüsüyle bölgeyi bir tarih mekân ve doğa mirası olarak tanımlar. Bu doğal çevre, Gölyazı’nın toplumsal yaşamına, ekonomisine ve hatta mitolojik anlatılarına derinlemesine işlemiştir.

 

Uluabat Gölü: Uluslararası Öneme Sahip Bir Sulak Alan

Gölyazı’nın kıyısında yer alan Uluabat Gölü, 1998 yılında Ramsar Sözleşmesi kapsamında koruma altına alınmıştır. Bu statü, gölün yalnızca yerel bir doğal kaynak olmadığını, aynı zamanda küresel ekosistem hizmetleri ve biyolojik çeşitlilik açısından da kritik bir öneme sahip olduğunu göstermektedir. Uluabat, su rejimi, besin zinciri, karbon döngüsü gibi sistemlerde oynadığı rolle doğal dengenin sürdürücüsü niteliğindedir.

Kuş Cenneti: Göç Yollarının Kalbinde

Uluabat Gölü, Avrupa-Afrika kuş göç yolları üzerinde yer almakta ve bu nedenle yıl boyunca farklı dönemlerde 200’ü aşkın kuş türünü ağırlamaktadır. Tepeli pelikan, suna, gri balıkçıl, leylek ve karabatak, gölde hem barınmakta hem de üremektedir. Gölyazı sokaklarında elektrik direklerine yuva yapan leylekler, bu zenginliğin gündelik hayata yansıyan en görünür ve sevimli örneklerindendir. Bu durum, insanla doğa arasındaki barışçıl yakınlığın sembolü hâline gelmiştir.




Bitki Örtüsü ve Endemik Türler

2003-2005 yılları arasında Uluabat Gölü kıyısı ve adalarında yürütülen floristik araştırmalar, bölgede 675 farklı bitki taksonu bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu taksonlar, 96 ayrı familyaya aittir ve içlerinde 24 endemik tür yer almaktadır. Papatyagiller, baklagiller, ballıbabagiller gibi yaygın familyalar, Gölyazı çevresinin botanik açıdan ne denli çeşitli ve değerli olduğunu göstermektedir.

Su Canlıları ve Balıkçılık Geleneği

Uluabat Gölü, turna, yayın ve sazan gibi balık türlerinin yanı sıra, geçmişte oldukça bol bulunan kerevit gibi kabuklu canlılara da ev sahipliği yapmıştır. Ancak son yıllarda aşırı avlanma ve ekolojik dengesizlikler, bu türlerin popülasyonlarında ciddi azalmaya yol açmıştır. Yine de balıkçılık, Gölyazı halkının temel geçim kaynaklarından biri olmayı sürdürmektedir

Ekolojik Tehditler ve Koruma Sorunları

Tüm bu zenginliğe rağmen, Gölyazı ve çevresi ekolojik tehditlerle karşı karşıyadır. Özellikle evsel atıklar, tarımsal kimyasallar ve kontrolsüz yapılaşma baskısı, gölün su kalitesini olumsuz etkilemekte; göçmen kuşların barınma alanlarını daraltmaktadır. Ayrıca bilinçsiz turizm, doğal ve kültürel miras üzerinde kalıcı tahribatlar yaratabilecek boyutlara ulaşmıştır. Bu nedenle, bölgede sürdürülebilir turizm politikalarının hayata geçirilmesi ve ekolojik farkındalığın artırılması, Gölyazı’nın hem doğal hem kültürel sürekliliği açısından yaşamsal önemdedir.



Güncel Sosyoekonomik Dinamikler

Gölyazı, son on beş yılda hızla değişen bir kırsal peyzajın içinden geçmektedir. Özellikle kırsal turizmin yükselişi, Bursa, İstanbul ve Kocaeli gibi büyük şehirlerden gelen günübirlik ziyaretçilerin artışıyla ivme kazanmış; bölgenin hem doğal güzellikleri hem de tarihî dokusu üzerindeki ilgi yoğunlaşmıştır. Ancak bu yoğunlaşma, beraberinde çeşitli sosyoekonomik ve kültürel gerilimleri de getirmiştir.

Gölyazı’da turizmin getirdiği ekonomik canlanma, gelir dağılımında dengesizlik yaratmıştır. Göl kenarında konumlanan işletmeler, kafeler ve pansiyonlar ekonomik hareketliliğin merkezinde yer alırken; geçimini hâlâ balıkçılık, zeytin üretimi ve el sanatıyla sağlayan geleneksel kesimler bu döngüden yeterince fayda sağlayamamaktadır. Böylece, görünmeyen bir içsel eşitsizlik haritası oluşmakta; kırsalın ekonomik aktörleri arasında yeni sınırlar belirginleşmektedir.

Mekânsal olarak da dönüşüm belirgindir. Gölyazı’nın geleneksel taş evlerinden bazıları pansiyonlara ve ticari mekânlara dönüştürülürken, bu dönüşüm çoğu zaman yerel mimariyle uyumsuz yapılarla desteklenmekte ve kültürel peyzajın bütünlüğünü tehdit etmektedir. Göl manzaralı yapıların estetik kaygılardan çok, ticari beklentilerle şekillenmesi, hem görsel kültürü hem de mekânsal hafızayı zayıflatmaktadır.

Özellikle 14 Şubat, bayramlar ve hafta sonları gibi özel günlerde Gölyazı, taşıma kapasitesinin çok üzerinde ziyaretçiyi ağırlamakta; günlük 10.000’i aşan insan akışı, hem çevresel baskı hem de yerel halkın yaşam kalitesinde gözle görülür bir düşüş yaratmaktadır. Bu durum, göl ekosistemine zarar vermekte; çöp, trafik ve gürültü gibi sorunlar bölgenin kırılgan yapısını zorlamaktadır. Kırsal bir yerleşim için bu denli yoğun ve kontrolsüz ziyaret, hem yaşam biçimini hem de kimliği aşındıran bir sürece dönüşmektedir.

Görsel Kültür ve Medya Temsilleri: Gölyazı’nın Yeni Yüzü

Gölyazı, son yıllarda akademik literatürde ya da turistik broşürlerde; görsel kültür ve medya üretimleri içerisinde görünürlük kazanmıştır. Mekân, hem doğal hem de duygusal katmanlarıyla bir anlatı yüzeyi olarak yeniden inşa edilmektedir.

Özellikle Derviş Zaim’in ‘‘Balık’’ adlı filmi, Gölyazı’nın hem doğal atmosferini hem de insani yalnızlığını sinemaya taşımış; izleyiciye bu yerleşimin görsel olduğu kadar anlamsal derinliğini de sunmuştur. Filmde, gölün durgun yüzeyi kadar, insanların içsel sessizliği de anlatının merkezine yerleştirilmiştir.

Bunun dışında Gölyazı, fotoğrafçılar ve sosyal medya kullanıcıları için bir açık hava stüdyosu hâline gelmiştir. Gün doğumu ve gün batımı fotoğrafları, sazlıklar arasında süzülen kayıklar ve çınar gölgesinde oturan yaşlı kadınlar, Instagram’da binlerce kez dolaşıma girmiştir. Bu görsel temsiller, Gölyazı’nın imajını romantize etmiş; böylece bölgeye ‘‘Instagram turizmi’’ yapan daha genç ve görsellik odaklı bir kitle de yönelmiştir. Görselliğin tüketimle birleştiği bu yeni turizm formu, mekânın anlamını yeniden kurarken, aynı zamanda geleneksel dokuyu da dönüştürmektedir.

 Katılımcı Koruma ve Yerel Bellek Pratikleri

Gölyazı’da kültürel ve doğal mirasın korunması, profesyonel uzmanlarca, yerel halkın ve yerel yönetimlerin aktif katılımıyla yürüyen, çok katmanlı bir koruma pratiğidir. Bu bağlamda Nilüfer Belediyesi’nin 2025 yılında düzenlediği “Gölyazı Çalıştayı”, kültürel peyzaj, ekolojik denge ve sürdürülebilir turizm gibi konularda katılımcı bir vizyon ortaya koymuştur.

 Gölyazı bugün, tarihsel, doğal, mitolojik ve sosyolojik katmanların iç içe geçtiği; bir yandan görsel kültürle yeniden üretildiği, bir yandan da yerel belleğin direnç noktalarında korunduğu çok yönlü bir araştırma ve deneyim alanıdır. Bu yönüyle Gölyazı, gezilip görülmesi gereken bir yer; dinlenmesi, okunması ve yaşanması gereken bir anlatı mekânıdır.


21 Haziran 2025 Cumartesi

Zeyniler Köyü Bursa Feride’nin Ayağının Değdiği Yer

 


Zeyniler Köyü Bursa Feride’nin Ayağının Değdiği Yer

Uludağ’ın eteklerinde, Bursa’nın Yıldırım ilçesine bağlı bir köy düşünün. Eski taş yolların kıvrılarak ulaştığı, çam ve kestane ağaçlarıyla çevrili küçük bir yerleşim burası. Bugün Teleferik Mahallesi’nden daha yukarıda, geçmişte ise yalnızca keçi yollarıyla varılan bu köy, Türk edebiyatında unutulmaz bir yere sahiptir. Çünkü burası, Reşat Nuri Güntekin’in kaleminden doğan Feride’nin Anadolu’daki ilk durağıdır. Romanın ve gerçek tarihin sayfalarında da bu köyün bir izi vardır.

Zeyniler, 19. yüzyılda Bursa’ya göç eden Ahıska Türkleri tarafından kurulmuştur. Ancak köyün adı daha da eskilere dayanır. Osmanlı’nın ilk dönemlerinde bu çevrede faaliyet gösteren Zeyniye Tarikatı’nın adı köye yansımıştır. Bu manevi hisler ve doğayla iç içe hâl, belki de Feride karakterine ruh kazandıran arka planı oluşturur.

Reşat Nuri Güntekin’in yolu Zeyniler’e 1917’de düşer. O yıllarda Bursa Erkek Lisesi’ne Fransızca öğretmeni olarak atanmış, aynı zamanda Işıklar Askerî Lisesi’nde de ders vermektedir. Gençtir, içinde kıpır kıpır bir gözlem isteği taşır. Kâh tiyatroya gider, kâh Bursa sokaklarını dolaşır. Derken bir gün, köyün üst taraflarında, halkın ‘‘Seyir Tepe’’ dediği yere varır. Elinde bir defter, gözünde uzaklara dalmış bir bakışla, çevredeki çocukların ilgisini çeker. Onların arasında ise biri farklıdır: Yedi sekiz yaşlarında, çevik, hazır cevap, dikkatli bir kız çocuğu. Adı Feride Özkaya’dır.

Reşat Nuri, onu bir ağaca tırmanmış hâlde görünce seslenir: “Çalıkuşu, düşeceksin, in aşağı.” Ve belki o an, edebiyatımızda Feride’nin ilk kıvılcımı çakar.

Bu karşılaşmanın gerçekliği, Feride Özkaya’nın yeğeninin yıllar sonra yaptığı anlatımla ortaya çıkar. Elbette Çalıkuşu karakteri yalnızca bu çocuğa indirgenemez; Feride, çok sayıda gözlem, duygu ve hayalin birleşiminden doğar. Ancak Zeyniler Köyü, bu hayalin ete kemiğe büründüğü yerdir. Romanın Feride’si, öğretmen olarak ilk tayinini bu köye alır. Okulsuz, yolsuz, yabancılara kapalı bir dağ köyünde, İstanbul terbiyesiyle yetişmiş bir genç kadının ayakta kalma çabası başlar. Feride’nin direnci, idealizmi ve yalnızlığı burada billurlaşır.

Zeyniler, romanda uzun bir bölümde anlatılmaz, fakat karakterin ruhsal çatısının örüldüğü en somut mekândır. Feride, burada şehirli yanıyla köylü gerçeklik arasında sıkışır. Ne tamamen dışlanır, ne tam anlamıyla kabul edilir. Öğretmenlik yaptığı kısa süre içinde bu yabancı coğrafyayla arasına bir bağ kurar, yalnız hayat onu başka yerlere sürükleyecektir.

Zeyniler bugün küçük bir mahalle olarak yaşamını sürdürüyor. Ancak tabelalarda hâlâ ‘‘Çalıkuşu Köyü’’ olarak anılır. Reşat Nuri’nin bıraktığı bu iz, yalnızca romanla sınırlı kalmamış, Bursa’nın kültürel kimliğine de sinmiştir.


Bir Kültürel Sembol Olarak Feride

Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu adlı romanındaki Feride karakteri, Cumhuriyet öncesi ve erken Cumhuriyet döneminde kadına biçilen rolleri hem taşıyan hem de bu rolleri aşmaya çalışan bir figür olarak karşımıza çıkar. Fransız mürebbiyelerle yetişmiş, şehirli, eğitimli, kültürlü bir kadın profili sunar. Aynı zamanda toplumsal geleneklerle, aile baskısıyla ve aşk ile meslek arasındaki çatışmalarla da mücadele eder. Bu çelişkili yapı, onu kültürel bir sembol hâline getirir. Kadınların Feride’yle özdeşleşmesi bu noktada anlam kazanır. Çünkü Feride hem tarihsel bağlamda modern kadın fikrinin bir yansımasıdır hem de bireysel seçimlerinin sorumluluğunu üstlenen bir karakter olarak dönemin kadın okurları üzerinde derin bir etki bırakmıştır.

Çalıkuşu lakabı ise doğrudan doğayla ilişkilidir. Bu isim; sürekli hareket hâlinde olan küçük bir kuştan gelir. Bu kuşun adı, dönemin halk anlatılarında da geçer ve genellikle özgürlüğüne düşkün, ele avuca sığmaz kişilikler için kullanılır. Feride’ye bu ismin verilmesi, onun toplumsal kalıplara uymayan mizacını anlatmak için kültürel olarak oldukça yerindedir.

İlginç olan ise, bu karakterle yalnızca kadınların değil, erkeklerin de zaman zaman özdeşleşmesidir. Bu durum ilk bakışta şaşırtıcı gibi görünse de, aslında oldukça yapıcı ve kültürel açıdan dikkat çekici bir özelliktir. Erkeklerin Çalıkuşu kimliğini benimsemeleri, kalıplaşmış erkeklik normlarının dışında bir hassasiyet geliştirdiklerini gösterir. Bu hassasiyet, eril iktidar anlayışına yaslanmadan da güçlü olunabileceğini düşünen, bireysel duruşa değer veren bir bakış açısına işaret eder.

Toplumun uzun süre erkeklere yüklediği güçlü, duygusuz, kararlı ve sessiz kalıpları, Çalıkuşu’nda kendini gören erkekler kırmış olur. Onlar için Feride’nin içsel çatışmaları, kararsızlıkları, duygularını bastırmadan yaşayabilmesi bir örnek teşkil eder. Bu özdeşleşme, kültürel kodlarla da hesaplaştığını gösterir.

Bu anlamda Feride’yle özdeşleşen erkek figürü, bireyci, özgürlükçü ve hassas bir duruşun temsilcisi olarak okunabilir. Çalıkuşu ismi onlar için bir lakaptan öte, alternatif bir yaşam tarzının, farklı bir kişilik yapısının sembolüne dönüşür. Bu da hem edebiyatın gücünü hem de toplumsal dönüşümün birey üzerindeki etkisini ortaya koyar.







Zeyniler Köyünün Tarihi

Zeyniler, Bursa’nın doğusunda, Uludağ’ın eteklerine yaslanmış eski bir yerleşim yeridir. Bugün idari olarak Yıldırım ilçesine bağlı bir mahalle statüsünde olsa da, geçmişte köy niteliği taşıyan bu yerleşim, hem doğal yapısı hem de tarihsel izleriyle dikkat çeker.

Köyün adı, Zeyniyye Tarikatı ile bağlantılıdır. Bu tarikat, 14. yüzyılda yaşamış olan Zeynüddin Hafi’nin kurduğu, tasavvufi çizgisi Halvetiyye ile benzerlik taşıyan bir yapıya sahiptir. Osmanlı’nın ilk dönemlerinden itibaren özellikle Batı Anadolu’da ve Bursa civarında etkili olmuştur. Zeyniler adı da büyük olasılıkla bu tarikata mensup dervişlerin ya da müritlerin bu bölgede yerleşik hâle gelmesiyle anılmaya başlanmıştır. Böylece köyün adı, dini ve kültürel bir geçmişin taşıyıcısı olmuştur.

Zeyniler’in bugün yaşayan halkının önemli bir kısmı Ahıska Türkleri’dir. Ahıska Türkleri, 19. yüzyılda Çarlık Rusyası’nın Kafkasya’ya yönelik baskıcı politikaları sonucunda Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu göç dalgasının bir bölümü de Bursa’ya ulaşmış, yerleşim için Uludağ’ın eteklerinde stratejik ve tarıma elverişli yerler tercih edilmiştir. Zeyniler de bu tercihlerden biridir. Ahıska Türkleri burada hem tarım ve hayvancılıkla uğraşmış, hem de kültürel geleneklerini yaşatarak köyün sosyal dokusunu oluşturmuştur.

Köy, uzun yıllar boyunca dışa kapalı, doğayla uyumlu bir yaşam sürmüştür. Geçmişte ulaşım zordur, yollar dardır. Ancak bu zorluklar, köyün kendi içine dönük kültürel yapısını güçlendirmiştir. Aile bağları kuvvetli, komşuluk ilişkileri sıkıdır. Düğünler, bayramlar, cemiyetler geleneksel Ahıska örflerine uygun biçimde sürdürülmüştür. Bugün bile Zeyniler’de halkın bir kısmı bu gelenekleri yaşatmaya devam eder.

Cumhuriyet döneminde köy, eğitimle ve okulla daha sıkı ilişki kurmaya başlamıştır. Özellikle 20. yüzyılın ortalarında Bursa ile bağlantı yollarının iyileşmesiyle birlikte şehirle daha yakın bir ilişki kurulmuştur. Ancak yine de Zeyniler, Uludağ’ın doğasına yaslanmış, dinginliğini ve içtenliğini koruyan nadir yerlerden biri olmaya devam etmektedir.

 






19 Haziran 2025 Perşembe

HAMİDİYE TARIM LİSESİ BURSA: BİR ZİRAAT İDEALİNİN ZAMANLAR ÜSTÜ HAFIZASI

 



HAMİDİYE TARIM LİSESİ BURSA: BİR ZİRAAT İDEALİNİN ZAMANLAR ÜSTÜ HAFIZASI

Hamidiye Ziraat Mektebi, 1891 yılında Sultan II. Abdülhamid’in doğrudan himayesinde kurulduğunda bir teknik okul olarak toprağın devlet zihninde yeniden anlam kazandığı bir kalkınma projesinin parçasıydı. Tanzimat’tan sonra giderek ivme kazanan modernleşme çabaları içinde, tarımın ekonomik bir faaliyet alanı olarak sosyal düzenin temel taşı olduğu fikri güçlenmiştir. Sanayileşmenin geciktiği ve kırsal yapının egemenliğini koruduğu Osmanlı coğrafyasında, II. Abdülhamid, köylüyü modern bilgiyle buluşturarak hem üretkenliği artırmak hem de merkezi idareyi güçlendirmek istemiştir. Bu amaçla kurulan ziraat mektepleri içinde Bursa’daki Hamidiye, hem sembolik hem de işlevsel anlamda merkezî bir yere sahiptir.

Bursa, payitaht ya da tarihsel katmanların birikimiyle öne çıkan bir şehir olarak, Osmanlı tarım kültürünün ve bağ-bahçe medeniyetinin kodlarını taşıyan bir coğrafyadır. Hamidiye Ziraat Mektebi'nin bu topraklarda inşa edilmesi, Yeşil Bursa'nın verimli toprakları, Uludağ’dan süzülen kaynak suları ve kadim bağcılık geleneği; bu okulun bir eğitim kurumu, tarım laboratuvarı, bir medeniyet okuluna dönüşmesini sağlamıştır. Mektebin geniş arazisi, uygulama bahçeleri, seraları ve hayvancılık alanları, bilgiyi toprağa temas ettiren bir eğitimin taşıyıcısı olmuştur.

Hamidiye Ziraat Mektebi’nin eğitim modeli, dönemin klasik medrese anlayışından oldukça farklıdır. Mektep; uygulamalı dersleri, gözleme dayalı öğrenme biçimi, arazi üstünde doğrudan yapılan tarımsal çalışmalarla pedagojik açıdan yenilikçi bir çizgi benimsemiştir. Öğrencilere tarım teknikleri, iklim, toprak analizi, bitki hastalıkları, hayvan bakımı gibi alanlarda temel bilimsel bilgiler de verilmiştir. Böylece ziraat, geleneksel köylü bilgisi olmaktan çıkıp sistematik, kayıt altına alınan ve analiz edilebilir bir bilgi alanına dönüşmüştür. Bu anlayış, Cumhuriyet döneminde kurulan Ziraat Fakültelerinin temelini oluşturacak düşünsel birikimin habercisidir.

Hamidiye Tarım Lisesi, Batı’dan aktarılan bilimsel yöntemleri, yerli tarım bilgisiyle harmanlamaya çalışan bir sentez kurumudur. Osmanlı coğrafyasına özgü üretim biçimleri ve mevsim döngüleri gözetilmiştir. Bu durum, Hamidiye’yi; Osmanlı coğrafyasına uyarlanmış özgün bir eğitim laboratuvarına dönüştürmüştür. Böylece modernlik ve yerellik arasında örnek teşkil eden bir denge kurulmuştur.

Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, Hamidiye Ziraat Mektebi yeni rejimin kalkınma hamlelerine entegre edilmiştir. Adı zamanla değişmiş; ''Tarım Lisesi'', ''Ziraat Meslek Lisesi'' ve son olarak ''Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi''ne dönüşmüştür. Ancak eğitim anlayışı köklü bir dönüşüm yaşamamıştır. Cumhuriyet döneminde ''Köy Enstitüsü’'' ruhuyla benzeşen bu okul, kırsal kalkınmanın taşıyıcısı olan öğretmen, teknisyen ve ziraatçılar yetiştirmeye devam etmiştir. Tarımı bir hayat biçimi olarak benimseyen kuşaklar, bu okulun bahçesinde yetişmiş, toprağın insanla kurduğu bağın ne kadar derin ve dönüştürücü olduğunu orada öğrenmiştir.

Bugün Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, Osmanlı’dan günümüze taşınan bir tarım hafızasının canlı taşıyıcısıdır. Bursa’nın kalbinde yer alan bu yapı, geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir köprü gibi varlığını sürdürmektedir. Mezunları toprağın hikâyesini bilen, yaşadığı çevrenin doğal dengesine saygı duyan birer hafıza taşıyıcısıdır. Eğitim bahçeleri, arşivleri ve uygulama alanlarıyla bu okul, geçmişin ve geleceğin de tarımsal vizyonuna yön verecek potansiyele sahiptir.












Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nin kampüsü, bir eğitim alanı ve aynı zamanda şehirle kurduğu açık diyaloğun bir uzantısı olarak yaşamaya devam eden bir kamusal mekândır. Okulun geniş bahçeleri, seraları ve gölgelikli ağaçlarının altı, öğrencilerin, ziyaretçilerin huzurla soluk alabileceği alanlara dönüşmüştür. Bu yönüyle Hamidiye, eğitim mekânlarının bilgi aktarılan noktalar olduğu gibi, yaşama alanları olarak da kurgulanabileceğini gösteren nadir örneklerden biridir.

Bahçeye yayılan oturma alanlarında insanlar dilediklerinde dinlenebilir, yanlarında getirdikleri bir kitabı okuyabilir, arkadaşlarıyla kahve içerek uzun uzun sohbet edebilirler. Bu alanlar, doğayla temasın unutulmaya yüz tuttuğu modern kent yaşamı içinde, toprağa yakın bir teneffüs imkânı sunar.

Daha da önemlisi, okulun kendi seralarında öğrenciler tarafından yetiştirilen sebzeler, meyveler ve aromatik bitkiler, okul bahçesinde bulunan işletmenin mutfağında değerlendirilerek menülere dâhil edilir. Böylece orada yenilen öğün, emeğin, bilgeliğin ve toprağın birleşiminden doğan yaşayan bir tarım pratiğinin somut sonucu hâline gelir. Ziyaretçiler, okulun kendi üretimi olan ürünlerle hazırlanmış yemeklerin tadına bakarak hem öğrencilerin emeğine ortak olur hem de geleneksel lezzetlerin modern yorumlarını deneyimler.

Bu bütünsel yapı, Hamidiye’nin yalnızca bir eğitim kurumu olmadığını; yaşamla, üretimle, doğayla ve misafirlikle bütünleşen bir kültürel alanı olduğunu gösterir. Bu yönüyle Hamidiye, tarımı kitap sayfalarından çıkarıp gündelik hayatın içine yerleştiren; bilgiyi, toprakla kurulan dostluğun içine işleyen bir örnektir.

 















 


12 Haziran 2025 Perşembe

Üftâde Mehmed Muhyiddin: Osmanlı’da Tasavvufî Zühdün Bursa ile Bütünleşen Yüzü

 


Üftâde Mehmed Muhyiddin: Osmanlı’da Tasavvufî Zühdün Bursa ile Bütünleşen Yüzü

1490’lı yıllarda Bursa’da dünyaya gelen Mehmed Muhyiddin Üftâde, Osmanlı klasik çağının sonlarına tekabül eden bir dönemde yaşamış, yaklaşık doksan yıllık ömrü boyunca ilim, ahlâk ve tasavvuf çizgisinde örnek bir duruş sergilemiş ve Bursa’da vefat etmiştir. Asıl adı Mehmed Muhyiddin olan Üftâde Hazretleri, Bursa’da doğmuş, burada büyümüş, burada eğitim almış ve yine bu şehirde irşad faaliyetlerini sürdürerek Bursa’da ebedî istirahatine çekilmiştir. Onun hayatı, sıradan bir zühd yaşantısından ziyade, hem pedagojik hem manevî hem de toplumsal dönüşüm açısından çok yönlü bir model oluşturmakta, bu yönüyle sadece bireysel bir dervişlik tecrübesi olmaktan öteye geçerek Osmanlı şehir tasavvuru içinde kökleşmiş bir rehberlik biçimini yansıtmaktadır.

Doğumuna dair anlatılan rivayetlerden biri, annesinin onun çocukluk yıllarında bir gece rüyasında süt derelerine dalarak çıktığını görmesi ve bu rüyanın kocası tarafından ilim ve irfan ehli bir evlat olarak yorumlanmasıdır. Bu anlatı sadece manevi bir müjde olmaktan çok Osmanlı kültüründe yaygın olan rüya ve sembolik düşüncenin pedagojik bir değer taşıdığını, çocuğun eğitimine dair kararlarda belirleyici bir işlev üstlendiğini göstermektedir. Üftâde Hazretleri’nin çocukluk eğitimi, özellikle dört yaş dört ay dört gün esasına dayandırılmış ve bu yaşın, çocuğun zihinsel açıklığının, ahlaki kabiliyetinin ve irfanî alımlayıcılığının en yüksek seviyeye çıktığı dönem olarak kabul edilmesi üzerinden temellendirilmiştir. Nitekim sözlü gelenekte, çocuğun bu yaşa ulaştığında kendisine söylenen ve gösterilen her şeyi doğrudan zihnine nakşettiği, eğitimin verimliliğinin bu dönemde en yüksek düzeye ulaştığı dile getirilmiştir.

Tasavvufî terbiyesinde Hızır Dede'nin etkisi son derece belirleyicidir. Hızır Dede, Karacabey'de çobanlık yaparken soğuk kış mevsiminde ayakları donmuş, bu nedenle Bursa'ya yerleşmiş, burada tasavvuf yoluna intisap ederek ilim, irfan ve hizmet ile dolu bir hayata yönelmiştir. Üftâde’nin Hızır Dede ile kurduğu ilişki, sadece mürid-mürşid bağlamında değil, aynı zamanda toplumsal sınıf ve yaşam tecrübeleri arasındaki geçişkenliğin bir örneği olarak da okunmalıdır. Hızır Dede’nin ipekçilik mesleği üzerinden Üftâde’nin tahsiline destek sağlaması, maddî üretim ile manevî gelişimin bir arada yürütülebileceğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Aynı zamanda onun zahir-bütünlük ilişkisine verdiği önem, Üftâde'nin ilmî ve tasavvufî gelişiminin temelinde yer almıştır.

Üftâde Hazretleri’nin gençlik yıllarında Selçuk Hatun Mescidi İmamı Şeyh Muslihiddin Efendi’den temel dinî eğitim aldığı ve tasavvufa erken yaşta yönelmek istediği anlaşılmaktadır. Ancak Muslihiddin Efendi, her şeyin vaktine uygun gerçekleşmesi gerektiğini belirterek onu sabırla beklemeye teşvik etmiş, böylece zaman ve hâl kavramlarının tasavvufî eğitimdeki merkeziyetine dikkat çekmiştir. Bu dönem, Üftâde'nin içsel olgunlaşmasına zemin hazırlamış, ardından Meczub Abdal Mehmed Dede’nin cezbe neşesiyle tanışarak tasavvuf yolculuğuna adım atmasına vesile olmuştur. Bursa’daki camilerde ezan okurken sesiyle halkı derinden etkileyen Üftâde Hazretleri’ne müezzinlik görevi önerilmiş, ancak bir gece gördüğü rüyada kendisine Üftâde oldun hitabı yapıldıktan sonra bu tekliften vazgeçmiş ve istifa ederek istinkâf eylemiştir. Üftâde mahlasını da bu rüyadan sonra benimsemiş, anlam itibarıyla düşkün, boynu bükük, kabul etmeyen mânâlarına gelen bu kelime, onun zühd ve irfanla örülmüş hayatını simgeleyen sembolik bir kimlik halini almıştır.



Tasavvufî düşüncesinde ve uygulamalarında Halvetî gelenekten beslenmiş, zamanla Celvetiyye adı verilen irfan yolunun öncüsü hâline gelmiştir. Celvet, yalnızlığa çekilmekten sonra yeniden halkın arasına dönmeyi, mânevî eğitim sürecinin ardından hizmeti esas almayı, nefs terbiyesi ile donanmış bir dervişin topluma dönerek hakikati paylaşmasını ifade eden bir yöntemdir. Celvet yolunda yürümek, sükûttan sadâya, hicretten hitâba yönelmek anlamına gelmekte, bu yönüyle Halvetî anlayıştan ayrışarak toplumsal sorumluluk bilincini öne çıkarmaktadır. Üftâde’nin Gaybdan yevmi otuz akçe sözüyle ifade ettiği irfan anlayışı, tevekkül ile rızkın Allah tarafından tayin edileceği inancına yaslanmakta, kolaylık değil zahmet tercih edilerek hakikat yolunun meşakkatle örüldüğünü vurgulamaktadır.

Üftâde Hazretleri'nin Celvetiyye’ye kazandırdığı sistem, bir zikir düzeni yahut tarikat pratiği ve bir hayat nizamı sunmaktadır. Günlük hayatta uygulanan zikirler, istiğfarlar, salavatlar ve tevhidler ile birlikte, ibadet vakitleri arasına yerleştirilen nafile namazlar, evrad-ı celvetiyye duaları, oruç düzenleri ve ahlâkî hassasiyetler, bireyin ruhî terbiyesini süreklileştiren bir çerçeve sunmuştur. Devamlı abdestli olmak, her abdestten sonra iki rekât şükür namazı kılmak, tevbe ve inâbeye yönelmek, sünnete hassasiyetle bağlı kalmak, az yemek, az uyumak ve az konuşmak gibi ilkeler, Üftâde’nin tasavvufî ahlâk sistemini oluşturan temel esaslar arasında yer alır. Celvetin, kadim nurun zuhura erdiği noktada, halka karışarak Hakk’ı tebliğ etme sorumluluğuyla iç içe geçtiği bu anlayışta, müridin hem Rabbine hem topluma karşı vazifeleri hassasiyetle belirlenmiştir.

Mehmed Muhyiddin Üftâde Hazretleri, Osmanlı tasavvuf tarihinde manevî bir önder olarak, ilimle hikmeti, zühd ile hizmeti, sabır ile irşadı birleştiren bir şahsiyet olarak yer almış; Aziz Mahmud Hüdâî gibi büyük bir müridi yetiştirerek irfan mirasının sonraki kuşaklara ulaşmasını sağlamış, Bursa'nın manevi kimliğini şekillendiren temel isimlerden biri hâline gelmiştir. Onun öğretileri, sözden çok hâl ile aktarılmış, yaşadığı hayat, kaleme alınan eserlerden çok daha tesirli bir miras bırakmıştır.

 

HÛ DİYEN DERVİŞLERİN

dur cezbele­ri dervişlerin,
Hûdur izzetleri dervişlerin.
Hûdur sermâyesi dervişlerin,
Hû demek evrâdıdır dervişlerin.
Hû ile cümle merâtib kat‘ olur,
Rehberidir hû demek dervişlerin.
Görünür dost yolunun kapıları,
Çevre yânî nûr olur dervişlerin.
Mâsivâya bakmadan olur halâs,
Gönül gözü açılır dervişlerin.
Dost cemâlin görmeğe kâbil olur,
Vâsıl olur sırları dervişlerin.
Derdine derman dilersen dermend Üftâde sen,
Hizmetin et hû diyen dervişlerin.

 

Eski Türkçe / Tasavvufî Terimler ve Anlamları

Üftâde: Düşkün, boynu bükük, dünyaya yüz çevirmiş kişi. Tasavvufî anlamda kendini Allah yoluna adayan, nefsini terk eden kimsedir.

Zühd: Dünya nimetlerinden el çekmek, sade ve nefsanî arzulara kapılmayan yaşam biçimi.

Tasavvuf: Kalp ve ruhun arınması yoluyla Allah’a yakınlaşmayı hedefleyen İslâmî düşünce ve yaşam biçimi.

İrşad: Manevî rehberlik; doğru yolu gösterme, insanları hakikate yönlendirme.

Manevî: Ruhsal, fiziksel olmayan, içsel dünyaya ait.

Şehir tasavvuru: Osmanlı'da şehir anlayışının sadece yapılarla değil, ahlâkî düzen, vakıf sistemi, cami merkezli sosyal dokuyla bütünleşmiş hâli.

Rüya: Tasavvufta ilham, işaret veya Allah’tan gelen bir mesaj olarak kabul edilen düş hâli.

İrfan: Kalp yoluyla elde edilen derin bilgi; hikmet ve sezgiyle kavranan hakikat.

Pedagojik: Eğitimle ilgili. Tasavvufta çocuğun manevî terbiyesinde kullanılan yöntemleri de kapsar.

Zihinsel açıklık: Bilgiye ve hakikate açık olma hâli; anlayış kabiliyetinin yüksek oluşu.

İrfanî alımlayıcılık: Kalbin sezgiyle hakikati kavrama gücü.

Tasavvuf yolu: Allah’a ulaşmak için nefsi arındırma esasına dayalı manevî yolculuk.

Mürşid: Manevî rehber; dervişi Allah’a ulaştırmak üzere eğiten kişi.

Mürid: Manevî yola giren, mürşide tabi olan kişi.

Zahir: Dış görünüş, maddi boyut. Tasavvufta iç âlemin karşıtı olarak kullanılır.

Bütünlük: Zahir (dış) ve bâtın (iç) yönlerin uyumlu olması.

İlim: Bilgi; tasavvufta hem şer’î (dînî) hem de bâtınî (içsel) bilgiyi kapsar.

İpekçilik: Burada mecaz olarak kullanılmış; dünyevî mesleklerle manevî gelişimin birlikte sürdürülebileceğini ima eder.

Cezbe: İlahi aşk ve coşku hâli; Allah’ın cezbedici kudretiyle kulun kendinden geçmesi.

Neşe: Coşku, iç huzuru; ruhsal bir sevinç durumu.

Meczub: Allah aşkıyla kendinden geçmiş, dıştan bakıldığında aklını yitirmiş gibi görünen fakat içten Allah’a yakın biri.

İstinkâf: Dünyevî görevlerden veya makamlardan kendi isteğiyle el çekme.

Mahlas: Takma ad; tasavvuf ehlinin manevî kimliğini simgeleyen ad.

Halvetî: Tasavvufun bir kolu; inzivaya çekilerek Allah’a yönelmeyi temel alır.

Celvetiyye: Halvetin ardından tekrar halka karışmayı, toplum içinde Hakk’ı yaşamayı esas alan tasavvuf yolu.

Celvet: Yalnızlıktan sonra tekrar topluma dönerek hizmet etme hâli.

Sükût: Sessizlik, konuşmaktan kaçınma; içe yöneliş.

Sadâ: Ses, yankı; burada ilahî hakikatin dile gelişi.

Hicret: Terk etme, ayrılma; tasavvufta dünyayı bırakıp hakikate yönelme.

Hitâb: Seslenme, davet etme; bazen Allah’ın kuluna ilhamıdır.

Tevekkül: Allah’a tam güvenme, sonucu O’na bırakma.

Meşakkat: Zorluk, çile; manevî kemale ermenin yolu olarak görülür.

Zikir: Allah’ı anmak; sözlü ya da kalben yapılan ibadet.

İstiğfar: Allah’tan af dilemek.

Salavat: Peygamber Efendimiz’e dua ve selam getirmek.

Tevhid: Allah’ın birliğini dile getirme, Lâ ilâhe illallah inancıyla yaşama.

Evrad-ı Celvetiyye: Celvetî tarikatında düzenli olarak yapılan zikir ve dualar.

Nafile namaz: Farz olmayan, fazladan kılınan sevap amaçlı namaz.

İnâbe: Gönülden Allah’a yönelme, samimi dönüş.

Tevbe: Günahlarından pişman olup Allah’a dönme.

Sünnet: Peygamber Efendimiz’in söz, fiil ve onaylarından oluşan uygulamalar.

Ruhî terbiye: Nefsi arındırarak kalbi temizlemek ve Allah’a yakınlaştırmak.

İlim: Hem dünyevî hem manevî bilgiyi kapsayan öğrenme süreci.

Hikmet: Derin anlayış, Allah’ın işlerinde gizli olan sırları kavrama hali.

Hâl: Kalpte meydana gelen manevî durum; tasavvufî tecrübe.

İrfan mirası: Nesilden nesile aktarılan derin bilgi ve hakikat anlayışı.

Gaybdan yevmi otuz akçe: Allah’ın görünmeyen lütfu ile rızkın geleceğine dair tevekkül içeren veciz bir ifade.

: O anlamına gelen ve Allah’ı ifade eden zikir kelimesi.

Hûdur: Allah’ın huzurunda olma, manevî hazır bulunuş hâli.

İzzet: Yücelik, Allah’a mahsus şeref ve vakar.

Sermâye: Asıl kazanç; dervişin manevî yolculuktaki dayanağı.

Evrâd: Düzenli okunması gereken dua ve zikirler.

Merâtib: Manevî dereceler, seyr ü sülûkteki basamaklar.

Rehber: Mürşid, yol gösterici.

Çevre: Tasavvufta nurla çevrelenen hâl veya manevi atmosfer.

Nûr: İlahi ışık, aydınlanma.

Mâsivâ: Allah’tan başka her şey; tasavvufta dünyevî bağlardan kurtulma amacıyla terk edilmesi gerekenler.

Halâs: Kurtuluş, arınma.

Gönül gözü: Manevî sezgi; kalbin hakikati görmesi.

Dost: Allah’ın sıfatlarından biri; tasavvufta Hakk’ın kendisi.

Cemâl: İlahi güzellik; Allah’ın lütuf yönü.

Vâsıl: Allah’a ulaşan, seyr ü sülûk yolunu tamamlayan kişi.

Sır: Derin, gizli ilahi hakikat.

Dermend: Dertli, yardıma muhtaç; Allah’a muhtaç olduğunu bilen kul.

Hizmet: Allah ve insanlık yolunda yapılan her türlü gönüllü ve samimi çalışma.

 

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...