Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Kasım 2025 Pazar

OSMANLI TARİHİNDE EFSANELER VE GERÇEKLER HALİL İNALCIK KİTABINA DAİR

Halil İnalcık’ın Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler adlı çalışması, klasik “kutlu bey”, “ilâhî misyon”, “birdenbire parlayan devlet” kalıbını merkeze alan anlatıyı; coğrafya, yer adları, arşiv kayıtları ve çağdaş Bizans-İslâm kaynaklarıyla sistemli biçimde sınamaya girişir. Yöntemi şu sorular etrafında şekillenir: “Bu anlatının sözü edilen yerde olması coğrafi olarak mümkün müdür?”, “Bu kişi, bu tarihte gerçekten yaşamış olabilir mi?”, “Bu savaş, bu güzergâh üzerinden yapılmış olabilir mi?” Bu soruları sorarken toponimi (yer adları), topografya (arazi yapısı), tahrir defterleri, Bizans kronikleri, patriklik kayıtları ve menâkıbnâmeleri birbiriyle karşılaştırır. Böylece Hayme Hatun efsanesi, Karakeçili-Kayı soyu, 1299 istiklâl yılı, Ertuğrul mitolojisi gibi anlatıların önemli bir kısmının modern dönemde inşa edilmiş siyasal-ideolojik anlatılar olduğunu gösterir. Bunu yaparken “efsaneler yanlıştır” demekle yetinmez; asıl soruyu “bu efsaneler hangi tarihsel gerçekliğin etrafında ne zaman ve ne amaçla örüldü?” biçiminde kurar.

Batı ve Kuzeybatı Anadolu’da -Bitinya, Gediz ve Menderes vadileri, Ege kıyıları, Nymphaion çevresi- iki farklı hayat tarzı karşı karşıyadır: Bir yanda yaylak-kışlak düzeniyle yaşayan; silahlı, hareketli Türkmen grupları, öbür yanda kalelere ve tahkim edilmiş şehirlere sığınmış; toprağa bağlı Rum köylüleri ve Bizans garnizonları.

Türkmenler yazın dağa, kışın ovaya inerken sürüleriyle ekili tarlalarına girer; bu da iki taraf arasında sürekli sürtüşme, baskın ve misilleme yaşanmasına neden olur. Rum köylüsü sahil şehirlerine ve kalelere çekilir; Karadeniz’de Trabzon, Sinop, Samsun; Batı Anadolu’da Gediz ve Menderes vadileri ile Nymphaion, Laskaridler döneminde adeta Rumların son sığınakları hâline gelir.

Türkmenler İnegöl ovasındaki tarım alanlarına girdiğinde İnegöl tekfuru ile anlaşmazlık yaşanır; Osman Gazi, bu gerilimi yönetebilmek için küçük bir savaş birliği kurmak zorunda kalır. Böylece sıradan bir yaylak-kışlak çatışması, “alp/gazi” önderler çevresinde profesyonel bir savaş topluluğuna dönüşür. Buradaki kritik nokta açıktır: Osmanlı gazası, gökten inmiş “saf dinî hamle” değildir; sınırda zaten yaşanmakta olan iktisadî, sosyal ve dinî çatışmanın uzun vadeli, kurumsallaşmış devamıdır.

İnalcık bu süreci anlamak için gazâ-yağma ile istimâlet-devlet arasındaki ayrımı merkezî bir kavramlaştırma hâline getirir. İlk dönemde uçlardaki gazâ akınları gerçekten tahripkârdır. Direnen köyler basılır, erkekler öldürülür, kadın ve çocuklar esir edilir, köylüler kalelere kaçar, bazı bölgeler ıssızlaşır. Ganimetin en değerli kısmı esirdir; gazâ, dinî bir buyruk ile ekonomik çıkarın iç içe geçtiği bir mekanizma olarak işler. Ancak fetih kalıcı hâle gelmeye başladığında ortaya bambaşka bir aktör çıkar: İran-İslâm bürokratik geleneğini taşıyan kâtipler, kadılar ve vergi uzmanları.

Onların işi, gazilerin dağınık yağma düzenini tahrir defterleriyle, timar sistemiyle, çift-hane düzeniyle kalıcı bir mali-idari sisteme dönüştürmektir. Bu noktada istimâlet politikası devreye girer. İslâm hukukunun talep ettiği üzere kuşatılan şehir ve kasabalara üç kez teslim çağrısı yapılır; teslim olanların can ve mal güvenliği, ibadet ve iç hukukları zimmet statüsüyle korunur, yalnızca ek vergi (cizye) yükümlülüğü getirilir. Amaç köylüyü yok etmek değildir, yerinde tutup vergi kaynağı hâline getirmektir. Osman Gazi ile kardeşi Gündüz Alp arasında aktarılan rivayet bu dönüşümü sembolik biçimde özetler: Gündüz Alp çevreyi yakıp yıkmayı önerdiğinde Osman Gazi, “Bu nevâhiyi harap edersek Karacahisar mamur olmaz” diyerek uzun vadeli çıkarı, komşuluk ilişkilerini ve yerleşik devlet aklını savunur. Kuruluş ideolojisinin dinî cephesinin yanında son derece somut bir maliye mantığı da burada belirginlik kazanır.

Bu dönüşüme Rum halkının İslâmlaşması ve Türkleşmesi eşlik eder. 14-15. yüzyıla ait Bizans ve patriklik belgeleri, Anadolu’daki metropolitlik merkezlerinin giderek küçüldüğünü, bazı yerlerde Rum cemaatinin kilisenin masrafını bile karşılayamaz hâle geldiğini gösterir. Rumların bir kısmı ağır cizyeden kurtulmak, yükselen yeni egemen sınıfa girmek, Müslümanların askeri ve siyasi başarısını ilâhî bir işaret olarak görmek gibi nedenlerle İslâm’a geçer. Devlet, cizyeden kaçmak amacıyla zoraki ihtidâ edenleri ayrı kaydetmeye çalışsa da uzun vadede gerçek bir kültürel kaynaşma ortaya çıkar; Rumeli’de Müslüman olmak çoğu zaman Türk olmakla özdeşleşir. Türk-Hristiyan kadın evlilikleri, Bizans kaynaklarındaki “mixovarvaroi” gibi karma topluluklar, hem Selçuklu hem Osmanlı ordusunda ve toplumunda önemli yer tutar.

Bu sınır ve geçiş dünyasının içinden yükselen figürlerden biri de Çaka Bey’dir. Malazgirt sonrası Anadolu’ya yayılan Türkmen beyleri arasında Çaka Bey durumu gereği farklı bir yol tutar: İzmir’i fethederek Ege kıyısında ilk Türk deniz beyliğini kurar. Danişmend Gazi’nin maiyetindeyken Bizans’a esir düşer; Konstantinopolis’e götürülür, sarayda önemli bir mevki kazanır, Rumcayı mükemmel öğrenir, Homeros’tan beyit okuyacak düzeyde Grek kültürüne nüfuz eder. Alexios Komnenos’un tahta çıkışıyla saraydaki konumunu kaybeder ve Anadolu’daki Türkmenler arasına döner. 1080’lerin başında İzmir’i ve çevresini ele geçirir; yaklaşık 40 parçalık bir donanma kurarak Foça’dan Sakız’a, Midilli’ye kadar Ege adalarına seferler düzenler, Bizans donanmasıyla çatışır. Anna Komnena’nın anlattığına göre Çaka Bey Peçeneklerle ittifak arar, Konstantinopolis kuşatmasını düşünür, Bizans’la akrabalık ve unvan pazarlığı planlar. Tam bu noktada Bizans diplomasisi klasik yöntemine başvurur: Türk’e karşı Türk kullanmak.

Alexios, Çaka’nın damadı olan I. Kılıç Arslan’a mektuplarla onu “ortak tehdit” olarak resmeder; sonuçta Kılıç Arslan, Çaka’yı bir ziyafette öldürür. Böylece Ege’den Konstantinopolis’i ciddi biçimde zorlayabilecek bir Türk deniz gücü, daha oluşma safhasındayken tasfiye edilir.

Kuruluş meselesinde Ertuğrul Gazi ve Hayme Ana etrafında örülen mitoloji de bu eleştirel süzgeçten geçirilir. Ruhî Tarihi, Aşıkpaşazade ve Yahşi Fakih silsilesi üzerinden gelen rivayetler, Domaniç-Söğüt bölgesindeki yer adları, Laskarid-Selçuklu savaşlarını anlatan İbn Nazif ve çağdaş Bizans kaynaklarıyla karşılaştırıldığında şu çerçeve makul görünür: Ertuğrul ve aşireti, Moğol istilası ile sarsılan Ahlat-Araş vadisi hattından Anadolu içlerine göç eden Oğuz topluluklarındandır; önce Ahlat çevresine, ardından Ankara Karaca Dağ yöresine gelirler; I. Alâeddin Keykubad’ın Laskarid imparatoru Vatatzes ile yaptığı savaşlarda sınır gazasına katılırlar; Karacahisar kuşatması ve çevre kaleler üzerindeki akınlara “akıncıbaşı” olarak iştirak ederler; Söğüt-Domaniç hattı da bu hizmet karşılığında Ertuğrul’a uç yurdu olarak verilir. Öte yandan II. Murad ve özellikle II. Abdülhamid döneminde Ertuğrul ve Karakeçililer etrafında bambaşka bir ideolojik anlatı örülür: Karakeçililer “hanedanın öz aşireti”, Hayme Ana “Devlet Ana”, Söğüt ve Domaniç “devletin doğduğu kutsal mekân”, 1299 yılı ise “istiklâl günü” ilan edilir. Ertuğrul türbesinin yenilenmesi, Hayme Ana türbesinin “mucizevi mezar keşfi” hikâyesiyle kutsallaştırılması, Ertuğrul Alayı’nın kurulması, şenlikler, mevlidler ve resmî törenler bu mitolojiyi güçlendiren başlıca araçlar hâline gelir. İnalcık, bu çerçevenin toplumsal hafıza açısından anlamını tümden reddetmez; fakat tarihçinin görevinin bu mitolojik katmanın altında yatan gerçek tarihî zemini bulmak olduğunu ısrarla vurgular. 1299’un kuruluş yılı olarak kabul edilmesini de bu açıdan siyasî bir tercih olarak görür.

Kuruluş dönemi savaş, iskân ve zihniyet dünyası üzerinden de izlenebilir. Bu noktada Bizans’ın büyük din adamı Grigorios Palamas’ın esareti ve Orhan Bey’in beyliğindeki Müslüman âlimlerle yaptığı tartışmalar önemli bir pencere açar. Palamas’ın mektuplarından öğrendiğimize göre Müslüman ulemadan bazıları, İncil’de Muhammed’in geleceğine dair işaretlerin bulunduğunu, İslâm’ın doğudan batıya hızla yayılışını Musa ve İsa’nın mucizeleriyle kıyaslanabilecek bir ilahî teyit olarak gördüklerini ileri sürer; fetihler, Tanrı’nın İslâm’ı desteklediğinin kanıtı olarak sunulur. Palamas buna, “fetih tek başına hakikatin ölçüsü olamaz” diyerek karşı çıkar; İskender’in de dünyayı kılıçla dolaştığını, tarihte pek çok fatih bulunduğunu hatırlatır. Asıl ölçünün öğreti ve ahlâk olduğunu vurgular; İsa’nın hiçbir dünyevî ödül vaat etmeden, zor kullanmadan bir inanç yaydığını hatırlatır. Tartışma sertleşince Müslüman bilginler kızar, oradaki Hristiyanlar Palamas’a susmasını işaret eder; Palamas ortamın gerildiğini fark edip söylemini yumuşatır. Bu esaretten geriye kalan mektuplar, bir yandan Osmanlı ülkesinde Hristiyanlara karşı genel tutumun -cizye, zimmet hukuku, manastır hayatı, ibadet özgürlüğü- çerçevesini gösterir; öte yandan erken Osmanlı elitinin kendi dinî meşruiyetini nasıl kavradığına dair önemli ipuçları sunar. Fetih, adalet, sadaka, peygamberlik, kutsal metinler etrafında dönen bu tartışma, kuruluş dönemini aynı zamanda bir “zihinsel karşılaşma tarihi” hâline getirir. Bizans kaynaklarında geçen “Hidnes/Khionai” teriminin kimlere işaret ettiği uzun süre tartışılmış; ahilerden Yahudi dönmelere kadar farklı ihtimaller öne sürülmüştür. Ancak en makul yorum, bunun Osmanlı egemenliği altındaki Müslüman hukukçular için kullanılan bir unvan olduğu yönündedir. Böylece Palamas’ın karşısındakilerin devlet adına konuşan ulema bulunduğu anlaşılır.

***

1457’de Ege’de ortaya çıkan Haçlı donanması, Papalık’ın emriyle Türk kıyılarını vurmaya başladığında, Fatih Sultan Mehmed bunun yalnızca rastgele bir korsan faaliyeti olmadığını, uzun sürecek bir deniz ve Boğazlar mücadelesinin ilk hamlesi olduğunu hemen kavradı. Rodos Şövalyeleri ve Papalık, Ege’yi Osmanlı ilerleyişine kapatmak için yeni ittifaklar ararken, Papalık amirali Ludovico Trevisan 1458 sonbaharına kadar Ege’de kalarak Osmanlı sahillerine baskınlar düzenledi. Yeni Papa II. Pius, İstanbul’un “geri alınabileceği” umuduyla 1459 Mantua Kongresi’nde kralları topladı, fakat bu tasarının kalbi sayılan Venedik Senatosu, Levant ticaretini kaybetme korkusuyla saldırgan bir Haçlı seferine yanaşmadı; güçlü Venedik filosu olmadan böyle bir teşebbüsün başarı şansı yoktu.

Bu diplomatik gerilim sürerken Fatih, Mora’da ikinci seferine çıktı (1460); toplarla Ortaçağ kalelerini yıktı, bölgeyi timar sistemiyle yeniden örgütledi ve böylece Rumeli’de uyguladığı merkezileşmiş düzenin Balkanlar’daki sağlam örneklerinden birini kurdu. Bizans hanedanının son temsilcilerinden Thomas Palaiologos Latinlerden yardım istemeye çalışsa da Fatih, Mora’daki direnişi kısa sürede tasfiye etti. Ege’de ise Midilli hem coğrafi hem siyasi bakımdan kritik bir düğüm hâline gelmişti: Ada hâkimi Niccolò Gattilusio, Papalık korsanlarıyla iş birliğine giderek Osmanlı kıyılarını tehdit ediyor, Fatih’in Ege ve Boğaz hâkimiyetini zorluyordu. Fatih; Mora, Trabzon ve Eflak seferleri nedeniyle gecikse de 1462’de Midilli seferini başlattı; donanmayı güçlendirip Mahmud Paşa’yı serdar tayin etti, kendisi de Ayazmende’den harekâtı yönetti. Top ateşiyle gedik açılan kale kısa sürede düştü, ada 15 gün içinde sancak beyliği yapısına sokuldu; Rum nüfusun bir kısmı yeniçeri hizmetine ayrıldı, kiliselerin bir bölümü camiye çevrilerek Midilli, İstanbul’u besleyecek yeni bir Osmanlı deniz üssüne dönüştürüldü.

Fatih’in Ege siyaseti; İstanbul’un güvenliği, doğrudan Boğazlar ve Ege’nin denetimine bağlıydı. Bizans’ın bin yıl boyunca ayakta kalmasını sağlayan bu geçitler, 1204 Latin işgaliyle Venedik ve Ceneviz’in eline geçmiş, Karadeniz’e açılan ticaret yolu fiilen İtalyan denizcilerin kontrolüne girmişti. Osmanlılar, Orhan Bey’den Yıldırım Bayezid’e kadar Rumeli’ye her geçişte Venedik ve Bizans donanmalarının tehdidi altındaydı; Bayezid dahi Gelibolu’yu güçlendirmek için limanı surlarla ayırmak zorunda kalmış, yine de Venedik deniz gücü karşısında tam bir emniyet sağlayamamıştı. Fatih, İstanbul’u fethederken bu gerçeği aklında tutarak hareket etti ve 1452’de Rumeli Hisarı’nı inşa etti. Karadeniz’den izinsiz geçen bir Venedik gemisinin batırılması, yeni dönemin sert bir hamlesiydi: Boğazlar üzerindeki tam egemenlik ilk kez Osmanlıların eline geçiyordu. Ardından Çanakkale Boğazına da Sultaniye ve Kilidü’l-Bahr kaleleri yapıldı.

Böylece İstanbul hem kuzeyden hem güneyden Osmanlı toplarıyla korunur hâle geldi; Karadeniz’e açılan Osmanlı donanması Kırım’daki Ceneviz kolonilerini haraca bağladı ve 1475’ten sonra Karadeniz fiilen bir Osmanlı gölüne dönüştü. Ege’de Rodos gibi istisnalar direnişini sürdürse de, ada ancak 1522’deki büyük seferle Osmanlı egemenliğine girecekti. Boğazların stratejik anlamı, Yıldırım Bayezid döneminde de belirgindi: 1396 Niğbolu Savaşı öncesinde Bayezid, İstanbul’u kuşatırken Bizans’ın Karadeniz’den erzak almasını kesmek istiyor; Venedik ise Boğazlar kapanırsa Akdeniz-Karadeniz ticaret zincirinin çökeceğini düşünüyordu. Papalık destekli Haçlı donanması, Venedik ve Ceneviz gemileriyle Boğazlarda devriye geziyor, Gelibolu hem Osmanlı Rumeli’sinin kapısı hem İtalyan ticaretinin kilit taşı hâline geliyordu. Bayezid, Gelibolu’yu tahkim etmiş olsa da Haçlı filosu zaman zaman Boğazlardan geçerek İstanbul’a yardım ulaştırmayı başarmıştı.

Timur felaketi gelince kuşatma ve Boğazlar meselesi yarım yüzyıl boyunca askıda kalmıştı; Boğazların nihai olarak Osmanlı’ya bağlanması ancak 1453’te Fatih’in İstanbul’u fethiyle mümkün olacaktı.

***

Ne var ki 17. yüzyıla gelindiğinde Boğazların büyük tehdidi bu kez Venedik değil, kuzeyde giderek güçlenen Rusya oldu. 1620’lerde Kazak akınları İstanbul’un Yeniköy’ünü yakacak kadar ileri gitmiş, Rus Çarlığı Azak ve Kırım üzerinden Karadeniz’e sızma yolları aramaya başlamıştı. 18. yüzyılda Kırım’ın Rusya’ya bağlanması, Karadeniz’in kuzey steplerinin Rus hâkimiyetine geçmesiyle Osmanlı payitahtı ilk kez “büyük bir kuzey gücü” tarafından doğrudan tehdit edilir hâle geldi. Böylece Boğazlar, Fatih devrinde İtalyan denizci cumhuriyetlerine karşı yürütülen deniz-ticaret mücadelesinin, 17. ve 18. yüzyıllarda Rusya’ya karşı süren büyük jeopolitik hesaplaşmanın merkezine yerleşti. Askerî-stratejik cephedeki bu baskı, içerideki siyasal krizlerle birleşince Osmanlı düzeni bir farklı bir yüzyıla girdi; Genç Osman’ın katli, Kösem Sultan’ın yönetim yılları ve sonunda Kösem ile Turhan arasındaki iktidar mücadelesi bu büyük dönüşümün iç politik yüzünü oluşturdu.

1622’de II. Osman’ın (Genç Osman) yeniçeriler tarafından Yedikule’de boğdurulması, Osmanlı tarihinde ilk kez bir padişahın açık bir isyanla ve halkın gözü önünde öldürülmesi anlamına geliyordu. Genç padişah, Anadolu’da yeni bir ordu kurmak, yeniçeri ocağını tasfiye etmek, kanun-ı kadime aykırı gördüğü uygulamaları düzeltmek istiyordu; fakat şeyhülislâm Esad Efendi’den alınan fetva, onu “fitneye sebep olmakla” suçlayarak isyancıların hareketine meşruiyet sağladı. Yeniçeriler saraya yürüdü, Şehzade Mustafa’yı kafesten çıkarıp tahta oturttu; Osman, kaçmaya fırsat bulamadı, at üzerinde hakaretlerle teşhir edildi, ardından Yedikule’de cellatlar tarafından boğuldu. Bu vahşi infaz Osmanlı siyasal düzeninde padişahın dokunulmazlığı ilkesinin fiilen çöktüğünü gösteren acı bir olaydır.

Olayın tanığı solak Hüseyin Tugi, II. Osman’ın hatasını “ocağı karşısına almak” olarak yorumlasa da, öldürülüş biçimi, asıl bozulmanın devlet içi güç dengelerinde yaşandığını ortaya koyuyordu. Bu cinayet, Anadolu’da Abaza Mehmed Paşa önderliğinde büyük isyanlara yol açtı; Erzurum’da yeniçeriler topluca idam edildi, sekban-levend güçleri etrafında toplanan Abaza, Sivas’tan Niğde’ye kadar geniş bir bölgeyi denetimi altına aldı.

Bu kaotik zamanda tahta tekrar çıkarılan I. Mustafa’nın dengesizliği, yönetimi daha da zorlaştırdı. Yeniçeri ve sipahi zorbalarının baskısı altında kalan I. Mustafa ne düzen kurabildi ne de anarşiyi bastırabildi. Ulema-kapıkulu ittifakı onu tahttan indirdiğinde hanedanın en yaşlı şehzadesi olan 12 yaşındaki Murad, annesi Kösem Sultan’ın vesayetinde tahta çıkarıldı (1623). Böylece devletin gerçek yönetimi dokuz yıl boyunca fiilen Kösem Sultan’ın eline geçti. Osmanlı hukukunda resmen tanımlanmış bir “saltanat naipliği” makamı yoktu; yine de Topkapı Sarayı arşivlerindeki belgelerde veziriazamların arzlarına Kösem’in kendi el yazısıyla verdiği emirler, devlet işlerinde son karar merciinin gerçekte o olduğunu açıkça gösterir. Vezirler ona “devletlü efendimiz” diye hitap ediyor, arzlar “baki ferman devletlü efendimizindir” sözleriyle bitiyordu; Kösem ise her emri “Arslanım” dediği çocuk padişah adına veriyor, böylece fiilî iktidarı hanedanın meşruiyet zırhıyla örtüyordu. Ancak bu vesayet dönemi, içeride yeniçeri-sipahi zorbaları, taşrada Abaza isyanı, doğuda Safevî Şah Abbas’ın Bağdat’ı alması gibi ağır krizlerle doluydu. Hazinenin cülûs bahşişleri ve ocak baskılarıyla boşalması, sarayın altın ve gümüş eşyalarının darphanede eritilip akçeye çevrilmesine rağmen açığın kapanmaması, vakıf gelirlerinin kapıkulu sipahileri tarafından yağmalanması, Kösem’in sırtındaki yükü ağırlaştırıyordu.

Kösem, bu yıllarda Kemankeş Ali Paşa, Hafız Ahmed Paşa, Hüsrev Paşa gibi veziriazamlarla çalışarak hem Abaza isyanını bastırmaya hem Safevî tehdidine karşı Bağdat seferlerini yürütmeye çalıştı; fakat Anadolu’da sekban-levend kitleleri, İstanbul’da yeniçeri-sipahi zorbaları, Kazak saldırıları, Şah Abbas’ın Irak’taki hâkimiyeti ve vakıf gelirlerinin yağmalanması, devletin her köşesinden “yangın haberleri” gelmesine yol açtı. Bağdat’ın düşüşü ve başarısız kuşatmalar, Kösem’in gönderdiği telhislerde “devletin içinin dışının bir olduğu” ifadesiyle, yani tam bir yıpranma hâliyle resmedilir.

1632’de Hafız Ahmed Paşa’nın Atmeydanı’nda zorbalara teslim edilip IV. Murad’ın gözleri önünde vahşice boğazlanması, genç padişahın sabrını taşırdı; Murad, “Bundan böyle bu zalimlerden nasıl intikam aldığımı görürsünüz” diyerek iktidarı annesinin elinden almaya yöneldi. Bu andan itibaren Kösem’in fiilî saltanat naipliği sona eriyor, devlet yönetimi giderek IV. Murad’ın sert, merkezî ve otoriter tarzına geçiyordu. Buna rağmen 1623-1632 arasındaki o çalkantılı on yılda Osmanlı Devleti’nin dağılmasını engelleyen en önemli denge figürünün Kösem olduğu açıktır.

IV. Murad’ın genç yaşta kendi iktidarını kurması, “adalet idealini” son derece sert cezalarla birleştiren bir dönem başlattı. Reayadan gelen şikâyetleri ciddiye alan padişah, zulmeden kadı, vali veya paşaları gözünü kırpmadan cellada gönderdi; devletin iç düzenini yeniden toparlamak için ağır yöntemlere başvurdu. Onun büyük hedefi, Safevîlerin eline geçen Bağdat’ı geri almaktı. İran’ın ateşli silahlarla donanmış koyu direnci ve Bağdat kuşatmasının zorlukları, Tayyar Mehmed Paşa’nın şehadetiyle sonuçlandı; fakat kırk gün süren kuşatmanın ardından şehir teslim oldu. Murad, teslim olan Kızılbaşların önemli bir kısmını kılıçtan geçirtti, kaleyi yeniden tahkim etti ve Şah’a sert bir mektup gönderdi. Bu zafer, Murad’ın “fetih ve intikam” siyasetine damgasını vurdu. Onun ölümünden sonra tahta çıkan kardeşi İbrahim ise bambaşka bir sayfa açtı: Harem kadınlarının etkisi altında, dengesiz ve müsrif bir hükümdar olarak Osmanlı tarihinin en skandal dolu hükümdarlıklarından birini yaşattı.

Kösem, İbrahim devrinde devleti ayakta tutmaya çalışsa da haremde musahibelerin -özellikle Şekerpare’nin- etkisi artıyor, memuriyetler açıkça satılıyor, ilmiye ve seyfiye sınıflarına rüşvet bulaşıyor, devlet hazinesi lüks ve eğlence harcamalarının yükü altında eziliyordu. Samur kürkler, mücevherli kayıklar, amber kokuları için tükenen hazinenin açığını kapamak üzere paşalar vergileri artırıyor, reaya daha ağır bir sömürüye maruz kalıyordu.

Bu iç çürüme, 1648’de büyük bir patlamaya dönüştü. Yeniçeriler ve ulema Fatih Camii’nde silahlı olarak toplandı; şeyhülislâm, hasekilerin devleti ifsat ettiği, rüşvetin her yere yayıldığı, Venedik donanmasının Boğaz’ı tuttuğu hâlde padişahın eğlenceden başını kaldırmadığı gerekçeleriyle fetva verdi. Ayak Divanı talep edildi, Hezarpâre Ahmed Paşa yakalanıp parçalara ayrıldı, cesedi Atmeydanı’nda çınarın altında teşhir edildi. Sıradaki hedef Sultan İbrahim’di. Kösem Sultan, bu kritik anda hanedanın devamını ve devletin yıkılmamasını gözeterek ağır bir karara yani kendi oğlunun tahtan indirilmesine razı oldu.

Ulema “cumhura muhalefet caiz değildir” diyerek kararı ona bildirdi; Kösem önce dirense de ocakların ve şeyhülislâmlığın baskısı karşısında geri çekildi. Yedi yaşındaki Şehzade Mehmed’i altın taht üzerine bizzat oturtarak IV. Mehmed’in cülûsunu sağladı.

IV. Mehmed’in çocuk yaşta tahta çıkmasından sonra devletin gerçek yönetimi, bu kez Valide Kösem ile yeni veziriazam Sofu Mehmed Paşa’nın elinde toplandı. Sofu Mehmed’in sıkı maliye politikaları hem harem hem yeniçeri hem de sipahiler tarafından tepkiyle karşılandı; maaş kesintileri Anadolu’da Gürcü Abdünnebî önderliğinde büyük bir sipahi isyanına yol açtı.

Kösem, yeniçeri ağaları ve ulema arasında zor bir denge kurarak isyanı bastırdı; fakat Sofu Mehmed’in harem harcamalarına karışması ve kendi otoritesini pekiştirme çabası Valide ile arasını açtı. Foça bozgunu, onun askeri itibarını da zedeleyince Kösem ve yeniçeri cuntasının ittifakı Sofu Mehmed’i devirdi, yerine Kara Murad Paşa veziriazam yapıldı. Devlet artık Yeniçeri Cunta İdaresi’nin gölgesindeydi; Kösem ise torunu adına hâlâ en güçlü isimdi, ancak rüşvet, zorbalık, Girit Savaşı’nın ağır maliyeti ve Venedik donanmasının Çanakkale Boğazı’nı kapatması, İstanbul’da açlık ve pahalılığı dayanılmaz hâle getiriyordu. Harem-ulema-yenîçeri üçgenindeki iktidar kavgası, özellikle şeyhülislâm Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi ile Kösem arasındaki düşmanlık üzerinden derinleşti; saray dışındaki ocak ağaları, Kösem’le birlikte küçük padişahın devrilmesi ve başka bir şehzadenin tahta çıkarılması yönünde planlar yapmaya başladı.

Kösem’in gölgesinde kalan Turhan, kendi etrafında zenci hadımlar ve saray kadınlarından oluşan bir grup toplamıştı. Saraydaki iki valide cephesi -Kösem ve Turhan- arasındaki çekişme zamanla bir “varlık-yokluk” mücadelesine dönüştü. Ocak ağalarının bir kısmı Kösem’i, saray hadımları ve Turhan’ın adamları ise genç Valide’yi destekliyordu. Rivayetlere göre Kösem’in, IV. Mehmed’i devirmek ve yerine Şehzade Süleyman’ı geçirmek için ocaklarla gizli bir mutabakata gittiği söylentisi saray koridorlarında yayılınca, Turhan tarafı derhâl harekete geçti. Enderun’da Has Oda oğlanları silahlandı, iki cephe sarayın içinde görünmez bir iç savaş hazırlığına girişti. Bir gece vakti Turhan’ın adamları ani bir baskınla Kösem’in dairesine saldırdı. Kösem, gürültüyü duyduğunda gelenleri kendi yeniçerileri sandı, “Geldiler mi?” diye seslendi; fakat gelenler Turhan’ın tarafındandı. Gizli bir hücreye saklanmak istese de bulundu, aşağı indirildi ve dev gibi bir hadım tarafından boğuldu. O gece odasındaki sandıklar dolusu altın saray hazinesine taşındı, Kösem’i destekleyen ocak ağaları ertesi gün idam edildi, saray meydanına Peygamber sancağı dikilerek isyanın bastırıldığı ilan edildi. Böylece Osmanlı tarihinin en güçlü kadın figürlerinden birinin hayatı, devlet maliyesinin çöküşü, ocak cuntasının diktası, saray-ulema-yeniçeri çekişmesi ve İstanbul halkının büyük isyanlarıyla örülü bir krizler zincirinin sonucu olarak noktalandı.

Kösem’in 1651’de öldürülmesiyle iktidar sahnesinde yalnız kalan Valide Turhan Sultan, artık “gerçek Valide kudretine” kavuşmuştu; IV. Mehmed’in annesi olarak Harem’in ve sarayın başı, fiilî saltanat naibiydi. Ancak Kösem kadar tecrübeli ve devlet işleri konusunda başarılı değildi. Çevresinde Darüssaâde Ağası, hadımlar ve kadın efendilerden oluşan bir danışma halkasıyla hareket ediyor, padişah adına gönderilen emirlerde “Valide-i Sultan Mehmed” mührünü kullanıyordu. Buna rağmen devlet, Girit Savaşı’nın mali yükü, Venedik donanmasının Boğaz ablukası, yeniçerinin ticareti ele geçirmesi, fiyat istismarı, timarlı sipahilerin gelirlerinin gaspı gibi nedenlerle adeta çaresiz kalmıştı. 1656’daki Çınar Vakası, bu birikmiş öfkenin büyük bir patlamasıydı: Yeniçeriler ve sipahiler onlarca devlet adamını öldürdü, cesetleri At Meydanı’ndaki çınarlara astı, İstanbul günlerce bu terör saldırıları altında kaldı. Turhan Sultan’ın hayatı tehlikeye girdi, yakınları öldürüldü, sarayda bile güven kalmadı.

Bu durumda Turhan, Kösem’in yaptığı gibi zayıf veziriazamları değiştirip durmak yerine, Osmanlı tarihinde nadir görülen bir tercih yaptı: Devletin kurtuluşu için bütün yetkiyi güçlü bir veziriazama bırakmayı kabul etti. 15 Eylül 1656’da Köprülü Mehmed Paşa, “işine kimsenin karışmaması, keyfine göre azledilmemesi, bütün tayin ve azillerde tam yetkili olması” şartlarıyla sadârete getirildi. Turhan Sultan, böylece hem kendi otoritesini koruyup Harem’in başı olmayı sürdürdü hem de devleti toparlayabilecek bir mutlak otoriteye kapıyı açtı. Köprülüler devri, imparatorluğu çöküşten kurtaracak, Boğazlar ve Akdeniz’de Venedik’e karşı, karada Avusturya ve İran’a karşı yeni bir toparlanma döneminin önünü açacaktı. Böyle bakıldığında, Fatih’in Boğazlar siyasetinden başlayıp Genç Osman’ın trajik sonuna, Kösem Sultan’ın iç savaş yıllarına, Kösem’in boğdurulduğu karanlık geceye ve Turhan Sultan’ın Köprülü tercihine kadar uzanan bu uzun yolculuk, Osmanlı tarihinin savaşlar ve fetihler kadar, Boğazların stratejik ağırlığı, saray-ordu-ulema dengeleri ve kadın sultanların devlet yönetimindeki rolü üzerinden de anlaşılması gerektiğini gösteren çarpıcı bir “kriz ve dönüşüm” öyküsüdür.

Halil İnalcık’ın eleştirel yöntemi, Osmanlı tarihini geniş bir siyasal ve toplumsal süreç olarak kavramayı mümkün kılar. Bitinya sınırlarında Türkmenlerle Rum köylülerinin iç içe yaşadığı uç dünyası, gazâ ve yağmanın zamanla istimâlet ve kalıcı devlet düzenine dönüşmesi, İslâmlaşma ve Türkleşmenin toplumsal temelleri, Çaka Bey’in erken denizcilik girişimi, Ertuğrul-Hayme Ana-1299 anlatılarının geç dönem siyasal ihtiyaçlarla yeniden örülmesi ve Palamas’ın esaret yıllarında Osmanlı ulemasıyla yaptığı tartışmalar bu ilk safhanın arka planını oluşturur. Bu dinamiklerin uzun vadeli devamı, Fatih’in Boğazlar politikasından Venedik, Ceneviz ve ardından Rusya ile yürütülen deniz mücadelelerine; Genç Osman’ın öldürülmesi ve Kösem Sultan’ın vesayet döneminden, Kösem’in saray içi bir hesaplaşmayla ortadan kaldırılmasına ve Turhan Sultan’ın Köprülü Mehmed Paşa’yı göreve çağırdığı kritik döneme kadar uzanır. 

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...