Abdullah b. el-Hüseyin’in Hatıratı Üzerinden Siyasal
Söylem, Ayrışma Mantığı ve Haşimi Projesinin Coğrafi Daralması
Abdullah b. el-Hüseyin’in hatıratı, Haşimi hanedanının
siyasi mücadelesini anlatan kişisel bir yaşam öyküsüdür. Hatırat satır
aralarına sinmiş ideolojik yönelimi, erken dönem Arap milliyetçiliğinin
kendisini nasıl tanımladığını anlamak açısından dikkate değer bir birincil kaynak
niteliği taşır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde Türk-Arap ilişkilerinin
giderek sertleşen seyrini aktaran ve bu ilişkileri milliyetçi bir ayrışmanın
doğal sonucu gibi gösteren bir söylem inşa eder. Dolayısıyla hatırat, tarihî bilgi sunarken aynı zamanda Osmanlı’dan kopuşun hangi zihinsel ve siyasal
gerekçelerle meşrulaştırıldığını da sergiler.
Abdullah’ın hatıratı, Tanzimat’tan İttihat ve Terakki’nin
merkezileşme hamlelerine kadar uzanan modernleşme sürecini, Osmanlı devlet
aklının gerektirdiği idari reformları Arapların tarihî konumunu zayıflatan ve
onları “ikinci unsur” hâline getiren bir dönüşüm olarak resmeder. Bu durum hatıratta,
Arap isyanının ideolojik gerekçesini güçlendiren dramatik bir çerçeveyle
sunulur. Osmanlı reformlarının İslam devlet geleneğinden “kopuş” biçiminde
yorumlanması, Arap milliyetçiliğinin geriye doğru açılan tarihî kök arayışını
yansıtır. Arşiv belgelerinin ışığında ise bu süreç daha karmaşık görünür:
Merkezi devlet gücü, imparatorluğun bütünlüğünü korumak için zorunlu olarak
sıkılaşmış, Hicaz ve Suriye hattı savaş tehdidi altında yeniden düzenlenmiştir.
Hatıratta ise bu çabalar hanedan onurunu zedeleyen bir baskı olarak
çerçevelenir.
Asîr cephesindeki askerî felaketler ve yerli halkla yaşanan
sürtüşmeler de aynı anlatı mantığı içinde yeniden yorumlanır. Osmanlı askerinin
güya sertliği, salgın hastalıklar ve komuta sorunları, Abdullah tarafından
Araplara yönelik sistematik bir kötü muamele gibi sunulur. Bu sunuş biçimi,
isyanın ahlaki temelini inşa etmeye yöneliktir. Okuyucu açısından burada dikkat
çekici olan, gerçeklerin siyasi bir kopuşu haklılaştıracak şekilde
dönüştürülmesidir. Hatıratta yer alan dramatik olayların tarihî değeri, bir siyasal sorun yaratma çabasına hizmet etmesinde
aranmalıdır.
Hicaz’a dönüşten sonra yaşanan bürokratik çekişmeler, Şerif
Hüseyin’in valilerle ve merkezle sürtüşmeleri, İstanbul ile yaşanan
telgraflaşmalar da aynı ideolojik düzenlemenin parçasıdır. Şerif Hüseyin’in
Taif’te sarf ettiği “Burada Sultan’ı ben temsil ederim” sözü, Osmanlı açısından
apaçık bir siyasal meydan okumadır; ancak hatıratta bu tutum, meşru yerel
otoritenin onurunu koruması olarak idealize edilir. Böylece Hicaz’ın
Osmanlı’dan fiilî kopuşu, yerel özerklik bilincinin uyanışı gibi sunulur;
sürecin sorumluluğu Haşimilere değil de merkezî hükümetin idari politikalarına
yüklenir. Bu çerçeve, hatıratın olayları belli bir siyasal öykünün içine
yerleştirdiğini açıkça gösterir.
İngiltere ile kurulan temaslar anlatının en dikkatli
okunması gereken kısmını oluşturur. Hatırat, Kitchener ile başlayan ilişkileri
zorunlu diplomatik nezaket olarak yorumlar; fakat Osmanlı arşivleri
İngiltere’nin Hicaz’ı daha erken tarihlerden itibaren bir nüfuz alanı
olarak değerlendirdiğini, bölgedeki kabilelerle yoğun temas yürüttüğünü
gösterir. Abdullah’ın bu temasları ideolojik çerçevenin arka planına itmesi,
Arap ayaklanmasının dış etkilerden ziyade iç mecburiyetlerle doğduğu izlenimini
yaratmaya yöneliktir. Ancak tarihî belgeler askeri ve siyasi desteğin
belirleyici ölçüde İngiltere’den geldiğini, mektuplaşmaların da Osmanlı’ya
karşı kurulan ittifakın örgütsel zeminini oluşturduğunu gösterir.
Birinci Dünya Savaşı sonrası manda düzeninin bölgeyi taksim
etmesi, Abdullah’ın hatıratında kopuşun dış güçlerin ihanetiyle açıklanmasına
yol açar. Gerçekte ise Sykes-Picot düzeni, büyük güçlerin imparatorluk
bakiyesini kendi nüfuz alanlarına göre yeniden şekillendirmesinin bir
sonucuydu. Bu bağlamda Arap ayaklanmasının hedeflediği “tek bir Arap ülkesi”
fikri, savaşın sonunda Fransız mandası altındaki Suriye, İngiliz idaresindeki
Filistin, Irak ve Ürdün gibi birbirinden kopuk yönetim birimlerine bölündü.
Hatırat, bu parçalanmayı Haşimi liderliğinden uzaklaşmanın sonucu gibi
yorumlar; tarihî gerçek ise bunun büyük güçler arasındaki rekabet, kabile
yapılarının gevşekliği ve Arap siyasi elitlerinin kendi iç bölünmeleriyle
ilgili olduğunu ortaya koyar.
Siyasal dağınıklığın en kritik yansıması, Hicaz’ın
Vehhâbî hareket tarafından ele geçirilmesiyle yaşandı. Abdullah’ın Vehhâbîliğe
yönelttiği sert teolojik eleştiriler, siyasal otorite mücadelesinin din diliyle anlatımıdır. Vehhâbî hareket, çöl
şartlarına uyumlu sert disipliniyle yeni bir merkezi Arap siyasal projesi
yaratırken, Haşimi düzeni son derece gevşek kabile ittifaklarına dayanıyordu.
Harmâ ve Türebe çatışmaları bu açıdan bir dönüm noktasıdır: Arap ayaklanmasının
Osmanlı karşısındaki askerî enerjisi, Suudî düzenli savaşçı ethosu karşısında
çözülmüştür. İngiltere’nin bu çatışmalarda Haşimilere açık destek vermekten
kaçınması, bölgenin geleceğinin Hicaz’da değil, Mezopotamya ve Körfez’de
şekilleneceği yönündeki stratejik tercihini yansıtır.
Haşimi projesinin parçalanması nihayetinde Ürdün’de dar bir
siyasal zeminde yeniden kurulma çabasına dönüştü. Abdullah’ın Maan’dan Amman’a
gelişi siyasal bir sığınma ve yeniden örgütlenme hamlesiydi. İngiltere’nin
çizdiği sınırlar içinde kurulan Doğu Ürdün Emirliği, Arap ayaklanmasının savaş sonrası güç dengelerinin zorunlu bir ürünüdür.
Hatırat bu süreci milliyetçi bir meşruiyet anlatısıyla örter; fakat tarih bu
yeni devletin manda hukukunun izin verdiği ölçüde varlık gösterdiğini ortaya
koyar.
Abdullah b. el-Hüseyin’in hatıratı, tarihî olayları
tarafsızca aktaran bir belge değildir, Osmanlı’dan ayrılışın siyasi söylemini
kuran bir metindir. Bölgesel gerilimler ve yönetim
zaafları elbette gerçektir; ancak hatırat bu unsurları düzenli biçimde seçerek
Arap isyanını ideolojik açıdan haklılaştıran bir büyük anlatı oluşturur. Bu
yönüyle hatırat dönemin Arap siyasal düşüncesinin kendisini hangi gerekçelerle
meşrulaştırdığını gösteren bir ideoloji kaynağı olarak değerlidir. Arap birliği
idealinin hangi koşullar altında neden çözüldüğünü, Haşimi hanedanının
coğrafi daralmasını ve İngiliz mandacılığının bölgeyi nasıl yeniden
şekillendirdiğini anlamak için hatıratın söyleyiş biçimine
bakmak gerekir.
Doğu Ürdün Emirliği’nin Doğuşu: Abdullah b. el-Hüseyin’in
Hatıratı Üzerinden Siyasal Yeniden Konumlanma, Manda Düzeninin Sınırları ve
Haşimi İktidarının Daralan Coğrafyası
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Arap coğrafyası, Haşimi
hanedanının tahayyül ettiği birleşik Arap ulusu fikrinin çok uzağına düşen,
mandalarla bölünmüş ve birbirinden kopuk siyasal birimler hâline geldi. Bu
dağınıklığın ortasında, Abdullah b. el-Hüseyin’in hatıratı, Haşimi projesinin
nasıl Hicaz’dan kopup Doğu Ürdün’e taşındığını, bir bakıma sürgünle karışık bir
yeniden kuruluş süreci olarak yorumlar. Fakat dışarıdan bakıldığında bu süreç,
büyük güç siyasetinin çizdiği zorunlu bir düzenin içinde şekillenmiş sınırlı
bir iktidar arayışı olarak görünür. Hatırat, bu dar siyasal alanı ideolojik bir
meşruiyet çerçevesine oturtmaya çalışsa da, Ürdün Emirliği’nin kuruluşu savaş
sonrası Ortadoğu’daki güç dengelerinin neredeyse doğrudan bir sonucudur.
Abdullah’ın Suriye’ye ilerleyiş ümidi daha baştan
İngilizlerin sert tavrıyla sınırlanmıştı. Maan ve Kerek’te duvarlara asılan
bildiriler, İngiltere’nin Haşimileri Fransız mandasına karşı bir askeri
maceraya izin vermeyeceğine dair açık bir uyarıydı. Hatıratta bu uyarılar bir
tür nezaket dışavurumu olarak sunulsa da, bölgedeki manda düzeni açısından
bunlar yeni sınırların ilanıydı: Suriye Fransa’ya bırakılmış, İngiltere ise
Haşimilere yalnızca Ürdün’ün doğusundaki dar bölgeyi bir faaliyet alanı olarak
tanımıştı. Böylece Abdullah’ın Suriye idealinin daha ilk aşamada dışarıdan
müdahale yoluyla kesildiği anlaşılır. Hatıratta yer alan milliyetçi kararlılık
ifadelerine rağmen, İngiliz stratejisinin belirlediği bu sınırlar Haşimi
projesinin kaderini belirlemiştir.
Abdullah’ın Amman’a gelişi hatıratta geniş törenlerle
süslense de, bu durum bir otorite arayışının başlangıcına işaret ettiğini
gösterir. Bölge kabilelerinin Abdullah’ı karşılaması, Haşimi hanedanına duyulan
bir saygıdan ziyade, İngiltere’nin desteğini arkasına alacağı beklentisiyle
şekillenmişti. O dönemin Doğu Ürdün’ü, Belka’dan Aclun’a, Kerek’ten Tafile’ye
kadar bölünmüş, kendi içinde dar kabile yapılarıyla hareket eden, siyasal
bütünlüğü olmayan bir coğrafyaydı. Abdullah’ın burada üstlendiği rol, bir
Osmanlı vilayetinin devamı olan gevşek idari yapıyı, manda hukukunun tanıdığı
ölçüde merkezi bir forma dönüştürme çabasıydı. Hatıratta bu süreç idealize
edilse de, dışarıdan bakıldığında çölün parçalı toplumsal dokusunu ilk kez bir
idari çatı altına toplama girişimi olarak görülür.
Kudüs’te Winston Churchill ile yapılan görüşme,
Abdullah’ın siyasal imkânlarının gerçek sınırlarını tayin eden anlardan
biridir. Hatırat görüşmenin dostane atmosferini ön plana çıkarırken, görüşmenin
tarihî sonucu çok daha katıdır: Faysal Irak’a kral yapılacak, Suriye
Fransa’ya bırakılacak ve Abdullah’ın Doğu Ürdün’de kalması kesinleşecektir. Bu
tablo Arap isyanının hedeflediği büyük bağımsızlık fikrinin çöktüğünü,
Haşimilerin ise ancak İngiltere’nin izin verdiği ölçüde siyasal varlık
gösterebileceğini açıkça ortaya koyar. Abdullah’ın “halkıma danışmadan karar
veremem” sözleri, hatıratta bir direniş işareti gibi aktarılır; fakat süreç
İngiliz stratejisine bağlı olarak çoktan şekillenmiştir. Emirlik bu nedenle bir
Arap milliyetçiliği zaferi değil, manda düzeninin çizdiği sınırlı bir özerklik
modelidir.
1921’de kurulan ilk hükümet, Doğu Ürdün’de modern devlet
yapılarına geçişin başlangıcı olarak anlatılır; oysa hükümetin görev alanı,
İngiliz danışmanlarının gölgesinde belirlenen dar idari sorumluluklardan
ibarettir. Arap isyanında yer
almış kabile liderleri ve İngiliz teknik uzmanlarının birlikte yer aldığı bu
yönetim, gerçek anlamda bir geçiş idaresiydi.
Devlet burada kurulmaz, daha doğrusu kurulmaktan çok şekillendirilirdi; kendi özgün
siyasal iradesiyle değil, manda rejiminin güvenlik kaygıları, bütçe kısıtları
ve dış politika sınırlarıyla.
1923-25 dönemindeki kabile çatışmaları ve sınır
tehditleri, Haşimi otoritesinin ne kadar güçsüz olduğunu ve yeni devletin
varlığının bölgedeki askeri dengelere sıkı sıkıya bağlı olduğunu gösterdi.
Küre, Küleyb ve diğer iç isyanların bastırılması, Vehhâbî saldırılarının
sınırdan uzaklaştırılması ve kabilelerin vergi-itaat ilişkisinin yeniden
tanımlanması, bir devlet inşasından ziyade, krizlerin art arda yönetilmesiydi.
Hatıratta bu olaylar bir devletleşme başarısı olarak yorumlansa da, gerçekte
İngiliz askeri yardımı ve hava gücü olmadan bu düzenin sağlanamayacağı açıktır.
Emirlik bu nedenle içeride geleneksel kabile hiyerarşisiyle, dışarıda ise
İngiliz güvenlik sisteminin sert çizgileriyle ayakta durabilmiştir.
1928 Anayasası, Ürdün’ün siyasal yapısını şeklen
bağlayıcı bir çerçeveye kavuşturur; fakat bu anayasa, İngiliz askerî varlığını,
dış ilişkilerin Londra tarafından yürütülmesini ve danışmanların yönetimdeki
vazgeçilmez rolünü resmen korur. Böylece Doğu Ürdün “içte özerk, dışta bağımlı”
bir manda devletine dönüşür. Hatırat, anayasayı Arap siyasal iradesinin bir
ifadesi gibi sunar; ancak anayasanın maddeleri, bağımsızlığın biçimsel, manda
denetiminin ise fiilî olduğunu açıkça ortaya koyar.
1930’lar boyunca hükümetlerin sık sık değişmesi,
bürokratik kadroların oluşamaması ve mali yapının zayıflığı devletleşme
sürecinin ne kadar zayıf olduğunu gösterir. Bu dönem hatıratta büyük
programlarla süslenmiş görünse de, gerçekte devletin kapasite sorunlarının
sürdüğü, her kabinenin benzer vaatleri yinelediği bir geçiş dönemidir. 1939
Anayasa değişiklikleriyle Abdullah’ın monark olarak yetkilerinin
genişletilmesi, Emirliği nihayet belirgin bir siyasal yapıya kavuşturur; ancak
bu güç yoğunlaşması, iç istikrarı koruma ihtiyacının bir sonucudur.
Süreç 1944’te İngiliz Yüksek Komiseri’nin gönderdiği
mektupla yeni bir aşamaya girer. Mektup, Ürdün'ün bağımsızlık taleplerine
kapıyı aralasa da, bunun savaştan sonra gerçekleşebileceğini belirtir. Bu
diplomatik açıklama, 1946 Londra Antlaşması'nın ve Ürdün Krallığı’nın doğuşunun
öncül işareti olur. Hatıratta bu gelişmeler Arap davasının bir başarısı olarak
sunulur; ancak tarih Ürdün’ün bağımsızlığının İngiliz çıkarlarıyla uyumlu
olduğu için mümkün olduğunu göstermektedir.
Abdullah’ın hatıratı bu uzun ve zorlu süreci bir
milliyetçi projenin başarı hikâyesi gibi çerçeveler, fakat tarihî okuma daha
farklı bir sonuç verir: Doğu Ürdün Emirliği, Arap Ayaklanması’nın başarısından
değil, başarısızlığından doğmuştur. Suriye’nin kaybı, Hicaz’ın Suudî
ilerleyişine yenik düşmesi ve Filistin’in İngiliz politikalarıyla geri dönüşsüz
biçimde değişmesi, Haşimi hanedanını dar bir coğrafyaya sıkıştırmış; İngiltere
ise bu sıkışmayı kendi bölgesel stratejisi için kullanarak emirliğin
çerçevesini çizmiştir.
Doğu Ürdün’ün doğuşu, bu nedenle parçalanmış bir
coğrafyada ayakta kalma mücadelesinin ürünüdür. Haşimi siyasal düşüncesinin
çözülmüş imparatorluk bakiyesinde kendine yer açma çabası ve İngiliz mandater
düzeninin bu çabayı nasıl yönlendirdiği anlaşılmadan, bölgedeki modern devlet
inşasının mantığı tam olarak kavranamaz. Abdullah’ın hatıratı bu mantığı
gizlemeye çalışsa da, tarihî süreç onu tüm açıklığıyla göz önüne serer: Ürdün
bir devrimin değil, bir yenilginin içinden doğmuştur.
Suudî Yükselişi, Vehhâbî Savaş Mantığı ve Haşimî
Otoritesinin Çözülüşü: 1919-1925 Arasında Hicaz’ın El Değiştirme Sürecinin
Tarihsel Anatomisi
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı’nın bölgeden
çekilişi, Ortadoğu’da büyük bir siyasal boşluk yarattı; fakat bu boşluk hiçbir
şekilde Arap Ayaklanması’nın öngördüğü geniş ve birleşik ulus tahayyülünü
doğurmadı. Tam tersine savaşın hemen sonrasında ortaya çıkan en belirgin
gerçeklik, bölgenin eski merkezî otoritelerden kopmuş, mandalarla bölünmüş ve
kabile siyasetinin sert hesaplarına teslim olmuş bir coğrafyaya dönüşmesiydi.
Bu dağınık coğrafyada en hızlı yükseliş, Arap isyanının öncü gücü Haşimîlerde
değil, çölün toplumsal dokusunu kendine göre örgütleyen Necid merkezli Suudî
hareketinde ortaya çıktı. Abdullah b. el-Hüseyin’in hatıratı, bu dönemin
olaylarını doğal bir rekabet gibi sunmaya çalışsa da, Suudîler hem askerî hem ideolojik hem de toplumsal bakımdan Haşimîlerden
daha güçlüdür.
Haşimî hanedanının 1916’da Osmanlı’ya karşı yürüttüğü isyan,
büyük ölçüde kabile sadakatlerinin ganimet ve ücretle sürdürüldüğü, gevşek
yapılı bir savaş koalisyonunun üstüne kuruluydu. Bu koalisyon, Osmanlı
ordusunun bölgedeki mevcudiyetinin zayıflamasıyla geçici bir başarı
sağlayabilmişti; ancak barış sonrası dönemde aynı yapının sürdürülebilmesi için
gerekli siyasi, ekonomik ve kurumsal altyapı mevcut değildi. Hatıratta
Abdullah’ın sık sık vurguladığı “özgür Arap iradesi” söylemi, gerçekte
kabilelerin çıkar hesaplarını örtmeye yarayan bir idealizasyondu. Hicaz’ın
toplumsal yapısı, sürekli mali kaynak gerektiren bir bağlılık sistemine
dayanıyordu; Osmanlı çekildikten sonra bu mali akış durdu, İngiliz kaynakları
ise yalnızca belirli siyasal hedeflere yönelik ve sınırlıydı. Dolayısıyla
Haşimî otoritesinin temeli daha en baştan güçsüzdü.
Buna karşılık Suudî hareket, Abdülaziz b. Suud’un
liderliğinde çöl savaşını zorunlu kılan tüm unsurları kendi lehine
birleştirmişti. İhvan adı verilen ve Vehhâbî öğretisinin sert yorumu etrafında
örgütlenen savaşçı topluluklar, ideolojik motivasyonla hareket eden bir kabile
milisiydi; fakat bu milislerin savaşma kapasitesi, dönemin Arap siyasal
düzenine tamamen yeni bir ritim getirdi. Haşimî kuvvetleri gibi ganimete dayalı
hesaplarla savaşmıyor, ölümü kutsal bir sonuç olarak görmeyi öğretiyordu.
Hatıratta Abdullah’ın Vehhâbîlere yönelttiği teolojik eleştiriler, bu ideolojik
gücün nasıl bir siyasal tehdit olarak hissedildiğinin dolaylı bir itirafıdır.
Haşimî söylemi burada dini tartışma zemini sunsa da, mesele aslında kutsal
topraklarda kimin hükmetme hakkına sahip olduğu sorusunun askerî düzlemde
çözülmesiydi.
Türebe ve Harmâ hattında yaşanan çatışmaları Abdullah hatıratında birer taktik mücadelesi gibi sunar; oysa tarihte bu çatışmalar çölün yeni güç
dengesinin kurulduğu anı resmeder. Haşimî kuvvetleri, Osmanlı’ya karşı
savaşırken elde ettikleri kabile sadakatini sekteye uğratacak hiçbir iç tehdit
görmemişti; fakat Suudî hareketle karşılaştıklarında bu sadakat modelinin artık
sürdürülemez olduğunu acı biçimde fark ettiler. Savaşla zenginleşmiş kabileler
yeni bir çarpışmaya girmek istemiyor, buna karşılık İhvan savaşçıları bir
mezhep temizliği misyonuyla hareket ediyordu. Hatıratta anlatılan tereddüt,
isteksizlik ve dağılış, Haşimî ordusunun gerçekte nasıl bir gevşek yapı
olduğunu açıkça gösterir.
Bu dönemde İngiltere’nin tutumu da Haşimi hanedanına avantaj
sağlamadı. Osmanlı’ya karşı ayaklanmayı destekleyen İngiltere, savaş sonrası
dönemde Hicaz’ın iç iktidar mücadelelerine karışmak istemiyordu. Suudî
ilerleyişini durdurmaya yönelik güçlü bir destek verilmeyişinin nedeni İngiltere’nin
Suudîlerle ilişkilerini bozmak istememesiydi.
Vehhâbî hareketin çöl coğrafyasına uygun askeri modeli,
Haşimî düzeninin şehir merkezli, hacca ve ticarete dayalı ekonomik yapısıyla
rekabet edemeyecek kadar farklıydı. Suudî ilerleyişi, Tâif’in düşmesiyle geri
döndürülemez bir hâl aldı. Hatıratta dramatik bir tonda aktarılan bu olay, Haşimî
otoritesinin üzerine kurulmuş bir meşruiyetin çöküşüydü. Hüseyin’in
hilafet ilanı, bu çöküşü durdurmaya yönelik bir hamleydi; ancak çölün yeni güç
dengesi bu sembolik adımı etkisiz kıldı. Hilafet ilanı, Suudî ilerleyişini
durdurmak bir yana, İhvan savaşçıları için Hicaz’ın fethedilmesini daha meşru
kılan bir propaganda malzemesine dönüştü.
1925’te Mekke’nin ve ardından Medine’nin el değiştirmesi,
Arap Ayaklanması’nın tek gerçek siyasal mirasına sahip olan Haşimîlerin
yalnızca Hicaz’ı değil, kutsal topraklar üzerindeki rolünü de
kaybetmesi anlamına geliyordu. Abdullah’ın hatıratında bu dönem uzun teolojik
tartışmalarla süslenir; ancak hatırat dikkatle okunduğunda, teolojik saldırının
arkasında derin bir siyasal yenilgi psikolojisinin yattığı görülür. Haşimî
hanedanı, Osmanlı sonrası dönemde Arap dünyasının doğal lideri olacağı inancına
sahipti; oysa Suudî merkezîleşmesi bu liderliğin hem dini hem siyasal temelini
ortadan kaldırdı.
Bu çöküşün bölgesel anlamı geniştir. Haşimî projesi, Osmanlı
sonrası Arap dünyasını tek bir siyasal çatı altında toplama iddiasına sahipti;
Suudî projesi ise bu iddiayı yerel, mezhepçi ve dar kapsamlı bir merkezileşmeye
dönüştürdü. Ortaya çıkan yeni düzen, Haşimîlerin Suriye’deki yenilgisi,
Filistin’in giderek değişen demografik yapısı ve Irak’taki kısa ömürlü istikrar
girişimleriyle birleşerek, Arap dünyasını küçük devletçikler hâline getiren
nihai parçalanmanın habercisiydi.
Haşimî projesi ekonomik dayanaklardan, ideolojik bütünlükten
ve askeri disiplin kapasitesinden yoksundu; buna karşılık Suudî hareket çölün
toplumsal yapısıyla uyumlu bir merkezîleşme modeli sunuyordu. İngiliz
stratejisi bölgesel dengeyi korumaya
yönelmişti. Arap Ayaklanması’nın kurucu aktörü olan Haşimîler,
Osmanlı’ya karşı kazandıkları bölgeyi Suudî merkezîleşmesine karşı
koruyamadılar; çöl siyasetin doğal yasası, askeri ve ideolojik uyumun güçlüyü
belirlediği bir oyun alanıydı.
Bu dönemin sonunda geriye iki siyasal gerçek kaldı: Hicaz’ın kaybı, Haşimî kimliğini Ürdün’ün dar coğrafyasına mahkûm etti; Suudî hâkimiyeti ise bugün Suudi Arabistan olarak bildiğimiz devletin temelini oluşturdu. Abdullah’ın hatıratı bu gerçeği teolojik ve ideolojik bir dille perdelemeye çalışsa da, tarihî süreç açık bir sonuca işaret eder: Arap Ayaklanması, Arap dünyasının kendi iç rekabetiyle kaybedildi. Suudî yükselişi, çölün siyasal mantığına uygun olduğu için başarılı oldu; Haşimî düzeni ise şehir merkezli, ticarete dayalı ve dış desteğe muhtaç olduğu için çöktü. 1919-1925 yılları, bu iki siyasal projenin çarpıştığı ve Ortadoğu'nun bugünkü haritasını belirleyen en kritik dönemidir.
