Maria Filmi: Çelişkilerin Trajedisi ve Hayalin Gerçekle Dansı
Pablo Larraín’in yönettiği Maria (2024), yüzeyde bir biyografik film olarak görünse de aslında bundan çok daha fazlasıdır: bir insan ruhunun derinliklerine, çelişkilerine, hayalleriyle gerçek arasındaki savaşına doğru açılan kapıdır. Filmin merkezinde, dünyaca ünlü soprano Maria Callas vardır. Ancak izleyicinin karşısına çıkan Callas, kariyerinin zirvesindeki ışıklı sanatçı değildir.
Paris’te yalnız yaşayan, sesi artık yıpranmış, bedeni yorulmuş neredeyse tükenme noktasında olan, geçmişle şimdiyi birbirine karıştıran, fakat yine de hayallerine sımsıkı sarılan bir kadındır. Bu film, büyük sanatçının yaşamının son dönemlerini aktarmaktan öte insanın trajik doğasına dair bir alegori kurar. Çünkü Callas’ın hikâyesi insan olmanın özündeki çelişkilerin yoğun bir kristalleşmesi olarak görülür. Hayallerin ve anıların gerçeklikten kopuşu, sevginin hem dayanak hem de saplantı oluşu, aşkın farklı anlamlandırılış biçimleri, sanatla hayat arasındaki uçurum… Tüm bunlar yalnızca Callas’ın değil tüm insanlığın içsel çatışmalarının yankısıdır.
Maria Callas filmde “uçuk, melankolik ama aklını hiç kaybetmemiş” bir
figür olarak resmedilir. Bu nitelendirme, karakterin özünü kavramak açısından
önemlidir. Çünkü onun yaşadığı halüsinatif durumlar, hayallerle gerçekleri
birbirine karıştırması, salt bir delilik hali değildir. Bu, varoluşsal bir
tercihtir. Hayallerine sığınarak yaşamaya devam etmek, acıya katlanabilmenin,
yalnızlığı aşabilmenin, kayıpların yıkıcılığını hafifletebilmenin tek yoluna
dönüşmüştür. İnsan zihni çoğu zaman böyle işler. Callas’ın Onassis ile yeniden
buluşma sahneleri bu bakımdan varlığını sürdürmenin, hayatla bağ kurmanın yolu
olur. Belki de onun için gerçek olan şey ruhunun içinde yaşattığı sahnelerdir.
Çünkü iç dünyanın hakikati, çoğu zaman dış dünyanın olgularından daha güçlüdür.
Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, Callas’ın Onassis’in hastaneye ya da evine gidip onunla
görüştüğü andır. Onassis’in karısının geleceği söylenir ve Callas ortamı terk
eder. İzleyici bu sahnenin gerçek olup olmadığını sorgulamaya başlar. Tarihsel
belgeler de bu konudayeterli bilgi vermez; Onassis’in son yıllarında Callas’la bir
buluşma yaptığına dair kesin kanıt bulunmaz. Bu muğlaklık, filmin bilinçli
tercihlerinden biridir. Yönetmen gerçek ile hayal arasındaki sınırları
özellikle bulanıklaştırır. Çünkü Callas’ın dünyasında bu sınır zaten çoktan
silinmiştir. Onassis’in varlığı onun zihninde öylesine güçlüdür ki gerçekten
buluşsalar da buluşmasalar da fark etmez. Callas için önemli olan Onassis’i
hâlâ görebilmek, hâlâ konuşabilmek, hâlâ onunla var olabilmektir. Bu sahne,
aslında sanatçının ruhunun hakikatine dair bir ipucudur: Gerçek dışarıda değildir onun içindedir.
Burada ortaya çıkan temel soru şudur: Onassis’e duyduğu aşk, Callas’ı
hayattan mı koparmıştır, yoksa ona tutunma gücü mü vermiştir? Bu soru,
trajedinin merkezine dokunur. Aşk aynı anda hem yaşatan hem de tüketen bir güç
olabilir. Callas için Onassis hayatının anlamı, ruhunun besini, kimliğinin son
kalesi haline gelir. Ama aynı zamanda bu aşk onun en büyük yarası, en derin
kırılganlığı olur. Trajedya tam da bu ikiliğin varlığında şekillenir. Antik
Yunan tragedyalarında kahraman daima en güçlü yanından vurulur. Callas’ın en güçlü
yanı tutkulu sevebilme kapasitesidir; ama işte bu kapasite onu aynı zamanda en
kırılgan kılan şeydir. Onassis’e duyduğu aşk, onu hayata bağlarken aynı zamanda
yavaş yavaş tüketir. Callas’ın Onassis karşısındaki konumu, kadın ve erkek
arasında aşkın farklı yaşanış biçimlerini de ortaya çıkarır. Callas için aşk
varoluşsal bir bütünlüktür. Aşk onun benliğiyle iç içe geçmiştir. Onassis
içinse aşk daha dünyevi, daha pragmatik bir şeydir. Bu farklılık, Callas’ın
gözünde Onassis’in tavrını acımasız kılar. Kadın aşkı hayatının merkezine
koyarken, erkek çoğu zaman onu yaşamının yalnızca bir parçası olarak görür. Elbette
bu ayrım mutlak değildir; ama Callas’ın hikâyesinde bu farklılığın yarattığı
uçurum çok belirgindir. Onassis’in evlenmesi, Callas için kendi kimliğinin
parçalanması anlamına gelir. Onassis’in tercihleri ise daha çok sosyal konum, güç ve
dünyevi beklentiler etrafında şekillenir. Bu çelişki aşkın farklı
anlamlandırılış biçimlerinin trajik sonucudur.
Callas’ın son yıllarında sesini kaybetmesi filmde derin bir metafor
olarak işlenir. Çünkü sesi onun varoluşunun merkezindedir. Sanatının kaynağı,
dünyaya açılan penceresi, kimliğinin özüdür. Maria filmi, aksiyon yerine
durağanlığa yaslanır. Sessizlikler, bakışlar, hatırlamaların bulanıklığıyla
ilerler. Çünkü ruhun akışı da böyledir: düz, lineer ve pürüzsüz değildir,
zikzaklı, yoğun, karmaşıktır. Bu durağanlık, izleyiciyi Callas’ın iç dünyasına
zorla dahil eder. İzleyici, karakterin yalnızlığını, hayal kırıklığını ve içsel
çalkantılarını bizzat yaşar. Bu estetik tercih filmin atmosferini
yoğunlaştırır. İzleyici büyük bir olay örgüsü yerine insan ruhunun dolambaçlı
kıvrımlarını izler. Callas’ın hikâyesi bu nedenle evrensel bir deneyime
dönüşür: her insan, hayatının bir noktasında hayallerle gerçekler arasındaki
çatışmayı yaşar.
Hayatta kesin doğrular yoktur; insan çelişkilerle, tutarsızlıklarla
yaşar. Callas’ın hikâyesi bu karmaşayı görünür kılar. Onassis’e duyduğu aşk hem
onu ayakta tutar hem de yıpratır. Sesinin kaybı hem trajedidir hem de insana
dair evrensel bir deneyimdir. Hayallerle yaşamak hem bir yanılsamadır hem de
bilgeliktir. Maria filmi işte bu çelişkileri görünür kıldığı için güçlüdür.
İzleyici yalnızca büyük bir sanatçının hayatına tanıklık etmez aynı zamanda
insan olmanın özünü, çelişkilerin ortasında var olma deneyimini keşfeder. Antik
Yunan tragedya anlayışına göre seyirci, kahramanın acısına tanık oldukça kendi
içsel yüklerinden arınır. Maria da bu katharsis etkisini yaratır. İzleyici,
Callas’ın acısını izlerken kendi kırılganlıklarını, kendi çelişkilerini, kendi
kayıplarını hatırlar. Bu yüzleşme, bir tür arınmaya dönüşür. Maria, insanın
çelişkilerle dolu varoluşunun bir yansımasıdır. Hayallerle gerçeklerin, aşk ile
yalnızlığın, güç ile kırılganlığın, sanat ile hayatın çatıştığı bir evreni
resmeder. Callas’ın hikâyesi, insan ruhunun karmaşıklığını olağanüstü bir
yoğunlukla ekran sahnesine taşır. İzleyici, Maria’nın sesini kaybederken kendi içsel
sesinin kırılganlığını duyar; Maria’nın Onassis’e duyduğu aşkı izlerken kendi
bağlarının hem besleyici hem de yıkıcı yanlarını fark eder.
Bu yüzden Maria bir sanatçının hayatını anlatan film olmanın ötesinde insan olmanın trajedisine dair evrensel bir şiirdir.