yabancılaşma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yabancılaşma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2025 Pazar

Adalet Ağaoğlu’nun Hayır Romanı Hakkında Bir Çözümleme



Adalet Ağaoğlu’nun Hayır romanı, Aysel’in içsel çalkantılarını, düşünsel çözümlemelerini ve varoluşsal sorgulamalarını merkeze alır. Roman boyunca onun iç sesini, kendisiyle hesaplaşmalarını, olaylara dışarıdan bir gözlemci olarak bakan bir insanın düşüncelerini ve hayatı anlamlandırma çabasını okuruz. Bu eserde aynı zamanda Engin’i de yakından tanıma fırsatı buluruz. Engin’in siyasal nedenlerle başı derde girer ve yurt dışına çıkar. Aysel ise bu süreçte eşi tarafından terk edilir. Eşi, yeğeni Ayşen’i hamile bırakmıştır ve onunla evlenmesi gerekmektedir. Bu olay Aysel’in gözünde elbette doğal değildir; ancak Aysel’in tepkileri beklenen biçimde gelişmez. Normal bir kadının böyle bir ihanet karşısında göstereceği duygusal patlamayı yaşamaz. Aysel, kendi hayatına sanki uzaktan bakan bir gözlemcidir. Eşi, yeğeniyle birlikte olmuş ve onu hamile bırakmıştır; fakat Aysel buna öfke, kıskançlık ya da kırılmayla karşılık vermez. Bu durum, onun kendi yaşamını dışarıdan izliyormuş hissini uyandırır. Normalde bir ihanet insanı derinden sarsar, duyguları değiştirir, güveni yıkar. Fakat Aysel bunu hayatın doğal bir akışı olarak görür. Bu kabulleniş, onun kendi hayatına dışarıdan bakan bir bilinçle hareket ettiğini düşündürür. En çarpıcı nokta ise Aysel’in eşiyle yeğeninin nikâhına gitmesidir. Bu durum bir olgunluk göstergesi değildir; kendi yaşamıyla duygusal bağının tamamen kopuşudur.

Romanın bir diğer dikkat çeken yönü Engin karakteridir. Engin, Aysel’in öğrencisidir ve ikisi arasında bir tür dostluk, bir fikir arkadaşlığı gelişir. Engin’in yurt dışına çıkması, Aysel’in dünyasında hem bir eksilme hem de bir hüzün bırakır. Ancak bu ilişkiyi bir “aşk” olarak tanımlamak doğru değildir. Bu daha çok iki insanın birbirlerinin hayatlarına dokunmaları, birbirlerinin yalnızlığını anlamaları şeklinde bir ilişkidir. Engin’in yurt dışındaki hayatını, orada iş bulma serüvenini, tanıştığı insanları, hatta evliliğini biz onun iç sesleriyle öğreniriz. Engin’in hayatında da tıpkı Aysel’de olduğu gibi bir yalnızlık ve anlam arayışı vardır. Aralarındaki bağ romantik olmaktan çok düşünsel bir bağdır. Roman boyunca yer yer mektuplar aracılığıyla bu iki karakterin iç dünyaları görünür olur. Tezel’in mektupları da romana renk katar. Tezel bu üçlemenin en canlı, en sahici karakterlerinden biridir. Onun tepkileri, sözleri ve duyguları gerçekçidir. Eğer biri “Üçlemede hangi karakteri sevdin?” diye sorsa, belki de en çok Tezel'i sevdiğimi söyleyebilirim. Tezel, diğer karakterlerde eksik olan sahiciliği taşır.

Romanda bir de “yazar karakteri” vardır. Bu yazar, Aysel’in arkadaşıdır ve romanın en ilginç figürlerinden biridir. Yazar karakteri aracılığıyla bir yazarın dünyayı nasıl gördüğünü, olayları nasıl yeniden kurduğunu öğreniriz. Yazar, aklıyla sürekli bir dünya örmektedir. Aysel’in bir ödül törenine gitmemesi üzerine onu merak eder ve evine gider. Evinin kapısı önünde, Aysel hakkında türlü ihtimaller düşünür. Aysel ölmüştür belki; ama nasıl ölmüştür? Üzerinde ne vardır, nerede yatıyordur, nasıl bir gecelik giymiştir? Bu sayfalarda anlatılanlar, bir yazarın zihnindeki üretim sürecini gösterir. Düşünceler, olasılıklar, ihtimaller iç içe geçer.

Romanın bir yerinde, Tutunamayanlar’a yapılan göndermeyle Adalet Ağaoğlu, Aysel’in bilincinde yeni bir sarsıntı yaratır. Aysel bir konferansa davet edilmiştir; konuşması sırasında, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanından söz eder. Turgut Özben’in hikâyesini anarken, onun büyük bir ihtimalle intihar ettiğini, yaşamla kurduğu anlam bağının çözülmesiyle kendi ölüm yolculuğuna yürüdüğünü ima eder. Salonda bulunanlardan biri itiraz eder. Ona göre Turgut Özben intihar etmemiştir; romanın sonunda yalnızca ortadan kaybolmuştur, son açık uçludur. Fakat Aysel bu itiraza yalnızca gülümser; alaycı, ama aynı zamanda hüzünle yoğrulmuş bir gülümsemedir bu. Aysel’in zihninde Turgut Özben’in intiharı, bir eylemden çok bir varoluş biçimidir. Onun gözünde “ortadan kaybolmak” ile “intihar etmek” arasında zaten fark kalmamıştır; her ikisi de aynı sona çıkar. Bu kısımlar romanın sonunda Aysel’in kendi yok oluşuna giden yolun bir izdüşümü gibidir. Aysel de tıpkı Turgut gibi dünyadan ayrılmaya hazır bir bilincin sınırında dolaşmaktadır. Konferans salonundaki o kısa diyalog görünürde edebi bir yorumdur; ama derininde Aysel’in kendi hayatına dair sezgisel bir itiraftır.

Romanın sonunda Aysel’i sisli bir suyun üzerinde, bir kayığın içinde görürüz. Tek başınadır. Ne ilerlediği ne durduğu belli değildir. Dünya ile arasındaki son bağ da çözülmüştür. Bu kısımlarda yazar onun fiziksel ölümünü ruhsal bir çözülüşe bağlar. Aysel’in ortadan kayboluşu, acıya yenilmiş bir kadının hikâyesi değildir; anlamını yitirmiş bir yaşamla son bağını koparan bir bilincin vedasıdır. Aysel büyük bir olasılıkla intihar etmiştir.

Aysel’in ruh hâli Albert Camus’nün Yabancı romanındaki Meursault’nun ruh hâline yaklaşır. Her ikisi de çevrelerinde dönüp duran dünyanın anlamını çözmüşlerdir belki ama bu anlamın soğuk ikileminde kalmışlardır. Aysel’in tepkileri bu yüzden donuktur. Artık hiçbir şey ona dokunmaz. İnsanların ikiyüzlülüğü, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki uçurum, toplumun sahte ahlakı iç dünyasında büyük bir boşluk açar. Bu boşluk zamanla duygularının yerini alır. Öfke, umut, sevgi; hepsi yavaş yavaş silinir.

Aysel’in intiharı varoluşsal bir yabancılaşmanın nihai ifadesidir. Yaşamın, insan ilişkilerinin ve değer sistemlerinin anlamını yitirdiği bir noktada, bireyin kendini dünyadan ayırma eylemine dönüşür. Romanın adı olan Hayır, bu reddin somutlaşmış biçimidir. Hayır kelimesi yalnızca bir olumsuzluk bildirmez; bir bilincin, dünyayla arasındaki tüm bağları kesen son sözü anlamına gelir. Aysel’in “hayır”ı aslında anlamın tükenişine verilmiş dingin bir yanıttır.

Biz neden böyleyiz? Neden geçmişin tutsaklığından kurtaramıyoruz kendimizi?

21 Ekim 2025 Salı

Denizin Çağrısı Romanında Bireyin Ruhsal Çözülüşü ve Özgürlüğün Trajedisi



Denizin Çağrısı Romanında Bireyin Ruhsal Çözülüşü ve Özgürlüğün Trajedisi

Kemal Bilbaşar’ın Denizin Çağrısı romanı, bireyin iç dünyasındaki çatışmaların, toplumsal uyumsuzluğun ve özgürlük arzusunun psikolojik derinlikte işlendiği bir metindir. Romanın merkezinde yer alan, kendini öğretmen olarak tanıtan erkek karakter, beş yıl boyunca küçük bir kasabada görev yaptıktan sonra İzmir’e gider. Bu yolculuk, dış dünyada bir yer değiştirmeden çok, ruhsal bir çözülmenin başlangıcıdır. Kahraman, büyükşehrin karmaşasına adım atar atmaz, insan ilişkilerinde bir tehdit, bir düşmanlık sezer. Sokaktaki hamaldan otel görevlisine kadar herkesin davranışlarını kendisine yönelik bir saldırı olarak algılar. Böylece karakterin ruhsal dengesizliği, yabancılaşması ve paranoyak algısı daha ilk sayfalarda belirir.

Bilbaşar, bu karakter üzerinden bireyin kendi bilinciyle hesaplaşmasını katman katman açar. Öğretmen, her insanda, her sözde kendisine dönük bir ima arar. Bu hal onun çevresiyle de, kendi benliğiyle de kavgalı olduğunu gösterir. Roman boyunca süregelen bu iç hesaplaşma, karakterin geçmişe dönük hatıralarıyla beslenir. Özellikle annesini ve babasını sık sık anımsar; bu anımsayışlar, onun kişiliğinin temelini açığa çıkarır. Babasının denizde intihar etmiş olması, romanın simgesel merkezidir. Deniz, hem babanın ölümüyle özdeşleşir hem de oğulun bilinçaltında bir çekim gücü kazanır. Kahraman karanlıktan korkar; ancak bu korku içgüdüsel değildir. Babası da karanlıktan korktuğu için, o da bu korkuyu bilinçli olarak sahiplenir. Babasına benzemek, onun izinden gitmek, bir tür özdeşleşme ve aidiyet arayışıdır. Böylece babanın ölümü, oğulun kimliğinin temel metaforuna dönüşür; varoluş, babanın ölümüne benzeme isteğiyle şekillenir.

İzmir’deki yaşam, kahramanın ruhsal çözülmesini hızlandırır. Kalacak bir ev bulur ve bu evin genç kızıyla duygusal bir yakınlık kurar. Bu ilişki kısa sürede nişanla sonuçlanır; ancak öğretmen, parmağına takılan yüzüğün anlamını sorguladığı anda, özgürlüğünün kısıtlanacağı duygusuna kapılır. O halka onun gözünde yalnızca bir sevgi sembolü değildir, tutsaklığın işaretidir. Aşk duygusunun yerini bir sıkışmışlık hissi alır. Bu farkındalıkla birlikte, kızı ve ailesini ani bir kararla terk eder. Bilbaşar burada bireyin aşk ile özgürlük arasındaki gerilimini çarpıcı bir biçimde yansıtır; karakter, sevgiye bile tahammül edemeyecek kadar kendi iç dünyasına hapsolmuştur.

Romanın ilerleyen bölümlerinde kahraman, bir hayat kadınıyla ilişki kurar. Bu ilişki artık onun hem toplumsal hem ahlaki sınırlarını aşmış olduğunu gösterir. Fakat bu kadın da tıpkı diğer insanlar gibi, onu terk eder. Parası tükenir, itibarı kalmaz, kentte tutunamaz. Böylece karakterin yalnızlığı artık maddi bir yoksunlukla birleşir. Toplumun kenarına itilmiş, tüm insani bağları kopmuş bir figür hâline gelir. Sürekli bir bunalım içindedir; varoluşunun anlamını kaybeder. Romanın son sayfalarında, tıpkı babası gibi denize yönelir. Artık “denizin çağrısı” dediği şey, ölümün çekimidir. Deniz, çocukluğundan beri korktuğu ama aynı zamanda özlemini duyduğu bir sığınak hâline gelir. Sonunda, babasının yazgısını tekrarlayarak kendini dalgaların kollarına bırakır. Bu sahne bireyin özgürlük arayışının ölümle sonuçlanabileceğini gösteren trajik bir doruktur.

Denizin Çağrısı, bireyin modern dünyadaki yalnızlığını, özgürlük ve tutsaklık arasındaki ince sınırı, babayla oğul arasındaki psikolojik mirası derin bir lirizmle işler. Bilbaşar, toplumsal gerçekçilikten psikolojik gerçekçiliğe yönelerek Türk romanında yeni bir kapı aralar. Deniz, burada yalnızca bir doğa unsuru değildir, insan ruhunun en karanlık alanlarını simgeleyen bir metafordur. Öğretmenin karanlıktan korkması, aslında kendi bilinçaltından korkmasıdır. Babasına benzemek isteği, varoluşun dairesel yapısını; yani kaçtığımız şeyin sonunda bizi kendine çekişini anlatır.

Denizin Çağrısı, bir insanın kendi içindeki labirentte kayboluşunun romanıdır. Kahraman, özgürlük ararken özgürlüğün ağırlığı altında ezilir. Sevgiyle, korkuyla, ölümle, denizle yüzleşirken, kendi bilincinin derinliklerinde yavaş yavaş çözülür. Kemal Bilbaşar, bu romanında bireyin hem kendi geçmişine hem de kaderine teslim oluşunu anlatırken, Türk edebiyatında ruh çözümlemesiyle toplumsal bilinci birleştiren ender örneklerden birini verir. Denizin Çağrısı, denizin sesinde yankılanan bir trajedi olarak insanın içindeki çağrının her zaman huzura değil, bazen de yok oluşa götürdüğünü gösterir.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...