Amerika’nın Ahlaki Çelişkisi: Özgürlükler Ülkesi mi, Çıkarların Devleti mi?
Amerika Birleşik
Devletleri, dünyanın gözünde çoğu zaman iki uçlu bir imgeyle var olur: Bir
yanda özgürlükler ülkesi, bilim ve sanat üretiminin merkezi; diğer yanda ise
savaşların, sömürünün ve küresel adaletsizliklerin kaynağı. Bu çelişki,
Amerika’nın hem büyüsünü hem de ona duyulan tepkiyi açıklar. Ellis Adası’na
ayak basan göçmenlerden Silikon Vadisi’nde kurulan teknoloji devlerine kadar
Amerika, hayallerin gerçekleşebileceği bir yer olarak tanımlandı.
Üniversiteleri, kütüphaneleri, müzeleri ve Hollywood sinemasıyla hem kendi
halkına hem de bütün dünyaya bir hayal alanı açtı. Bu yönüyle, insanlığın
yaratıcılığına ve bireysel özgürlük arayışına güçlü bir alan sundu. Fakat aynı
Amerika, yirminci yüzyıl boyunca onlarca ülkeye müdahale eden; petrol, ticaret
ya da stratejik çıkarlar için milyonlarca insanın hayatını etkileyen bir süper
güç oldu. Latin Amerika’daki darbelerden Orta Doğu’daki savaşlara kadar özgürlük
adına başlatılan birçok girişim, çoğu zaman özgürlükten çok yeni bağımlılıklar
yarattı.
Kendi sınırları içinde de
Amerika çelişkilerle doludur. Gökyüzüne yükselen gökdelenlerin dibinde
yoksullar çadır kentlerde yaşar. Irkçılık hâlâ kapanmamış bir yara olarak
sokaklarda yaşanmaktadır. Sağlık ve eğitim gibi temel hakların, paranın gücüyle
ölçülmesi, eşitlik vaadini zedeler. Amerika, kurulduğu günden bu yana kendisini
bir özgürlük ülkesi olarak tanıttı. 18. yüzyılda İngiliz sömürgeciliğine karşı
verilen bağımsızlık savaşı, tüm dünyaya özgür yurttaş fikrini taşıdı. 20.
yüzyılda ise Amerikan Rüyası, milyonlarca göçmenin hayalini süsledi:
Çalışırsan, yükselirsin; doğduğun sınıf kaderin olmaz, denildi. Harvard, MIT,
Stanford gibi üniversiteler bilim ve küresel düşünce hayatının merkezi hâline
geldi. Hollywood sineması, caz ve rock müzik, edebiyat ve popüler kültür,
insanlığa yepyeni bir hayal alanı sundu. İnsanlık, Amerika üzerinden kendine
başka bir gelecek kurgulayabildi. Fakat aynı Amerika, dünyanın dört bir yanında
çatışmaların baş aktörü oldu. Vietnam Savaşı (1955-1975): “Komünizmi durdurma”
adına milyonlarca insanın hayatına mal olan, Amerikan toplumunu da derinden
yaralayan bir savaştı. Latin Amerika’daki darbeler: Şili’den Guatemala’ya
kadar, Amerika’nın desteklediği askeri müdahaleler özgürlük söylemiyle geldi
ama çoğu zaman diktatörlükleri güçlendirdi. Orta Doğu politikaları: Irak
Savaşı, Afganistan işgali, petrol ve enerji güvenliği uğruna yapılan askeri
operasyonlar hâlâ büyük bir tartışma konusudur.
Amerika’nın en parlak vitrinlerinden
biri ekonomik gücüdür. Silikon Vadisi’ndeki teknoloji devleri, Wall Street’in
finans dünyası ve milyarderlerin zenginliği, Amerika’yı cazip kılar. Ama aynı
anda gelir adaletsizliği büyüktür. Zenginler servetlerini katlarken, yoksullar
gıda kuponlarıyla yaşam savaşı verir. Sağlık sistemi pahalıdır; dünyanın en
gelişmiş ülkesinde hâlâ milyonlarca insan temel sağlık hizmetine ulaşamaz. Irkçılık
derin bir yara olarak varlığını sürdürür. George Floyd olayında olduğu gibi toplumsal
çatışmalar sık sık su yüzüne çıkar. George Perry Floyd, ABD’nin Houston
şehrinde doğmuş, Minneapolis’te yaşayan siyahî bir vatandaştı. 25 Mayıs 2020’de
Minneapolis’te polis memuru Derek Chauvin tarafından gözaltına alınırken,
Chauvin’in yaklaşık 9 dakika boyunca Floyd’un boynuna diziyle bastırması sonucu
hayatını kaybetti. Floyd’un “I can’t breathe” “Nefes alamıyorum” sözleri tüm
dünyada bir protesto sloganına dönüştü. Bu olay, ABD’de ve dünyanın birçok
ülkesinde ırkçılık karşıtı gösteriler başlattı. Protestolar, Black Lives Matter
(Siyahların Hayatı Değerlidir) hareketinin simgesi hâline geldi. Polis şiddeti,
sistematik ırkçılık ve eşitsizlik konuları uluslararası gündeme taşındı. Olayı
gerçekleştiren polis memuru Derek Chauvin, 2021’de cinayetten suçlu bulundu ve
uzun yıllar hapis cezası aldı. Floyd’un ölümü, ABD tarihinde bir dönüm noktası
olarak kabul edilir; kültür, siyaset ve hukuk alanında derin tartışmalara yol
açtı.
Bir Amerikan dizisinde
kadın karakter ahlak kavramını reddeder. “Ahlak diye bir şey yoktur,” sözü onun
sloganı hâline gelmiştir. Onun gözünde büyük şirketler, bankalar, finans
kurumları ve modern kapitalist sistem zaten ahlakın kalmadığının kanıtıdır. Güçlü
olan kazanır, zayıf olan kaybeder. Şirketler, ailelerin ve insanların
hayatlarını pervasızca mahveder. Devlet ya da yasa, çoğu zaman bu düzeni
değiştirecek güçte değildir. Amerika’nın ahlaki duruşu, tıpkı o kadın
karakterin dediği gibi “Ahlak diye bir şey yoktur,” sözü üzerine kuruludur.
Amerika gücü ve çıkarı ahlakın üstünde konumlandırır. Kapitalizmin kalbinde
insan yoktur, kâr önemlidir. Şirketler için aileler batabilir, doğa yok
olabilir, toplum parçalanabilir; önemli olan üretim ve kazançtır. Devlet
politikalarında da benzer bir bakış hâkimdir: Ulusal çıkar varsa savaş da
doğrudur, müdahale de. Yoksa sessiz kalmak da bir ahlak biçimi sayılır. Ama
işin çelişkisi şudur: Amerika kamusal alanda acımasızken, özel hayatta aileye,
sadakate ve bireysel bağlara büyük değer verir.
Amerika’nın ahlaki duruşundan söz ettiğimizde aslında kastedilen şey devlet sistemi ve kapitalist düzendir. Savaş kararı alanlar, müdahaleleri yönetenler, şirketleri devletten güçlü kılanlar yönetici sınıftır. Ama o sistemin içinde yaşayan milyonlarca insan; işçiler, çiftçiler, göçmenler, siyahî aileler, öğrenciler çoğu zaman bu düzenin mağdurudur. Örneğin: Sağlık sistemindeki adaletsizlik yüzünden tedavi olamayan sıradan bir Amerikalı aile, devletin devasa bütçesine rağmen ezilir. Bankaların borç batağına sürüklediği çiftçiler sistemin gerçek mağdurlarıdır. Irkçılık nedeniyle polis şiddetine uğrayan George Floyd gibi insanlar masumların acısını temsil eder. Amerikan halkı içinde aile bağlarına, arkadaşlığa, sadakate değer veren insanlar vardır. Onlar da sistemin yükünü sırtında taşır. O yüzden Amerika’ya baktığımızda hem acımasız bir devlet aklı hem de masum insanların yaşam mücadelesinin yan yana durduğunu görürüz. Amerika Birleşik Devletleri, bir yandan özgürlük ve fırsatların ülkesi, diğer yandan savaşların, sömürünün ve adaletsizliğin kaynağıdır. Bu ikilik onun hem cazibesini hem de eleştirilen yüzünü açıklar. Devlet aklı ve kapitalist düzen gücü ve çıkarı ahlakın üstünde konumlandırırken; içeride masum insanların, ailelerin ve ezilen grupların varlığını görmezden gelmemek gerekir.