Madeline C. Zilfi’nin Osmanlı İmparatorluğu’nda
Kölelik ve Kadınlar (1700-1840) adlı eserinin Osmanlı merkezinde köleliğin
toplumsal, cinsiyet temelli ve siyasi boyutlarını yeniden tanımlayan bir
incelemedir. Zilfi’nin yaklaşımı mikro tarih ile dünya tarihi arasında bir
köprü kuruyor -hem yerel bir örneğin derinliğine iniyor hem de evrensel tarih
yazımındaki “Atlantik merkezli” ırk kavramlarını eleştiriyor.
Osmanlı köleliği ne bütünüyle “Afrikalı köle” modeliyle
açıklanabilir ne de Avrupa tarih yazımındaki ırk merkezli kategorilere sığar.
Zilfi, Osmanlı bağlamında köleliğin toplumsal cinsiyet, iktidar
ilişkileri ve reformcu siyaset üçgeninde anlaşılması gerektiğini
savunur. Kadın köleliğinin ev içi hizmetlerle ve toplumsal hiyerarşinin ve
devlet erkini temsil eden alanlarla da doğrudan ilişkili olduğunu öne sürer.
Eserin genel çerçevesi, klasik “kölelik tarihi” kalıplarını
kırar: Osmanlı’daki kölelik, toplumsal cinsiyet, statü, sadakat ve meşruiyet
ağlarının kesiştiği karmaşık bir ilişkiler ağı olarak ele alınır. Bu eserde
yazar, Osmanlı’nın dünyayı nasıl “gördüğünü”, yani devletin kendisini ve
toplumunu hangi ikilikler, hiyerarşiler ve meşruiyet biçimleri üzerinden
tanımladığını inceler.
17. ve 18. yüzyıllarda Osmanlı genişlemesinin durmasıyla
birlikte, fetih ideolojisi yerine iç düzenin korunması, toplumsal kontrol ve
meşruiyetin yeniden inşası ön plana çıkar. Devlet artık dışarıya değil,
kendi içine bakmaya başlar. İstanbul bu yeni bakışın merkezi hâline gelir.
Zilfi, Osmanlı dünyasının toplumsal düzenini beş temel
ikilik üzerine kurulu olarak açıklar. Bu ikilikler hem dini hem hukuki hem
de toplumsal cinsiyet temelli bir hiyerarşinin yapı taşlarıdır.
Darü’l-İslam / Darü’l-Harp (İçerisi ve Dışarısı)
Bu ikilik, “biz” ile “onlar” arasındaki en eski çizgidir. Osmanlı
İmparatorluğu, Sünni İslam’ın somut temsilcisi olarak “barış yurdu” sayılır;
dış dünya ise “harp diyarı”, yani sürekli potansiyel düşman.Ancak Zilfi bu ayrımın çoğu zaman retorik bir strateji olduğunu
belirtir. Osmanlılar, “Darü’l-Sulh” (barış alanı) kavramını geliştirerek, hem
savaş hem de diplomasiyle pragmatik bir dünya siyaseti yürütmüştür. Bu durum ideolojik
olarak keskin, pratikte esnek bir dünya görüşüdür.
Müslüman / Gayrimüslim (İnanç ve Statü)
Müslümanlık, dini ve toplumsal üstünlük belirten bir kimliktir.
İstanbul’un en yüksek tepelerinde camiler, en görünür noktalarda minareler
yükselir; bu, ilahi ve dünyevi hiyerarşinin taşlaşmış hâlidir. Günlük hayatta ise
kıyafet, hitap biçimi, yemek kültürü gibi gündelik göstergeler din farkını
görünür kılar ama mutlak ayrım çizmez. Devletin farklı inanç gruplarını
“millet” sistemi içinde kendi dini otoritelerine bırakması, hem esneklik hem
gözetim sağlar.
Askerî / Reaya (Yöneten ve Yönetilen)
Osmanlı toplumu iki temel sınıfa ayrılır: “askerî” (yönetici, memur, din adamı,
subay) ve “reaya” (üretici, vergi veren halk). Bu ayrım dini bir doktrin
değildir, mali ve idari bir sistemdir. Amacı, imparatorluğun
beslenmesini, yani vergi düzenini sürdürmektir. Ancak Zilfi bu ayrımın aslında
her zaman akışkan olduğunu vurgular: köylüler, tüccarlar veya medrese
mezunları zaman zaman askerî statüye geçebilmiş, toplumsal hareketlilik himaye
ilişkileriyle mümkün olmuştur. Bu esneklik imparatorluğun yaşamsal uyum
mekanizmasıdır.
Köle / Hür (Bağımlılık ve Özgürlük)
Bu ikilik kitabın ana eksenine bağlanır. Osmanlı’da kölelik yasal bir statüdür;
köleler cezalandırmada, haklarda ve mülkiyette farklı muamele görür. Ancak
Zilfi, kölelik ile özgürlük arasındaki farkın mutlak değil, ilişkisel
olduğunu söyler. Köleler azat edilebilir, kölelik statüsü kişisel bir efendiye
bağlıdır. Bu, “sürekli bir kölelik”ten çok geçici bir tabiiyet biçimidir.
Dahası Osmanlı siyasi söylemi bizzat “kulluk” metaforuyla örülüdür: sultan
“Allah’ın kulu”, tebaa da “sultanın kulu”dur. Bu nedenle “kul” kelimesi hem
siyasal sadakati hem de toplumsal hiyerarşiyi meşrulaştırır. Zilfi bu dilin Osmanlı
iktidar yapısının “tanrısal itaat” modelini dünyevi düzleme indirdiğini söyler.
Erkek / Kadın (Toplumsal Cinsiyet Hiyerarşisi)
En köklü ama en keskin ayrım budur. Kadınlar “fiziksel ve ahlaki zayıflıkları”
gerekçesiyle erkek otoritesine tabi görülür. Devletin, dinî otoritelerin ve
gündelik dilin kadınları “aklı kısa, saçı uzun” olarak kodlaması, ahlaki ve kurumsal
bir eşitsizlik yaratır: kadınlar eğitimden, kamusal mevkilerden ve mülkiyet
gücünden dışlanır. Zilfi, bu ataerkil yapının sadece erkekler tarafından değil,
üst sınıf kadınlar tarafından da sürdürülüp meşrulaştırıldığını
belirtir. Ancak yaşlı kadınlar -özellikle oğulları yetişkin olan anneler-
ataerkil düzen içinde belirli bir otorite kazanabilir. Bu çelişki “ataerkil
pazarlık” kavramını doğurur: kadınlar, erkek otoritesine boyun eğerek kısmi
koruma ve saygı elde ederler.
Sultan = Baba: Ataerkil Devletin Merkezi
Zilfi’ye göre Osmanlı’daki iktidar modeli, “sert ama adil
baba” imgesine dayanıyordu. Sultan, ilahi yetkenin yeryüzündeki yansımasıydı;
onun adaleti, cezalandırması, merhameti ve koruyuculuğu Tanrı’nın otoritesine
benzetiliyordu. Bu nedenle sultanın tebaasıyla kurduğu ilişki, tıpkı bir
babanın ailesiyle ilişkisi gibiydi: sevgide otoriter, korumada buyurgan. Ev
içindeki baba da aynı modeli kopyalıyordu. Her erkek, küçük ölçekte bir
sultandı; karısı, çocukları, köleleri ve hizmetkârları üzerinde “adaletli
hâkim” olarak görülmesi beklenirdi. Bu model, Batı’daki “klasik ataerkillik”ten
(örneğin İncil kaynaklı Roma-Hristiyan baba egemenliğinden) farklıydı. Osmanlı ataerkilliği
hem şeriatın hem de örfî hukukun (sultanın kanunları) dengesi
üzerine kuruluydu. Dolayısıyla, baba-aile ilişkisi kadar sultan-tebaa ilişkisi
de hukuken belirlenmişti; keyfi değildi ama eşit de değildi.
Çok Katmanlı Ataerkillikler
Zilfi tek bir ataerkil biçimden değil, birbirine
eklemlenmiş ataerkilliklerden söz eder. Osmanlı’da köylü babanın, şehirli
tüccarın, paşanın ya da sultanın ataerkilliği aynı “erkeklik ideali”ne
dayanırdı, ama her biri farklı ölçeklerde uygulanırdı. Bir yanda
sultanın “yüksek ataerkilliği” vardı: dinle, orduyla, bürokrasiyle kutsanmış
bir güç. Öte yanda köylü erkeğin “küçük ataerkilliği”: ailesi, tarlası, karısı
ve çocukları üzerinde hüküm süren yerel bir baba. Bu iki sistem farklı görünse
de birbirini besliyordu. Her iki erkek modeli de aynı “eril erdem”
anlayışını taşıyordu: kuvvet, koruma, sahiplik ve disiplin.İmparatorluk, “erkekliğin merdivenleri”nden oluşuyordu. En tepedeki sultan, en
alttaki köylüye kadar uzanan bu zincirde, erkeklik meşruiyetin dili
haline gelmişti. Servet farkı ise bu modeli zaman zaman sarsıyordu. Zenginlik,
kimi zaman erkeklikten daha güçlü bir belirleyiciye dönüşüyordu: zengin
gayrimüslimler, yoksul Müslüman erkeklerden çok daha “güçlü” bir toplumsal
konuma sahip olabiliyordu. Bu durum Zilfi’nin ifadesiyle, “kağıt üzerindeki
kutuplaşmaları istikrarsızlaştıran” bir unsurdu. Para erkekliğin ideolojik
hiyerarşisini bile delip geçebiliyordu.
Erkek Dayanışması: Dini ve Sosyal Bağlar
Camide yan yana duran erkekler, bir cemaatin eşit üyeleri
gibi görünseler de, aslında her biri kendi statüsünün sınırları içindeydi.
Manevi olarak eşit, maddi olarak eşit değillerdi. Zilfi burada incelikli bir
gözlem yapar: İslam kardeşliği retorik olarak eşitlikçi olsa da, gerçek
hayatın sınıfsal farklılıkları bu eşitliği sürekli bozar. Yüksek memurlar
(kadılar, vezirler, komutanlar) bu erkekliğin “üst tabakası”ydı; cömert
maaşlar, köle sahipliği, lüks konutlar onlara “dünyevi erkeklik” prestiji
kazandırıyordu.Alt düzey memurlar, zanaatkârlar ve köylüler ise bu erilliğin gölgesinde
kalıyorlardı. Onların erkekliği, itaat ve emek üzerinden tanımlanıyordu.
Bu farklar 18. ve 19. yüzyıllarda giderek daha belirgin hale geldi ve alt
sınıf erkeklerin hoşnutsuzluğunu, isyanlara ve dindar tepkilere yönlendirdi.
Zilfi, bu toplumsal gerilimlerin “dine sarılma” şeklinde ortaya çıktığını
belirtir: maddi yoksunluk, dini saflıkla telafi edilmeye çalışıldı.
Gerçeklik ile İdealin Çatışması
Zilfi, bu ataerkil düzenin hiçbir dönemde “tam olarak”
gerçekleşmediğini vurgular. 15. ve 16. yüzyıllarda bile, kadınların,
gayrimüslimlerin, kölelerin ve zenginlerin davranışları, “ideal erkek düzeni”ni
sürekli zorluyordu. Zengin bir Hristiyan’ın Müslüman işçiler çalıştırması, bir
kadının kendi kölelerine hükmetmesi, bir azatlı cariyenin mülk sahibi olması
gibi örnekler, ataerkil teorinin pratikte sürekli delinmesine yol
açıyordu. Toplumun her yerinde “örtüşmeler ve alt kategoriler” mevcuttu.Erkek-kadın, köle-hür, Müslüman-gayrimüslim gibi ayrımlar, ne kadar katı
görünürse görünsün, her zaman geçişkenliğe maruz kalıyordu. Bu durum 18. yüzyıl
sonlarında Osmanlı toplumunda “ahlaki bir huzursuzluk” yaratmaya
başladı: eski düzenin dili hâlâ güçlüydü ama gerçeklik artık ona sığmıyordu.
Kriz ve Reformun Ataerkil Arka Planı
Osmanlı ataerkilliğinin modernleşme döneminde (18.–19.
yüzyıl) sarsıldığını ama tamamen yıkılmadığını gösterir. III. Selim ve II.
Mahmud dönemlerinde başlayan reformlar (ordu, bürokrasi, hukuk, mülkiyet
düzenlemeleri) yalnızca devlet yapısını değil, erkekliğin anlamını da
dönüştürmüştür. Örneğin II. Mahmud’un 1826’daki Yeniçeri Ocağı’nı
kaldırması (Vaka-i Hayriye), eski erkeklik modelinin -silah, sadakat, itaat
üzerine kurulu erkekliğin- sonu anlamına gelir. Yeni ordu, rasyonel,
profesyonel, “modern erkek” fikrini doğurur. Ancak bu yeni erkeklik, hâlâ baba
devletin buyruğundadır. Tanzimat döneminde mülkiyet hakları, hukuki eşitlik ve
“namus” kavramı yeniden tanımlanırken, kadınlar ve erkekler arasındaki farklar
da yeniden formüle edilir: eşitlik söylemi, erkek merkezli bir biçimde inşa
edilir.
Devletin ahlaki seçiciliği
Zilfi, Osmanlı yönetiminin adalet anlayışını iki yönlü bir
mercekten değerlendiriyor. Devlet, kadınların ve yoksulların uğradığı özel
adaletsizliklere karşı genellikle ilgisizdir -örneğin nafakasını ödemeyen
bir koca ya da terk edilen bir kadın, devletin öncelikli meselesi değildir.-
Buna karşın, bir kölenin kaçışı, yani doğrudan mülkiyet hakkına saldırı,
hem devletin hem toplumun kolektif refleksini harekete geçirir. Kaçak köleler
için tellallar, takipçiler, ceza mekanizmaları seferber edilir. Bu asimetri,
Zilfi’ye göre Osmanlı otoritesinin özünü oluşturur: Devlet, toplumsal
düzenin kırılgan noktasını “ahlaki” değil, “mülkiyet temelli” tanımlar. Kadın,
aile ya da yoksul birey “evin reisine” emanettir; köle ise doğrudan “rejimin
ahlaki ve ekonomik çıkarına” bağlıdır.
Ahlakın devlet ideolojisine dönüşmesi
Zilfi’nin “ahlak ekonomisi” kavramı, kişisel davranış
normlarını ve rejimin toplumu disipline etme biçimini tarif eder. 18.
yüzyıl boyunca Osmanlı devleti, özellikle de II. Mahmud döneminde, “yasalaşmış
görenekler” aracılığıyla bireylerin davranışlarını denetim altına alır. Yasalaşmış
görenekler, halkın “doğru davranış” biçimlerine ilişkin yerel pratiklerinin
fermanlarla kurumsallaştırılmasıdır: yani “ahlak” artık kişisel değil, siyasal
bir mesele olur. Devlet, geleneksel erdemleri yeniden düzenleyerek kendi
meşruiyetini bu “doğru yaşam tarzı” üzerinden inşa eder.
Ekonomik kriz ve ahlaki düzenin sertleşmesi
Zilfi burada bir tarihsel korelasyon kurar: ekonomik
daralma arttıkça, ahlaki baskı da yoğunlaşır.18. yüzyılda savaşların, dış borçlanmanın ve Avrupa mallarına bağımlılığın
artmasıyla Osmanlı toplumu zengin-fakir, Müslüman-gayrimüslim arasında sert
biçimde kutuplaşır. Bu da yönetenlerin gözünde “toplumsal çözülme” olarak
algılanır. Rejim, “Batı’nın yozlaştırıcı etkisine” karşı iç disiplin
seferberliği başlatır. Zilfi’nin deyimiyle Osmanlı otoriter ahlakı giderek
“eli sopalı” hale gelir.
Toplumun üst tabakası Batı tarzı lüks tüketime yönelirken, alt tabakalar -özellikle
Müslüman yoksullar- bu yeni görüntüye “dini öfke”yle karşılık verir.
Kadınların, gayrimüslimlerin ve yeni zenginlerin görünürlüğü, bir “düzen
bozulması” gibi kodlanır.
Gayrimüslimler ve kadınlar: içteki “öteki”
Zilfi, bu dönemde kadınların ve gayrimüslimlerin aynı
toplumsal imgelemde “düzensizlik tehdidi” olarak konumlandırıldığını
söyler. Bu, Fatima Mernissi’nin meşhur ifadesine (“dışarıdaki kâfir ve
içerideki kadın”) gönderme yaparak genişletilir. Zilfi, Osmanlı özelinde “korku
ikiliği”ni şöyle revize eder: Avrupa = dış tehdit (askeri, ekonomik,
kültürel. Kadın ve gayrimüslimler = iç tehdit (toplumsal çözülme,
cinsiyet sınırlarının ve statü farklarının bulanıklaşması).
Kadınların sokakta görünür hale gelmesi, gayrimüslimlerin
ekonomik olarak güçlenmesi ve Avrupa mallarını tüketmeleri, “devlet düzenine
meydan okuma” olarak okunur. Bu noktada Osmanlı otoritesi, “ahlaki düzen” adı
altında bir politik kontrol mekanizması geliştirir: giyim yasakları,
gösteriş yasağı, lüks tüketimle mücadele, mahalle denetimleri.
Kadızadeliler’den Tanzimat’a: süreklilik
Zilfi, bu ahlaki baskı mekanizmalarının 17. yüzyıldaki
Kadızadeli hareketinden miras kaldığını ileri sürer. Kadızadeliler, İslam’ı
bid’atlardan arındırmak için çıkmışlardı; 18. yüzyılın Osmanlısı ise aynı
sertliği “sosyal kontrol” için kullandı.
Artık mesele dini saflık değil, toplumsal normlara itaat idi.
Kadızadeliler’in “dindar birey” ideali, 18. yüzyılda “itaatkâr tebaa” idealine
evrilmişti. Devletin gözü, saray ve ordu yerine artık sokağa çevrilmiştir.
Giyim bir “halk hukuku”dur
Zilfi, giyim yasalarını toplumsal hiyerarşiyi hukuken
yeniden üretmenin bir biçimi olarak ele alır.Osmanlı’da da “kılık kıyafetle oynayan” kimse siyasi bir suç
işler. Uzun kaftan giymesi yasaklanan “avam” ya da süslü feracesiyle sokakta
dolaşan bir kadın, yalnızca bir görgü kuralını değil, toplumsal düzenin
metafizik dengesini ihlal eder. Bu yüzden Osmanlı’da giyim kanunları hem şeriat
hem de örf ile iç içedir, “ahlakın yasalaşması” dediği şey budur.
“Rejimi giydirmek”: Kıyafet ile iktidar arasında bağ
Zilfi, Osmanlı’yı “rejimi giydiren” bir devlet olarak
tanımlar. İstanbul hem Doğu Akdeniz modasının merkezi hem de devletin görsel
hiyerarşisinin vitriniydi. Renkler, kumaşlar, kesimler dini ve etnik kimliği ve
yetki alanını belirliyordu: kim ata binebilir, kim atlas giyebilir, kim
kürk kullanabilir -tümü “düzen”in görsel uzantısıydı. Bu görünüm politikası, Müslümanları
gayrimüslimlerden ve üst sınıfı avamdan, erkeği kadından, köleyi hürden
ayırmak için işliyordu. Görsel hiyerarşi, ilahi hiyerarşinin dünyevi
versiyonuydu.
Kıyafet kanunları ve toplumsal gerilim
Zilfi, 17. ve 18. yüzyıllarda Osmanlı’da kılık kıyafet
yasalarının sürekli yinelendiğini, ama bir türlü tutmadığını belirtir. Yasaların
sürekliliği, toplumun disiplin edilememesinin göstergesidir.Kadınların, gayrimüslimlerin ve alt sınıf erkeklerin görünürlüğü arttıkça,
fermanlar da sertleşir.Batı Avrupa’da 18. yüzyılda lüks yasaları kalkarken, Osmanlı’da bu tür
yasaların artması, Zilfi’ye göre modernleşme yerine “kontrolün yeniden
merkezileşmesi” anlamına gelir.
Kadın bedeni, kamusal alan ve hareket korkusu
Zilfi’nin eserinin en dikkat çekici bölümlerinden biri, kadınların
kamusal görünürlüğüne dair yasaları yorumladığı kısımdır. 18. ve 19.
yüzyılda kadınların feracelerinin biçimi, feracenin rengi, yakasının büyüklüğü,
yürürken bindikleri araba türü bile fermanlarla sınırlandırılır. Ama asıl
mesele ahlaktan çok mekân kontrolüdür. Kadınlar dışarı çıktığında
“görülür” hâle gelir; bu, düzen için bir tehdit olarak algılanır. Kadınların
eğlenmesi, konuşması veya bir Hristiyan’la aynı mekânda bulunması bile “şeriatı
çiğnemek” sayılır. Bu yüzden Zilfi, kadınların mekânsal hareketliliğini
ahlaki bir suç sayan bu zihniyeti, “kamusal alanın cinsiyetle inşası”
olarak tanımlar.
Reform çağında değişen ama sürmeyen eşitlik
Tanzimat dönemi görünürde “eşitlik”i hedeflerken, kadınlar
açısından bu eşitlik daha katı bir denetime dönüşür. 1847 ve 1861’de
kadınların dükkânlara girmesinin yasaklanması, Zilfi’ye göre “eşitlik söylemi
altındaki cinsiyetli disiplin”in örneğidir. Erkeklerin sosyalleşmesi
serbesttir, kadınlarınki ise tehlike sayılır. Bu çelişki modern Osmanlı
ahlakının özünü açığa çıkarır.
Şikâyet kültürü: Nizamın retoriği
Kitabın “Şikayet Kültürleri” kısmı, Osmanlı zihniyet
tarihine derin bir pencere açar. Zilfi burada 17. ve 18. yüzyıl
nasihatnamelerini, şairleri (Veysî, Nâbî, Nef’î gibi) ve Kadızadeliler’i aynı
çerçevede okur: hepsi “nizamın bozulduğu”ndan yakınır. Bu yakınmalar
yalnızca ahlakî değil, sınıfsaltır: taşradan gelen ulema, saray elitine;
fakir esnaf, zengin gayrimüslime; muhafazakârlar, kadın özgürlüğüne karşı
tepkilerini “düzen bozuldu” diliyle dile getirirler. Zilfi’nin ifadesiyle, düzen
(nizam), hem “adalet”i hem de “itaati” temsil eden iki başlı bir kelimedir. Kadınlar,
gayrimüslimler ve köleler, bu ikili nizamın “bozulma metaforu” olarak
görülürler.
Zilfi’nin gözlemiyle, Osmanlı toplumunda eleştirinin hedefi
sık sık “erkekler”di ama “erkeklik” asla sorgulanmadı. Eril şiddet, hırs,
açgözlülük gibi davranışlar ahlaki değil, sınıfsal kategorilerle
açıklanıyordu: kötü yeniçeriler, sapkın kadılar, yoz esnaf, ayyaş dervişler…
Böylece “erkekliğin” kendisi, iktidar ve toplumsal düzenin görünmez temeli
olarak kaldı. Kadınların denetlenmesi “erkeğin toplu görevi” sayılıyordu:
“taife-i rical”, yani erkek taifesi, kadınların davranışlarından topluca
sorumluydu. Bu anlayış devletin ahlak politikalarını erkek egemen bir gözetim
ağı hâline getirdi.
Kadınların görünmezliği ve hanedan istisnası
17.yüzyıl kaynaklarında kadınlar genellikle ya sessizleştirilmiş
ya da hanedan üyeleri oldukları sürece görünür hâle gelmişlerdir. Evliya
Çelebi’nin yazdıkları, dönemin nadir “tarafsız” gözlemlerinden biridir: o,
kadınları ahlaki kaygıların nesnesi ve toplumsal aktörler olarak tanımlamıştır.
Ancak çoğu yazar, kadınları ya cinsel dedikoduların
figürü olarak, ya da “bozulmuş düzenin simgesi” olarak ele alır. Bu edebî
sessizlik, kadınların kamusal görünümünün bastırıldığını gösterir.İstisna ise valide sultanlardır: Kösem, Turhan, Safiye gibi güçlü kadınlar
politik nüfuzları nedeniyle övülmekle birlikte, aynı zamanda “kadın saltanatı”
suçlamasının hedefi olmuşlardır. Zilfi’ye göre bu eleştiriler siyasî değildir, cinsiyet
temellidir, kadınların iktidara yaklaşması, erkeklerin ahlaki otoritesini
sarsar.
Dinsel sertlik, şeriat ve beden siyaseti
Zilfi,
1680’de bir kadının zina gerekçesiyle taşlanarak öldürülmesi olayını örnek verir. Bu, Osmanlı tarihinde
istisnai bir vakadır ve Kadızadeliler’in şeriata katı dönüş arzusunun bir
sembolü hâline gelmiştir. Olayın merkezinde, bir Müslüman kadın ve bir Yahudi
kumaşçının “yasak ilişkisi” vardır, hem dinler arası hem de sınıflar arası
sınır ihlalidir.
Kadızadeliler’den Nakşibendilere: Ahlakın sürekliliği
Viyana bozgunundan (1683) sonra Kadızadelilerin gücü azalsa
da, aynı “iç disiplin” düşüncesi Nakşibendi tarikatı aracılığıyla yeniden
canlandı. Bu kez amaç şeriatın katı hükümlerini değil, riayet ve itaat
ideallerini toplumsal düzene uyarlamaktı. Zilfi, Nakşibendiliğin şehirli
seçkinlerle kurduğu yakın bağları, devletin moral otoritesini güçlendiren bir
unsur olarak görür. Kadızadeliler’in “dindar cemaat” ütopyası, Nakşibendilerde
“itaatkâr tebaa” idealine dönüşmüştür. Artık denetim camiden sokağa, saraydan
pazara taşmıştır.
18. yüzyılda yeni bir disiplin biçimi: Kadın bedeni ve
lüks tüketim
Zilfi’nin anlatısında 18. yüzyıl, görünürlüğün
yasaklandığı ama arzunun arttığı bir dönemdir. 1757 tarihli ünlü Osmanlı fermanı, “kadınların pazarlarda renkli
elbiselerle, şal feracelerle, baş açık dolaşmalarını” yasaklar. Kadınlara
yalnızca dini zorunluluklar için evden çıkma hakkı
tanır. Kadınların sokakta varlığı, erkekliğin iktidar alanına müdahale
sayılmıştır. Böylece “eril kent” fikri, Osmanlı modernleşmesinin bilinçdışı
ideolojisi hâline gelir.
Sarık, başlık, baş -görünürlüğün hiyerarşisi
Osmanlı’da “baş” hem fiziksel hem sembolik olarak iktidarı
temsil eder. Devlet memurlarının unvanları hep “baş”la başlar: başdefterdar,
başçavuş, hekimbaşı… Müslüman erkeklerin sarıkları, renkleriyle statü
göstergesidir. Gayrimüslimler beyaz veya yeşil sarık takamaz; kadınların
başlıkları da kumaş kalitesiyle sınırlanır. Bu, kelimenin tam anlamıyla hiyerarşinin
giydirilmiş hâlidir. Görünüş yalnızca kim olduğunu değil, nerede durman
gerektiğini bildirir.
Kurban mı, Fail mi? Köleliğin Faillik Tartışması
Zilfi, Atlantik dünyasında (özellikle Amerika’daki kölelik
tartışmalarında) uzun süredir süregelen faillik meselesini Osmanlı bağlamına
taşır. Amerikan köleliği üzerine yapılan modern araştırmalarda şu soru
tartışılır: Köleler yalnızca kurbanlar mıydı, yoksa sınırlı da olsa kendi
yaşamlarını biçimlendirme gücüne sahip aktörler miydi?
Bazı tarihçiler, kölelerin müzik, din, cemaat ve kültürel
üretim aracılığıyla kendi dünyalarını kurduklarını savunur. Diğerleri ise
sistemin yarattığı yapısal şiddet nedeniyle bu “faillik” iddiasının fazla
romantik olduğunu öne sürer. Zilfi, Osmanlı’da bu tartışmanın hiç gelişmemiş
olduğunu söyler. Bunun nedeni Osmanlı tarih yazımının 19. yüzyılda Avrupa
emperyalizmine karşı savunmacı bir söylem üretmesidir. Avrupa’nın kölelik
karşıtı hareketleri, Osmanlı’da “Batı’nın Doğu’ya ahlak dersi verme çabası”
olarak algılanmıştır. Bu yüzden Osmanlı aydınları, köleliğin kendisini değil,
“Batı’nın niyetini” tartışmışlardır. Osmanlı köleliği üzerine yazılan
metinlerde iki söylem hâkim olur: “Bizdeki kölelik Batı’dakinden farklıdır.” “Osmanlı
köleliği İslami olduğu için merhametlidir.” Zilfi bu söylemleri tarihsel bir
savunma stratejisi olarak görür. Ona göre, Osmanlı’nın “merhametli köleliği”
miti, köleliğin yapısal eşitsizliğini ortadan kaldırmaz; yalnızca onu ahlaki
olarak meşru kılar.
Kölelikte Meşruiyetin Dini ve Coğrafi Temelleri
Zilfi, İslam hukukunun köleliği nasıl tanımladığına dikkat
çeker. Osmanlı’da kölelik ırka değil, dine ve coğrafyaya dayanır: İslam
topraklarının dışındaki gayrimüslimler (Hristiyanlar, Yahudiler, Zerdüştiler,
putperestler) köleleştirilebilir. İmparatorluğun içindeki gayrimüslim tebaanın
(zimmîler) köleleştirilmesi yasaktır. Bu sistem köleliği inanç farklılığına
dayalı meşru bir savaş ganimeti hâline getirir. Zilfi, bu anlayışın
kökenini erken İslam toplumlarına, hatta Roma ve Bizans’taki esir alma
uygulamalarına bağlar. Osmanlı İmparatorluğu bu mirası devralmış, ancak onu
“dini hukuka” uyarlayarak sürdürmüştür. Böylece kölelik ekonomik bir ilişki ve
aynı zamanda ilahî düzene uygun bir toplumsal hiyerarşi olarak kabul
edilmiştir.
Kapıkulu Sistemi: Köleliğin Politikleşmesi
Zilfi, Osmanlı köleliğinin
yalnızca ev içi bir sistem olmadığını, devletin askerî ve idari yapısının
kalbinde yer aldığını vurgular. Devşirme sistemi -yani Hristiyan çocukların
alınarak Müslümanlaştırılması ve asker ya da yönetici olarak yetiştirilmesi-
köleliğin politik biçimidir. Bu gençler “kul” olarak adlandırılır. “Kul”
kavramı, İslami köleliğin en paradoksal terimlerinden biridir: hem “Allah’ın
kulu” hem “sultanın kulu” anlamına gelir. Zilfi’nin çözümlemesine göre: Kul
sistemi, köleliğin “yüceltilmiş” hâlidir. Kul özgür değildir ama “efendiye
sadakat” sayesinde yönetici olma hakkı kazanır. Bu sistem Osmanlı’da sadakat
kültürünü, yani itaatin ahlaki değer hâline gelmesini sağlamıştır.
Kadın Köleler: Hikâyenin
Merkezi
Zilfi, Osmanlı kölelik tarihinin erkek merkezli yazıldığını belirtir. Kadın köleler genellikle ya harem ya da cariyelik tartışmaları içinde yüzeysel biçimde anılır. Kadın köleliğinin en kritik biçimi “ümm-i veled” kurumudur: efendisinden çocuk doğuran kadın. Bu statü kadın için hem bir yükselme hem bir bağımlılık biçimidir: Efendi çocuğun babalığını kabul ederse kadın satılamaz ve efendinin ölümünden sonra azat edilir. Ancak evlilik hakkı yoktur; efendisinin mülkü sayılmaya devam eder. Efendinin ölümünden sonra varisler bu kadını mirasla birlikte satabilir. Zilfi bu çelişkiyi “biyolojik kurtuluşun mülkiyetle zincirlenmesi” olarak tanımlar.
İslam Hukuku, Ahlak ve Kontrol Mekanizması
Zilfi, İslam hukukunun
köleliği “sınırlamak” için değil, “düzenlemek” için çalıştığını söyler. Şeriat,
köle sahibine “iyi davranma” ödevi yükler ama köleye doğrudan hak tanımaz. Kölelik
kurumunun sürekliliği bu ahlakî çerçeveyle sağlanır: Köle sahibinin köleye kötü
davranması günah sayılır ama mülkiyet hakkı korunur. Köle mahkemede şikayetçi
olabilir; ancak çoğu durumda dili, statüsü ve tanıkları olmadığı için bu hak
sembolik kalır. “Mükatebe” (azat sözleşmesi) veya “müdebber” (efendinin
ölümünden sonra özgür kalacak köle) gibi kurumlar, köleliğin geçici olabileceği
fikrini yayar ama sistemi kökten sarsmaz. Bu, Zilfi’nin deyimiyle “ahlakileştirilmiş
mülkiyet” düzenidir: kölelik, günahkâr ama meşru bir sahiplik biçimi olarak
sürer.
Şiddet, Eğitim ve Disiplin
Zilfi, Osmanlı’nın köle sistemini “itaat pedagojisi” olarak
da okur. Devşirme çocuklar -özellikle sarayda yetiştirilen iç oğlanlar-
fiziksel ve psikolojik disipline tabi tutulur. Avrupalı elçiler bu disiplini
“hayranlık”la betimler, ama Zilfi bu hayranlığın ardında şiddetin
normalleşmesini görür. Saray eğitimi bedensel cezaya, sürekli gözetim ve
sessizliğe dayanır. Bu durum, Zilfi’ye göre, Osmanlı devletinin genel yönetim
anlayışını simgeler: “Sadakat, bilgiden daha değerliydi; itaate dayalı düzen,
kölelikten türemişti.”
NOT: Madeline C. Zilfi’nin eseri, Osmanlı kölelik tarihine
ilişkin literatürde önemli bir dönüm noktası oluşturur; ancak bu çalışmanın
yorumlanışı tek yönlü okunmamalıdır. Zilfi, Osmanlı köleliğini klasik ekonomik
ya da hukuksal çerçevelerin ötesine taşıyarak, onun toplumsal cinsiyet, iktidar
ve ahlak sistemiyle olan ilişkisini çözümlemiştir. Bununla birlikte
araştırmacının bazı yorumları, özellikle de Osmanlı toplumunun iç çeşitliliğini
sınırlı biçimde ele alışı nedeniyle, akademik çevrelerde eleştiriye açıktır.
Zilfi’nin “kapıkulu” sistemini köleliğin siyasal biçimi
olarak tanımlaması, kölelik kurumunu Osmanlı’nın yönetim ideolojisine bağlayan
güçlü bir tezdir. Ancak bu yaklaşım Osmanlı’nın çok katmanlı idari yapısını
“itaate dayalı bir sadakat rejimi” şeklinde tek eksenli bir modele indirger.
Bu, toplumsal ilişkilerdeki pragmatik, dini ve ekonomik değişkenlerin analizini
zayıflatır. Dolayısıyla Zilfi’nin “kul” kavramına yüklediği anlam tarihsel
olarak aydınlatıcı olsa da, aşırı genelleyici bir eğilim taşır.
Benzer biçimde, kadın köleliğini merkeze aldığı bölümler
yapısal bir yenilik sunar, fakat kadın öznesini kendi tarihsel konumundan
yoksun bırakır. Zilfi, ümm-i veled kurumunu “biyolojik kurtuluşun mülkiyetle
zincirlenmesi” şeklinde tanımlarken, bu kurumun kadınlara zaman zaman sağladığı
hukuksal ve toplumsal manevra alanlarını yeterince tartışmaz. Osmanlı hukuk
sisteminde mükatebe, müdebberlik ya da vasiyet yoluyla azat edilme gibi
pratikler, köleliğin tamamen “mutlak bağımlılık” üzerine kurulu olmadığını
gösterir. Bu noktada Zilfi’nin yorumu köleliği ahlaki bir sistem olarak
açıklarken onun sosyo-ekonomik esnekliklerini arka plana iter.
Zilfi’nin İslam hukukuna dair çözümlemeleri ise ahlaki
söylemin işlevini vurgulamak açısından değerlidir; ancak araştırmacı, şeriatın
yalnızca meşruiyet üretici bir mekanizma olduğunu öne sürerek, Osmanlı
hukukundaki içtihat ve yerel mahkeme uygulamalarının çeşitliliğini ihmal eder.
Bu durum kölelik sisteminin hukuksal sınırlarının sabit olduğu izlenimini
yaratır.
Zilfi’nin çalışması metodolojik olarak yenilikçi, tematik
olarak cesur, fakat tarihsel olarak yer yer indirgemeci bir eserdir. Osmanlı
köleliğini “ahlakileştirilmiş mülkiyet” kavramıyla tanımlaması güçlü bir teorik
çerçeve sunar; ancak bu çerçeve, Osmanlı toplumunun farklı coğrafi, etnik ve
sınıfsal katmanlarındaki değişken deneyimleri bütünüyle açıklamaya yetmez.
Dolayısıyla eser, Osmanlı köleliği çalışmalarında temel bir referans olmakla
birlikte, kendi içindeki genelleştirici eğilimler nedeniyle eleştirel okumayı
zorunlu kılar.
Köleleştirme Eylemi: Şiddet ve Görünmezlik
Zilfi, Osmanlı köleliğinin “en az konuşulan” yönünün köleleştirme
süreci olduğunu vurgular. Kölelik bir mülkiyet ilişkisi ve insan bedeninin
şiddetle dönüştürüldüğü bir süreçtir. 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Avrupa ve
Osmanlı kaynaklarında kölelerin taşınması sırasında yaşanan insanlık dışı
koşullar belgelenmiştir. Sir John Chardin’in ve 19. yüzyıl gözlemcilerinin
betimlemeleri “yarı çıplak, pislik içindeki kadınlar ve çocuklar” köle
ticaretinin fiziksel ve psikolojik şiddetini açıkça ortaya koyar. Bu anlatılar
arasında iki yüzyıllık zaman farkı olmasına rağmen, köle bedeninin hem
“yoksunluk” hem “güzellik” üzerinden tüketilmesi fikri değişmemiştir. Zilfi
burada Batılı seyyahların bakışıyla Osmanlı erkek bakışı arasındaki
paralelliğe dikkat çeker: Her iki bakış da köle kadını sahip olunacak bir
nesne olarak görür. Bu “sahiplik bakışı”, Osmanlı kölelik sistemini sadece bir
ekonomik kurum değil, patriyarkal bir görme biçimi haline getirir.
İdeolojik Meşrulaştırma: “Sefaletten Mutluluğa”
Zilfi, köleliğin İslam toplumlarında maddi ve ahlaki bir söylem aracılığıyla
meşrulaştırıldığını gösterir. Mısırlı bir avukatın savunmasında geçen şu
sözleri örnek verir: “Birini sefaletten mutluluğa, açlıktan refaha kavuşturan,
ona elbise ve para veren bir adamın suçu nedir?” Bu söylem, köleliğin bir
“merhamet eylemi” olarak sunulmasını sağlar. Dolayısıyla kölelik, “günah” değil
“iyilik” gibi görülür. Zilfi, bunu “ahlakileştirilmiş mülkiyet”
mantığının tipik bir örneği olarak değerlendirir. 19. yüzyıl Avrupalı
gezginleri de, Osmanlı hamamlarında köle kadınların “güzelleşeceği”ni yazarak
bu “iyi efendi” mitini pekiştirir. Böylece Batı’nın oryantalist bakışı ile
Osmanlı’nın savunucu bakışı aynı noktada buluşur: kölelik, hem “doğal” hem
“iyicil” gösterilir.
Afrika ve Köle Ticaretinin Gerçekliği
Zilfi bu “iyicil Osmanlı köleliği” mitini kırmak için Afrika köle ticaretinin gerçek fiziksel ve demografik yıkımını inceler. Sahra’yı aşan rotalarda, Sudan’dan Mısır’a, Libya’ya ve Anadolu’ya getirilen kölelerin ölüm oranları Atlantik ticaretiyle yarışacak düzeydedir. 18. ve 19. yüzyıl kaynakları, özellikle Mısır’daki Afrikalı kölelerin yüksek ölüm oranlarını belgeler. Zilfi, bu verileri kullanarak “Osmanlı sisteminde kölelerin daha iyi yaşadığı” iddiasını reddeder. Kölelerin çoğu yolda hastalıklardan ölür, sağ kalanların ömrü de kısa olur.
Kölelik Sisteminin Meşrulaştırılması: “Bizimki Farklı”
19.yüzyılda Batı’da kölelik karşıtı hareketler yükselirken Osmanlı, Mısır, Fas ve İran’daki İslam hukukçuları köleliğin İslam’a özgü, dolayısıyla meşru bir sistem olduğunu savunuyorlardı. Bu savunulara göre, Osmanlı köleliği “ılımlı” ve “ev içi” bir kurumdu; Atlantik’teki gibi vahşi değildi. Zilfi bu iddiayı sorgular. Ona göre köleliğin “ılımlı” oluşu miti, Batı’daki “kırbaçlı efendiler” imgesiyle karşılaştırılarak Osmanlı sistemini yumuşatma çabasıdır. Halbuki kölelik ister tarımda ister ev içinde olsun, şiddet, yoksunluk ve denetim üzerine kuruludur. Bu noktada Zilfi, Ehud Toledano gibi tarihçilerin “Osmanlı köleliği daha insancıl” tezine mesafeli durur; bu iyimserliğin, sistemin temel sömürü mekanizmalarını görünmez kıldığını ileri sürer.
Kadın Kölelerin ve
Çerkeslerin Durumu
19.yüzyılın ortalarına doğru köle ticaretinde Çerkes
kölelerin payı artar. Rusya’nın Kafkasya’yı işgali, milyonlarca insanın
yerinden edilmesine yol açar; bu nüfusun önemli bir kısmı Osmanlı’ya “mülteci”
ya da “köle” olarak gelir. Zilfi, Çerkes kadınlarının “gönüllü kölelik”
anlatısını da eleştirir. Avrupa kaynaklarında ve Osmanlı belgelerinde sıkça
rastlanan “Çerkes kızları kendileri satılmak isterdi” söylemi, köleliğin acı
gerçeklerini romantikleştirir. Bu ekonomik çaresizliği “kültürel istek” gibi
sunan bir ideolojik çarpıtmadır. Zilfi, köle pazarlarında “neşeli Çerkes
kızlar” betimlemelerinin de propaganda olduğunu; kölelerin alıcıya çekici
görünmek için böyle davranmaya zorlandıklarını belirtir. Bu sahte neşenin
ardında köleliğin sosyolojik utancı yatar.
Afrikalı Kölelerin Konumu ve Azat Süreci
Afrikalı kölelerin çoğu ev içi hizmetlerde kullanılırdı:
çamaşır, mutfak, hadımlık, harem bekçiliği gibi alanlarda. Bu işler “düşük
statülü”ydü. Azat edilseler bile, çoğu zaman yaşlılık, hastalık ya da sakatlık
yüzünden geçinemeyen bu kişiler efendilerinin evinde kalır veya beytülmale
başvurmak zorunda kalırlardı. Zilfi, bir Afrikalı kadının II.
Mahmud’a yazdığı dilekçeyi örnek verir. Kadın azat edilmekle birlikte
uğradığı zararın tazminini ister; mahkeme talebi reddeder. Bu olay azat edilmenin kölelere tam bir yurttaşlık kazandırmadığını, özgürlükle birlikte ekonomik zorlukların yaşandığını gösterir.
Köleliğin Sosyal Etkisi ve Nüfus Yapısı
Kölelik Osmanlı şehirlerinde kalıcı bir demografik iz
bırakmıştır. Köleliğin azalmasıyla birlikte bu nüfus özgür alt sınıflara
dönüşmüştür. Azat edilen köleler genellikle efendileriyle ya da hemşerileriyle
dayanışma ağları kurmuşlardır. Çerkes, Gürcü, Habeş ya da Sudan kökenli
azatlılar kendi aralarında cemaatler ve himaye zincirleri oluşturmuş; bu
sayede devlet kademelerine kadar yükselebilen bireyler çıkmıştır.
Köleliğin Ahlaki ve Yapısal Devamlılığı
Zilfi’nin temel tezine göre Osmanlı köleliği “Batı’dakinden
daha yumuşak” değildir; yalnızca daha görünmezdir. Kölelik, hukuken
esnek ama ahlaken serttir. Ahlak, merhamet, din, sadakat ve hiyerarşi
kavramları, köleliğin vicdani sorgulamasını engellemiş, böylece sistemin
meşruiyeti yüzyıllarca korunmuştur. Osmanlı köleliği bu nedenle itaat
kültürünün, toplumsal cinsiyet rejiminin ve ahlaki otoritenin tarihsel temeli
olarak değerlendirilmelidir.
Zilfi’ye göre Osmanlı’da siyahî Afrikalılar çoğunlukla toplumun alt katmanlarında yer almış, fakat bu konumlanma modern anlamda bir “ırk politikası”yla değil, iktisadî ve toplumsal işlevlerin doğasıyla belirlenmiştir. Yani köleliğin rengi belirleyici bir unsur olmakla birlikte, “sistematik ırkçılık” hukuken kurumsallaşmamıştır. Zilfi, Osmanlı toplumunun İslâmî eşitlik anlayışını vurgularken, bu anlayışın pratikte ne ölçüde işlediğini eleştirel biçimde irdelemez. Siyah hadımların saraydaki yüksek konumu, bu eşitlik söyleminin bir “istisna”ya dönüştüğünü gösterir; çünkü onların statüsü, sadakat ve işlevsel fayda üzerinden kazanılmıştır, doğuştan gelen haklar üzerinden değil.
Zilfi, Afrikalı erkeklerin Osmanlı ordusunda, donanmada veya
idari kademelerde yükselebilmelerini örneklerle anlatırken, Afrikalı kadınların
yükselme imkânlarını “daha kısıtlı ama kültürel olarak etkili” olarak tanımlar.
Kadınların falcılık, şifacılık ve spiritüalist pratiklerle kendilerine ekonomik
bir alan yaratmaları, köleliğin pasif bir kader olmadığını; aksine, kültürel
direniş biçimleriyle dönüştürülebilen bir yapı olduğunu gösterir. Fakat
burada da Zilfi’nin yaklaşımı betimleyicidir; bu kadınların özneleşme
kapasitelerini derinlemesine incelemez.
Kitap Osmanlı kölelik sisteminin Avrupa merkezli “ırk” paradigmasından farklı olduğunu göstermede başarılıdır; ancak bunu yaparken, Osmanlı içindeki sınıfsal, bölgesel ve toplumsal dinamikleri yeterince çoğulcu biçimde analiz etmez.
Köleliğin Aile ve Toplumsal Hiyerarşi İçindeki Yeri
Zilfi, Osmanlı’da köleliğin Afrika’daki “aileye dahil etme” modeline
yüzeysel olarak benzediğini, ancak özünde farklı olduğunu vurgular. Osmanlı
sisteminde köle, haneye ve dine dahil edilir. Müslümanlaştırma (ihtida)
köleliğin en belirleyici yönüdür; çünkü köle din değiştirerek Osmanlı kimliğine
dâhil olur ama tam anlamıyla toplumsal eşitliğe ulaşamaz. Köleler,
“ailenin küçük üyeleri” olarak görülse de bu mecaz, köleliğin gerçeğini gizler:
Köle her zaman satılabilir bir mülktür. Bu nedenle Zilfi, “köle-aile bağı”
söyleminin aslında kölelik kurumunu idealize eden bir üst sınıf miti
olduğunu belirtir.
Kadın Kölelerin Statüsü ve Ümm-i Veled Kurumu
Zilfi, kadın kölelerin kaderini belirleyen en kritik hukuki
kavramın ümm-i veled (efendisinden çocuk doğuran köle kadın) olduğunu
söyler. Bu statü köle kadına özgürlük vaadi içerir; efendisinin ölümünden sonra
azat edilmesi gerekir. Fakat mahkeme kayıtları, bu vaadin sık sık ihlal
edildiğini gösterir. Zilfi, fetvalardan örnekler vererek köleliğin hukuken
“belirsiz” bir kurum olduğunu gösterir: Efendinin “ölümümden kırk gün önce
özgür olsun” dediği köle bile o süre içinde satılabilir. Bu, kölenin kaderinin
tamamen efendinin keyfine bağlı olduğunu kanıtlar. Kölelikteki “sadakat
kültürü”, hukuken güvenceye alınmadığı için, kölelerin azat edilse bile mülkiyet
bağını koparamadığını belirtir. Ümm-i veled statüsü dahi kadına tam bir
güvence sağlamaz; azatlık, bir “lütuf” olarak kalır, hak değil.
Kadın-Kadın İlişkileri: Haremde Hiyerarşi ve Rekabet
Zilfi, kadın köleler arasındaki ilişkilerin “harem
kardeşliği” olarak idealize edilmesine karşı çıkar. Leyla Saz ve Melek Hanım
gibi dönemin hatırat yazarlarının anlatılarından yola çıkarak, kadınlar
arası rekabetin, kıskançlığın ve şiddetin harem hayatının ayrılmaz bir
parçası olduğunu söyler. Kadınlar arasındaki bu gerilimler, haremdeki toplumsal
hiyerarşiyi yansıtır: yaş, kıdem, etnik köken (özellikle Çerkes, Gürcü ve
Afrikalı kölelerin rekabeti) ve efendiye yakınlık bu hiyerarşiyi belirler.
Zilfi, bu ilişkileri “kadınlar arası ataerki” olarak yorumlar -erkek otoritesi
altında bile kadınların birbirleri üzerindeki tahakküm biçimlerini sergiler.
Kölelik, Cinsellik ve Sosyal Mobilite
Zilfi’nin eserinin en tartışmalı bölümlerinden biri, kadın
kölelerin cinselliğini “toplumsal yükselme aracı” olarak görmenin
eleştirisidir. Batılı oryantalist anlatılar genellikle köle kadınları “şehvetin
ve entrikanın aracı” olarak betimlemiştir. Zilfi bu indirgemeciliğe karşı
çıkar, fakat köle kadınların gerçekten de bedenleri üzerinden pazarlık
edilen toplumsal aktörler haline getirildiğini kabul eder. Cinsellik,
kadına güç kazandırsa da bu güç “kırılgandır”; çünkü efendinin ölümünde,
borcunda veya keyfi kararında her şey kaybolabilir. Kadın cinselliği, efendinin
dünyasında bir “araçsal sermaye”dir, özneleşmenin yolu değil.
Köleliğin Şiddeti ve İtaat Kültürü
Zilfi, iki çarpıcı vakayı örnek verir: 1762’de ve 1810’da
yaşanan, köle kadınların efendilerini öldürmesiyle sonuçlanan olaylar. Bu
vakalar, “köle itaatinin” ardındaki bastırılmış şiddeti açığa çıkarır.
Cinayetler devlet tarafından ağır biçimde cezalandırılır -köle kadınlar Esir
Pazarı’nda ibret olsun diye asılır. Bu örnekler, Osmanlı toplumunun kadın
köleleri “mahrem alanın dışına çıktıkları anda cezalandıran” ataerkil düzenini
gösterir. Kadın köleler, cinsel olarak kullanılabilir ama “itaatsizlik”
ettiklerinde kamusal infazla cezalandırılırlar.
Çokeşlilik, Aile ve Kadınların Konumu
Zilfi, Osmanlı elit ailelerinde çokeşliliğin ve cariyeliğin toplumsal düzenin bir uzantısı olduğunu belirtir. Çok eşlilik yalnızca erkeklerin arzularını değil, sınıfın kendini yeniden üretme biçimini temsil eder. Kadınlar bu düzenin içinde birbirlerinin rakibi, destekçisi veya kurbanı olurlar.
Köleliğin Sona Doğru Evrilişi
19.yüzyılda Tanzimat reformlarıyla birlikte kölelik hukuken
sarsılmaya başlasa da, kadın köleliği ev içi bir kurum olarak yaşamaya devam
eder. Beyaz köle ticareti (özellikle Çerkes kadınları) 19. yüzyıl
ortalarına kadar sürer. Zilfi, bu dönemde Avrupa’nın Osmanlı haremine dair
ahlaki yargılarını da eleştirir. Avrupa kamuoyu haremi “ahlaksızlık mekânı”
olarak resmederken, Osmanlı toplumunda “kadın ve çocuk terkleri” Avrupa’ya göre
daha azdır. Bu karşılaştırma, Batı’nın “ahlaki üstünlük” iddiasını sorgulamak
için kullanılır.
Zilfi’nin Yaklaşımına Eleştirel Bakış
Zilfi, köleliği yalnızca “erkeklerin kadınlar üzerindeki
tahakkümü” değil, aynı zamanda “kadınların birbirleri üzerindeki tahakküm
biçimleri” olarak da ele alır. Bu, Osmanlı sosyal tarihine önemli bir katkıdır.
Ancak eserin bazı bölümlerinde Zilfi’nin elit Osmanlı kadınlarını koruyucu
veya aşırı empatik biçimde ele aldığı söylenebilir.
Köleliğin Mekânsal ve Ekonomik Dönüşümü
Zilfi, “Avrat Pazarı” ve “Esir Pazarı” anlatılarından yola
çıkarak köleliğin şehir dokusundaki yerini analiz eder. İstanbul’daki Esir
Pazarı’nın, Nuruosmaniye Camii ile yan yana bulunması, din ile mülkiyetin iç
içeliğini simgeler. Bu sembolik yakınlık, Osmanlı’da köle ticaretinin ne
kadar “görünür” ama aynı zamanda meşrulaştırılmış bir ekonomik faaliyet
olduğunu gösterir. Ziyaretçi Avrupalı seyyahların gözlemleri (örneğin Julia
Pardoe) köleliğin “doğal” bir pazar faaliyeti gibi algılandığını
belgelemektedir. Fakat Zilfi’nin yorumunda, bu görünürlük aynı zamanda kadın
bedeninin kamusal bir metaya dönüşümünü yansıtır.
Erkek Kölelikten Kadın Köleliğe Geçiş
Osmanlı’nın yükselme çağında (15-17. yüzyıllar) kölelik,
daha çok erkek emeği üzerine kuruludur: savaş esirleri, devşirmeler, iç
oğlanları ve askerî kapıkulu sistemi. Bu dönem köleliğin politik biçimidir.
Ancak imparatorluk zayıfladıkça, fetihler azalır, savaş esiri akışı kesilir ve askerî
kölelik yerini ev içi köleliğe bırakır. 18. yüzyılda artık kölelik “hizmet”
kavramı etrafında şekillenir. Bu dönüşümün sonucunda kadın köleler, hem emek
hem cinsellik üzerinden tüketilen bir sınıf haline gelir. Kadın
bedeninin “sadakatle hizmet” imgesiyle özdeşleşmesi, Zilfi’ye göre köleliğin
“kadınlaştırılması”nın ideolojik temelidir.
Cinsiyet, Fiyat ve Değer
Zilfi, Osmanlı köle pazarlarındaki fiyatlandırma verilerini
kullanarak kadın bedeninin nasıl bir ekonomik değişken haline geldiğini
gösterir. 17. ve 18. yüzyıl kayıtlarına göre genç kadın kölelerin (özellikle
bekâr, sağlıklı, doğurgan olanların) fiyatı erkek kölelerin çoğundan yüksektir.
Bu fark, kadın kölelerin yalnızca “çalışan” değil, aynı zamanda üretken ve
cinsel varlıklar olarak görülmesinden kaynaklanır. Kadın kölelerin fiyatı
gençlik, güzellik ve bekâretle belirlenirken, erkek köleler için beceri, yaş ve
güç belirleyici olur. Bu durum Osmanlı köleliğinde cinsiyetin ekonomik bir
kategoriye dönüşmesinin en açık göstergesidir.
18. ve 19. Yüzyılda Kadın Köleliğinin Kurumsallaşması
18.yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde, köle ticareti neredeyse tamamen kadın odaklı hale gelir. Ubicini’nin 19. yüzyıl ortası verilerine göre İstanbul’daki kölelerin yaklaşık %90’ı kadındır (yaklaşık 52.000 köleden 47.000’i kadın). Bu oran, Osmanlı köleliğinin artık tam anlamıyla ev içi, cinsel ve hane merkezli bir kurum haline geldiğini gösterir. Köleliğin askerî ya da tarımsal değil, “ev içi bir hizmet biçimi”ne dönüşmesi, Osmanlı’da patriyarkal düzenin yeniden inşa edildiği bir dönemi işaret eder. Kadın kölelik, sadece emek değil, efendinin şeref ve prestij göstergesi haline gelir.
Cinsiyet ve Hukuk Arasındaki Çelişki
Zilfi, fetvalar ve kadı sicilleri üzerinden kadın köleliğin hukuki
gri alanlarını inceler. Kadın köle hem maldır hem insan; dolayısıyla
tecavüz, efendinin mülküne zarar olarak değerlendirilir. 1817 tarihli bir
mahkeme kaydında, bir bakire köleye tecavüz eden adam, köleye değil, kölenin
sahibine tazminat ödemeye mahkûm edilir. Bu örnek Osmanlı hukukunda kadın
bedeni üzerindeki mülkiyetin erkek efendiye ait olduğunu açık biçimde
gösterir.
“Hatalı Köleleştirme” ve Meşruiyet Krizi
18. ve 19. yüzyıllarda, köleleştirilen kadınların büyük
kısmı Müslüman coğrafyalardan gelmeye başlar. Zilfi, mahkeme kayıtlarına
dayanarak birçok Müslüman kadının “yanlışlıkla köleleştirildiğini” -yani İslam
hukukuna göre aslında köleleştirilemez olduklarını- belgeler.
Zilfi, köleliğin kadınlaşmasını yalnızca ekonomik bir süreç değil, ideolojik bir yeniden üretim olarak görür: devletin çözülüş döneminde bile patriyarkanın güçlenmesinin nedeni budur. Ancak bazı tarihçiler (örneğin Toledano ve Peirce) Zilfi’nin yorumunu fazla “ahlakileştirici” bulur. Zilfi’nin, efendilerin davranışlarını sistematik şiddet yerine “toplumsal çelişki” olarak tanımlaması, köleliğin travmatik boyutlarını yumuşatmakla eleştirilmiştir. Buna rağmen onun çalışması Osmanlı sosyal tarihine toplumsal cinsiyet perspektifi kazandırması bakımından öncü sayılır.
Köleliğin Kadınlaşması ve Dinin Rolü
19.yüzyıl boyunca Osmanlı köle pazarlarında, kölelerin büyük
çoğunluğunu kadınlar oluşturur. Zilfi, bu olguyu hem ekonomik arz-talep
dinamikleri hem de dini meşruiyet çerçevesinde açıklar. İslam hukukunun kölelik
karşısındaki ikircikli tutumu -köleliği yasaklamamakla birlikte
“insanileştiren” sınırlamalar getirmesi- Osmanlı pratiğinde köleliği dini
bir norm haline getirmiştir. Kölelik, “şeriatın tanıdığı meşru bir statü”
olarak, özellikle ulema ve saray çevrelerinde ahlaki bir savunma zemini
bulmuştur. Bu noktada Zilfi’nin tespiti önemlidir: kölelik yalnızca ekonomik
bir çıkar veya sosyal alışkanlık değil, aynı zamanda İslamî kimliğin
korunmasına yönelik bir ideolojik refleks olarak da yaşatılmıştır.
Avrupa’nın kölelik karşıtı baskılarına verilen “egemenlik” tepkisi, köleliği
bir “kültürel savunma mekanizması” haline getirmiştir.
Kadın Köleliğinin İdeolojik İşlevi
Köleliğin kadınlaşması, Osmanlı elitinin ataerkil
meşruiyet sisteminin yeniden inşasıdır. Kadın köleler, hem cinsel hem de
toplumsal sermaye olarak işlev görür. Saray ve elit hanelerinde köle kadınlar,
“doğuran”, “besleyen” ve “itaat eden” figürler olarak hem hanedanın biyolojik
devamını hem de patriyarkanın sembolik sürekliliğini sağlarlar. Bu, Zilfi’ye
göre Osmanlı’daki “kadın değiş tokuşu ekonomisi”nin temelidir: kadın bedeni hem
aile içi hiyerarşinin hem siyasal sadakatin garantisidir. Bu dönemde köleliğin
kaldırılması girişimleri, özellikle hanedan kadınları ve ulema sınıfı
tarafından aile düzenine saldırı olarak algılanmıştır. Zilfi, köleliğin
kadınlaşmasının, Tanzimat modernleşmesiyle çatışmadığını, tam tersine onunla paralel
ilerlediğini savunur. Kadınlar kamusal alandan dışlanırken, kölelik özel alanın
ideolojik dayanağı haline gelmiştir.
Tanzimat Reformları ve Cinsiyet Körlüğü
Zilfi, Tanzimat reformlarının “toplumsal eşitlik” iddiasını
eleştirel biçimde değerlendirir. Ona göre bu reformlar, erkekler arasındaki
eşitliği hedeflemiş; kadınlar ve köleler bu sürecin dışında bırakılmıştır. Aile
hukuku yasal düzenlemelerin dışında tutulmuştur; kadınların evlilik, boşanma,
miras gibi konulardaki konumu şeriatın denetiminde kalmaya devam etmiştir. Böylece
köleliğin yavaş yavaş çözülmesi, kadınların özgürleşmesi anlamına gelmemiştir.
Köleliğin hukuki zemini zayıflarken, kadınların “itaat” ve “ahlak”
söylemleriyle kontrolü güçlenmiştir.
Ulema, Reform ve Direniş
Zilfi’nin analizinde ulemanın rolü merkezîdir. 19. yüzyıl
boyunca ulema, toplumsal değişime karşı muhafazakâr bir denge unsuru işlevi
görmüş, şeriatın koruyucusu olarak köleliği dini bir hak olarak
savunmuştur. Kadılık sistemi içinde birçok ulema mensubunun evinde bir veya
birkaç cariye bulunması, köleliğin alim hanelerinin de toplumsal gerçeği
olduğunu gösterir. Zilfi, bu durumu “dini otorite ile patriyarkanın ittifakı”
olarak yorumlar. Bu ittifakın bozulması, ancak Tanzimat’ın seküler hukuk
girişimleriyle mümkün olmuş; ancak sekülerleşme yine erkek egemen bir modernite
biçiminde ilerlemiştir.
Elit Kadınlar, Köle Ticareti ve “İç Etek İktidarı”
Zilfi, özellikle 19. yüzyılda seçkin Osmanlı kadınlarının -örneğin
valide sultanlar- köle ticaretinde oynadıkları aktif rolü ayrıntılı biçimde
anlatır. Bu kadınlar, köle alışverişini “aile içi bağları güçlendiren” bir
sosyal mekanizma haline getirmişlerdir. Zilfi, bu durumu paradoksal bir biçimde
değerlendirir: kadınlar, köleliği savunarak sistem içindeki iktidarlarını
korumuş, ataerkiyi yeniden üretmenin aracı haline gelmişlerdir. “İç etek
iktidarı” (yani harem içindeki nüfuz) erkek egemen yapıya karşı değil, onunla uyumlu
biçimde işlemiştir.
Madeline C. Zilfi’nin Osmanlı İmparatorluğu’nda
Kölelik ve Kadınlar adlı eseri, Osmanlı toplumunda kölelik kurumunu
toplumsal cinsiyet, hukuk, ahlak ve iktidar ilişkileri çerçevesinde inceleyen
önemli bir akademik çalışmadır. Eser, hem Osmanlı sosyal tarihine hem de İslam
hukuku ve toplumsal düzen ilişkisine dair zengin bir kaynak sunar.
Zilfi’nin yaklaşımı, klasik Osmanlı tarih yazımından
farklı olarak, köleliğin ekonomik, kültürel ve ahlaki bir yapı olduğunu öne
sürer. Yazar, köleliğin özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda “kadınlaşması”
sürecini -yani erkek köle emeğinin yerini kadın emeğinin almasını- toplumsal
dönüşümün bir göstergesi olarak yorumlar. Bu, hem şehirli hanelerdeki hizmet
biçimlerinin değiştiğini hem de patriyarkal denetimin derinleştiğini gösteren
tarihsel bir saptamadır.
Eserin güçlü yönlerinden biri geniş arşiv ve kaynak kullanımına dayanan mikro-tarihsel analizdir. Zilfi, fermanlar, fetvalar, mahkeme kayıtları, Avrupa seyahatnameleri ve Osmanlı arşiv belgeleri üzerinden köleliğin farklı toplumsal katmanlardaki yansımalarını ortaya koyar. Ayrıca köleliğin yalnızca harem veya sarayla sınırlı olmadığını; esnaf, ulema ve taşra toplumlarında da yaygın bir toplumsal pratik olduğunu gösterir.
Zilfi, köleliği bir “itaat ve ahlak kültürü” olarak tanımlarken, bazen Osmanlı’daki pratik çeşitliliği ikinci plana iter. Yine de eser Osmanlı tarihçiliğinde kadın emeği, hane içi iktidar ve köleliğin toplumsal cinsiyet boyutu üzerine düşünmeyi teşvik eden, bilimsel olarak titiz ve tartışmaya açık bir çalışmadır. Bu nedenle Zilfi’nin kitabı, tek yönlü bir Osmanlı eleştirisi değil; dönemsel olarak temkinli, analitik ama yer yer normatif bir tarih anlatısı olarak değerlendirilmelidir.
