19. yüzyıl edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19. yüzyıl edebiyatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2025 Pazartesi

Samipaşazade Sezai’nin Küçük Şeyler Adlı Eseri


Bu Büyük Adam Kimdir?

Kitapta yer alan ilk hikâye Bu Büyük Adam Kimdir? adlı hikâyedir. Hikâyede anlatıcı her gün Beyazıt’a giderken karşılaştığı, düşüncelere dalmış hâlde yürüyen, kimseye selam vermeyen gizemli bir adamdan söz eder. Bu adamın tavırları, dalgınlığı, derin düşünceleri anlatıcıya bir filozof ya da büyük bir yazar izlenimi verir. Anlatıcı onu sık sık Rousseau ya da Victor Hugo gibi bir düşünürlerle özdeşleştirir. Ancak hikâyenin sonunda, o adamın aslında okuma yazma bilmediği, tütüncüye mektuplarını okuttuğu ortaya çıkar. Sezai burada, görünüşe aldanma temasını işler. Halkın içinden, sade bir insan bile “büyük bir bilgin” sanılabilir; öte yandan, gerçek büyüklük de her zaman eğitimle ya da gösterişle ölçülmez. Hikâye insanların dış görünüşe göre yargılamasının ne kadar yanıltıcı olabileceğini ironik biçimde vurgular. Anlatıcının “büyük bir filozof sandığı adam” sonunda sıradan, hatta okuma yazma bilmeyen biri çıkar; ama hikâye asıl büyüklüğün bilgi değil de insanlık ve tevazu olabileceğini düşündürür.

Hiç:

Eser, Sezai’nin realist gözlem gücünü romantik bir duygusallıkla birleştirdiği hikâyelerinden biridir. Hikâyenin kahramanı yirmi yaşında, hayatın yükünü erken sırtlamış bir delikanlıdır. Babası ölmüş, annesi ve kız kardeşinin geçimini sağlamak için çalışmaktadır. Kırılgan, duygulu ve onurlu bir yapısı vardır. Yoksullukla mücadele ederken bir yandan da yaşama anlam katacak bir şey arar; sevgiyi, umudu, ve mutluluğu. Bir gün vapurda tanıdığı genç bir kızın ona gülümsemesi, hayatına ansızın ışık gibi düşer. O tebessüm, genç adamın bütün yorgunluğunu, sıkıntısını unutturur; yaşamına yeni bir sevinç, umut ve anlam getirir. Her sabah kızı uzaktan görür, selamlaşırlar; genç adam artık çalışırken bile neşelidir, çünkü o tebessüm onun için bir yaşam kaynağı olmuştur. Fakat sonunda bir vapurda o kızla ve arkadaşlarıyla karşılaşır. Kızın gülümsemesi bu kez ona değildir, çevresindekilere yöneliktir; kız arkadaşlarının gülüşleri içinde o gülümsemenin sıradan bir yüz ifadesi olduğu anlaşılır. Genç adam, o kutsal sandığı tebessümün aslında hiçbir özel anlam taşımadığını fark eder. O an içinden şu kelime geçer: “Hiç.”

Hikâye, romantik hayal kırıklığı ile gerçek dünyanın sarsıcılığı arasındaki çatışmayı işler. Genç adam bir tebessüme aşk, anlam ve umut yükler. Oysa o tebessüm, dünyadaki her şey gibi geçici, sıradan ve hiçtir. Bu yönüyle hikâye romantik idealizmin yıkılışını anlatır. Samipaşazade Sezai burada, insanın güzellik ve anlam arayışının çoğu zaman boşlukla sonuçlandığını, yani “hiçlik” duygusuna ulaştığını söyler. Hikâyenin sonunda “hiç” sözcüğü, insanın bütün çabaları ve hayalleri için de bir yargı gibidir: Ne kadar büyütürsek büyütelim, çoğu şeyin ardında yalnızca hiçlik vardır. 

“Hiç”, Türk edebiyatında duygusal realizmin erken örneklerinden biridir. Sezai, küçük bir olay -bir gülümseme- üzerinden insan ruhunun derinliklerini, umut ile düş kırıklığı arasındaki ince çizgiyi işler.
Ayrıca hikâye bireyin iç dünyasına yönelen modern edebiyatın da habercisidir.

Kediler: 

Hikâyede yaşlı bir koca, karısına son bir kez ümitsizlikle seslenir: “Hanım! Ya ben ya kediler!” Kadının cevabı nettir: “Kediler!” Bu kısa diyalog, yıllarca süren bir evliliğin sonunu özetler. Koca, artık evin içinde karısının beslediği pek çok kedinin yarattığı kargaşadan bıkmıştır. Kediler her yerde dolaşır, koltukları işgal eder, eşyaları kırar, yiyecekleri çalar. Kadın ise bütün sevgisini bu hayvanlara yöneltmiştir. Koca, kendini değersiz hisseder; artık evde “ikinci plana atılmış bir varlık” gibidir. Bir gün öfkeyle bir kediye vurmak ister, ancak ayağı kayar, merdivenlerden düşer. Karısı bu durumu büyük bir sükûnetle karşılar ve incitici bir söz söyler: “Sen memnun ol ki ben kedileri seviyorum. Ya bunların yerine erkekleri sevsem?”

Koca evden gitmeye karar verir, eşyalarını toplar ve adada gezinmeye çıkar. Sokaklarda yoksul çocukları, neşeli kalabalıkları izlerken hayatını, yalnızlığını, evliliğinin anlamını düşünür. Deniz kıyısında dalgaların ritmi ona sanki şöyle seslenir: “Git git, karına git!” Sonunda verdiği karardan vazgeçer. Evine döner, karısına hiçbir şey söylemeden odasına kapanır ve ağlamaya başlar. Karısı sakin bir tavırla kapıyı açar ve son darbeyi indirir: “O kadar bağırarak ağlama, kedilerimi korkutacaksın?”

Bu hikâye yüzeyde gülünç görünür; kedilerle rekabet eden bir koca… Ama derinde çok daha ağır bir şey anlatır: insanın sevgiye olan ihtiyacı, yalnızlık, değer görmeme ve iletişimsizlik. Kediler burada sadece hayvan değildir; kadının duygusal kaçışının sembolüdür. Kadın sevgisini eşine değil de, itaatkâr, zararsız canlılara yöneltmiştir. Koca ise bu ilgisizliğe dayanamaz, ama aynı zamanda o evi de terk edemez. Sezai, bu küçük ev içi trajediyi toplumsal bir hicve dönüştürür: uzun yıllar süren evliliklerde duygunun yerini alışkanlık, aşkın yerini sabır, konuşmanın yerini ise sessizlik alır. “Kediler”, Sezai’nin ironik üslubunun en incelikli örneklerinden biridir. Evlilik, sevgi, alışkanlık ve insanın duygusal yalnızlığı üzerine hüzünlü ama zarif bir eleştiridir.

İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır: 

Bu tek cümle hikâyenin adını ve bütün anlamını taşır. “İki yüz elli kuruşa bir asır” yani az bir paraya, yüzyıllık güzelliklerin, bir ömrün, bir doğa tarihinin satılması. Sezai burada insanın maneviyatsızlığını, çıkarcılığını ve estetik duyarsızlığını eleştirir. Çamlıca’daki o koru, yalnızca ağaçlardan ibaret değildir; geçmişin, kültürün, insan ruhunun bir parçasıdır. Onun yok edilmesi, bir “asrın”, bir medeniyetin ruhunun satılması anlamına gelir. Hikâyenin tonunda romantik bir doğa sevgisiyle realist bir öfke iç içedir. Bu yönüyle Sezai Tanzimat’tan Servet-i Fünun’a geçişte ortaya çıkan ilk çevreci ve estetik duyarlılıklı yazar figürlerinden biri olarak okunabilir. 

Düğün: 

Hikâye çevredeki insanların sıradan sohbetleriyle başlar. Herkes “Behçet Bey’in düğününden” söz eder. Gelin hanımın adı Sitare’dir. Ancak kimse onu pek güzel bulmaz; bazıları alay eder, bazıları merakla konuşur. Behçet Bey ise çevresinde soğuk, mesafeli ve gururlu biri olarak tanıtılır. Düğün, Sultanahmet civarındaki eski bir konakta yapılır; yıpranmış ama hâlâ görkemli bir mekândır. Ev süslenmiş, davetliler toplanmıştır. Kadınlar, erkekler, müzisyenler, ışıklar ve gürültü arasında evlilik bir “seyirlik” halini alır. Herkes gelinle damadı izlerken, Sezai’nin anlatısı yavaş yavaş kalabalığın içinden sıyrılıp iç mekânın derinliklerine yönelir. Sitare Hanım, dışarıdan bakıldığında ağırbaşlı, utangaç, biraz da üzgün görünür. Gözleri zaman zaman dolmaktadır. İnsanlar onun ağlamaklı hâlini garipser ama kimse gerçeği bilmez. Gecenin ilerleyen saatlerinde, birdenbire sessizce ortadan kaybolan bir cariye dikkat çeker. Elinde bir anahtar vardır, merdivenlerden aşağı iner. Düğünün kalabalığı gürültüyle devam ederken, Sezai’nin anlatıcısı cariyenin peşinden gider ve bizi evin loş, terk edilmiş bir odasına götürür. O odada, sarı saçları yastığa dağılmış, ölü bir genç kadın yatmaktadır. Kadının yüzü sanki hâlâ canlı gibidir; dudaklarında solgun bir tebessüm, gözlerinde bir acı vardır. Ancak beden artık çözülmeye başlamıştır; oda ağır bir kokuya bürünmüştür. Bu kadın, Behçet Bey’in önceki sevgilisidir, ya da söylentilere göre, azat ettiği cariyesi. Behçet’in düğün gecesinde, onun “ölü aşkı” aynı konakta, sessizce çürümektedir.

Hikâye iki eksen üzerine kuruludur: dışarıda Behçet Bey’in düğünü vardır; içeride ise ölen genç bir kadın. Dilsitân, bir zamanlar Behçet Bey’in konağında büyümüş, saf, güzel ve hayatı hiç tanımayan genç bir cariyedir. Çocukluktan genç kızlığa geçtiği sırada, Behçet Bey onu bir sabah bahçede yakalar, zorla öper ve “Seni seviyorum” der. Bu olay Dilsitân’ın ruhunda derin bir sarsıntı yaratır. Henüz sevginin, özgürlüğün, şefkatin anlamını bilmeyen bu genç kız, kendisini bu sözlere kaptırır. Ona göre bu bir aşk itirafıdır, halbuki Behçet’in duygusu daha çok sadece bedensel bir arzudur. Zamanla Behçet Bey’in cariyesi olur. Ancak bu ilişkide sevgi yoktur, tahakküm üzerine kuruludur. Behçet Bey ondan bıkmaya başlayınca kaba davranır, azarlar, döver. Kadın ruhunun kırılganlığıyla, Dilsitân bu aşağılanmaları da aşkın bir parçası sanır. Sezai burada kadın psikolojisini dönemin toplumsal yapısıyla birlikte işler: kadın, erkeğin sevgisine ve merhametine bağlı yaşamak zorundadır. Bir süre sonra Behçet Bey evlenmeye karar verir. Yeni eşi Sitare Hanım’dır; öykünün başındaki “güzel mi, değil mi?” tartışmalarında adı geçen kadın. Dilsitân ise o sırada hastadır; öksürükleri artar, rengi solar. Onu artık bir köşeye, kullanılmayan nemli bir odaya kapatırlar. Behçet Bey, düğün masraflarını karşılamak için Dilsitân’ı satmak ister, ama artık çok geçtir: genç kadın verem olmuştur. Düğün gecesinde, yukarıda neşeyle eğlenen konukların gürültüsü, aşağıda son nefesini vermekte olan Dilsitân’ın odasına kadar ulaşır. O an Dilsitân son kez gözlerini kaldırır; yukarıdaki ışıklı dünyanın yankısı, ölmekte olan bedeninin karanlığına karışır. Sessizce ölür. Böylece öykü, yaşayanların eğlencesiyle ölenin trajedisini aynı mekânda buluşturarak son bulur.

Bu öykü iki zıt dünyanın; yaşam ve ölümün, gösteriş ve içsel çöküşün aynı mekânda kesişmesi üzerine kuruludur. Sezai, toplumsal bir olayı bireysel trajedinin fonuna yerleştirir: dışarıda neşe, içeride çürüme vardır. Düğün bu açıdan, Osmanlı toplumunun ahlaki ikiyüzlülüğünü temsil eder. Hikâyede kadın figürü, özellikle Sitare Hanım, güzellik ve mutluluk ölçütleriyle değerlendirilen ama duygusal olarak yalnız bırakılan “görünmez varlık”tır. Eski sevgilinin ölüsü ise, bir dönemin “unutulmuş kadınlarını” köle edilmiş, sevilmiş, sonra terk edilmiş kadınları simgeler. İki kadın da erkek egemen toplumun kurbanıdır: biri yaşarken ağlar, diğeri ise acısını kalbine gömerek ölür.

“Düğün”, Türk edebiyatında modern psikolojik öykünün öncülerinden biridir. Sezai burada yalnız bir olayı anlatmaz; bir ruh hâlini, bir atmosferi, bir kokuyu bile duygusal olarak hissettirmeyi başarır. Son sahnedeki sessizlik ahlaki çürümenin sessizliğidirSamipaşazade Sezai kadının iç dünyasını, bastırılmış duygularını, sevgiyi bir kurtuluş sanışını ustalıkla işler. Konağın üst katında ışıklar, kahkahalar, müzik vardır; alt katta karanlık, nem ve ölüm. Bu çelişki Osmanlı toplumunun ahlaki çürümüşlüğünü, sınıfsal uçurumu ve duyarsızlığını simgeler. Behçet Bey, toplumun ikiyüzlülüğünün temsilidir: zengin, saygın, ancak merhametsiz. Düğün Türk edebiyatında realist ve psikolojik öykünün öncülerinden biri kabul edilir. Dilsitân karakteri, Servet-i Fünûn döneminde Halit Ziya’nın kadın kahramanlarına (örneğin Aşk-ı Memnu’daki Bihter) öncülük eder. Sezai olaydan çok ruh hâlini anlatır; kelimeleriyle insanın içsel trajedisini resmeder.

Arlezyalı:

Anlatıcı, bir gün köye giderken eski ve hüzünlü bir çiftlik evi görür. Evin önünden geçerken içini açıklayamadığı bir keder kaplar. Sonradan öğrenir ki, bu evde büyük bir trajedi yaşanmıştır. Evin küçük oğlu Jan, köyün yakınında yaşayan güzel ve alımlı bir kıza âşık olmuştur. Kız çevresi tarafından “biraz açık saçık” bulunur, geçmişi belirsizdir. Jan’ın ailesi bu ilişkiye karşı çıkar. Ancak Jan, “Eğer onu bana vermezlerse ölürüm” diyerek evlenmekte ısrar eder. Aile sonunda razı olur ve düğün hazırlıkları başlar. Tam bu sırada çiftliğe gizemli bir adam gelir. Kendini Arlezyalı’nın eski sevgilisi olarak tanıtır ve elindeki mektuplarla, kızın ahlaksız biri olduğunu, bir süredir onun “kapatması” olduğunu söyler. Jan’ın ailesi şok olur. Jan utançtan kıpkırmızı kesilir, adamı reddetmez ama hiçbir şey söylemeden çıkar gider. Düğün iptal edilir. Jan içine kapanır, yaşama sevincini kaybeder. Annesi onu korumak, avutmak ister ama o giderek sessizleşir. Günler sonra köyde “Sen Aluva” adlı bir festival yapılır; herkes eğlenirken Jan da görünürde normale dönmüş gibidir. Fakat gece yarısı çatıya çıkar ve kendini boşluğa bırakır.

Pandomim: 

Pasqual halkı güldüren, pandomim yapan bir komedyendir. Onu sahneden sıklıkla izleyenlerden biri, Eftalya adında genç bir kızdır. Güzelliğiyle dikkat çeker. Bir gün Eftalya, oyun sırasında Pasqual’e bir çiçek atar. Bu küçük jest Pasqual’i derinden sarsar; kızın masum ilgisini gerçek aşk zanneder. O gece eve döndüğünde sürekli o çiçeği düşünür, rüyasında Eftalya’yı görür. Kıza duyduğu saf ama takıntılı aşk kısa sürede saplantıya dönüşür. Bir süre sonra Pasqual, Eftalya’nın tiyatroya gelmediğini fark eder. Ardından onun evlendiği haberini duyar. Son kez Eftalya’yı kocasıyla birlikte locada otururken görür. Onları güldürür, oyununu bitirir, eve gider, kapısını sürgüler. Ertesi gün kapısı kırıldığında Pasqual’in cansız bedeniyle karşılaşırlar: O, yine meşhur numarasını yapar gibi -dilini çıkararak- kendini asmıştır. 

Pasqual karakteri, sanatçının kaderini temsil eder. İnsanları eğlendiren kişi, kendi iç dünyasında en derin yalnızlığı yaşar. Bu 19. yüzyıl romantik sanat anlayışında sık görülen bir motiftir; “trajik soytarı”.  Sezai’nin hikâyeleri yüzeyde melodramatik görünür ama psikolojik derinlik taşır. 

*

Samipaşazade Sezai’nin Küçük Şeyler kitabında intihar teması, insanın iç dünyasıyla dış dünyanın çatışmasının kaçınılmaz sonucu olarak karşımıza çıkar. Sezai’nin kahramanları aşırı duyarlıdır; içlerinde taşıdıkları aşk, umut, inanç ve güzellik arayışı onları yaşadıkları topluma sığmaz hâle getirir. Toplum, onların içtenliğini ve duygusallığını küçümser; çevre baskısı, ahlak anlayışı ve gelenekler onların ruhunu boğar. Bu yüzden intihar, bir kaçış ya da reddediş biçimidir. “Arlezyalı”da Jan, sevgisine sahip çıkamadığı için toplumun baskısına yenilir; “Pandomim”de Pasqal, kendi duygularını gizlemek zorunda kalan, insanları güldürürken kendisi ağlayan bir sanatçıdır. Her iki karakter de bu dünyada duygularına yer olmadığını fark eder. Sezai için intihar, bireyin saflığını koruma çabasıdır; sahte mutlulukların, toplumsal yalanların ortasında kendi iç gerçeğini koruyamayan insanın son sözüdür. Bu yönüyle Sezai’nin hikâyelerinde intihar, hem duygusal bir yıkımın hem de ahlaki bir başkaldırının simgesidir: İnsan, yaşadığı dünyada dürüst kalamıyorsa, ölümü seçer.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...