Baruch Spinoza, 1664-1665 yılları arasında Dordrecht’te
yaşayan dindar bir Hıristiyan teolog olan Willem van Blyenbergh ile
mektuplaşmıştır. Bu yazışmalar, Tanrı’nın nedenselliği, insan iradesi, günah,
hata ve özellikle kötülük sorunu etrafında yoğunlaşır. Blyenbergh, Spinoza’nın
düşüncelerini teolojik bir çerçeveden sorgulamış; Spinoza ise bu soruları
karşısındakinin diliyle ele alırken, kavramların anlamını yavaş yavaş
dönüştürerek onları kendi içkinlikçi felsefesinin alanına çekmeye çalışmıştır.
Yazışmalar ilerledikçe, Blyenbergh’in yargılayıcı tutumu sertleşmiş, Spinoza
ise bu diyalogdan felsefi bir tartışmadan çok bir mahkûm etme girişimi
doğduğunu fark ederek mektuplaşmayı sonlandırmıştır. Bu yazışmalar Spinoza’nın
düşüncesinin teorik yönünü ve başkalarına iletme biçimini açıkça gösteren bütünlüklü bir metin oluşturur. Söz konusu mektuplara “Kötülük
Mektupları” adını veren ise, bu yazışmaları Spinoza felsefesinin merkezî
problemlerinden biri olan kötülük kavramı etrafında yeniden okuyan Fransız
filozof Gilles Deleuze’dür.
Blyenbergh mektubunda Spinoza’nın Descartes
Felsefesinin İlkeleri ve Metafizik Düşünceler’ini hayranlıkla
okuduğunu söyler, fakat hemen ardından temel itirazını ortaya koyar. Eğer yaratma
ile varlıkta tutma aynıysa, eğer Tanrı yalnızca tözlerin değil onların hareketlerinin
ve isteklerinin de nedeni ise, o zaman insanın kötülüğü istemelerinin de nedeni
Tanrı değil midir? Adem’in yasak meyveyi yeme isteği örneği üzerinden
Blyenbergh, Spinoza’nın sisteminin iki kabul edilemez sonuca zorlandığını iddia
eder. Ya kötülük diye bir şey yoktur, ya da kötülüğün faili Tanrı’dır.
Blyenbergh için bu durum mantıksal, teolojik ve ahlaki bir felakettir.
Spinoza mektuba cevabında kendi felsefesinin mihverini
açar. Kötülüğün olumlu bir varlık olduğunu reddeder. Ona göre günah, hata ve
kötülük birer “şey” değildir; bunlar yetkinlik yoksunluklarıdır. Adem’in isteği
kendinde ele alındığında bütünüyle gerçek ve yetkindir; kötülük, ancak bu
isteğin daha yetkin bir durumla kıyaslanmasıyla, yani bizim bakış açımızdan
ortaya çıkar. Tanrı açısından ise ne günah ne de yoksunluk vardır; Tanrı
yalnızca olanı, olduğu kadar bilir ve üretir. Kutsal Kitap’ın Tanrı’yı buyuran,
yasaklayan, öfkelenen bir varlık gibi sunması da Spinoza’ya göre pedagojik ve
insani bir dildir. Kalabalıklar için zorunlu bir anlatım tarzı. Felsefeyle
kavrayanlar için Tanrı, yasa koyucu değildir, zorunlu doğanın kendisidir. Bu
yüzden kötülük Tanrı’nın bilgisi dışında değildir ama Tanrı’nın yaptığı bir
“şey” de değildir; çünkü ortada yapılmış bir kötülük yoktur, yalnızca eksilme
ve sınırlılık vardır.
Blyenbergh bu cevaptan tatmin olmaz; aksine, itirazlarını
daha da keskinleştirir. Spinoza’nın yaklaşımının insanı taşlar ve makinelerle
aynı düzeye indirdiğini, özgür iradeyi, ahlaki sorumluluğu, duayı, umudu ve
hatta ölümden sonra yaşam inancını anlamsızlaştırdığını savunur. Eğer herkes
Tanrı’nın verdiği öz kadar eyleyebiliyorsa, imansızlar da imanlılar kadar
Tanrı’ya “hizmet etmiş” sayılmaz mı? Eğer kötülük Tanrı açısından bir
olumsuzlamadan ibaretse, Tanrı neden cezalandırsın? Blyenbergh mektuplarında artık
yalnızca mantık yürütmez; varoluşsal bir korkuyla konuşur. Spinoza’nın Tanrısı
ona teselli vermemektedir. Bu Tanrı karşısında dua, umut, ahlak ve ebedi
mutluluk çöker.
Bu noktada mektuplaşmanın gerçek anlamı berraklaşır. Bu
yalnızca kötülük sorunu üzerine teknik bir tartışma değildir. İki dünya
tasavvuru çarpışmaktadır. Blyenbergh için Tanrı, irade eden, buyuran,
ödüllendiren ve cezalandıran aşkın bir otoritedir; insan ise bu düzene göre
sorumlu bir faildir. Spinoza içinse Tanrı, doğanın zorunlu düzeni, insan da bu
düzenin içindeki bir varoluş tarzıdır. Kötülük, suç ve günah insani bakış
açısının ürünleridir.
İşte Gilles Deleuze’ün bu yazışmaya “Kötülük Mektupları”
adını vermesinin nedeni budur. Burada mesele aslında kötülüğün “ne olduğu” değildir, kötülük
diye bir şeyin olup olmadığıdır. Ve bu soru ahlaktan dine, özgürlükten umuda
kadar her şeyi yerinden oynatır.
Spinoza bir noktadan sonra artık geri çekilmek ister. Blyenbergh’in
sonuçlarda ve ilkelerde de kendisiyle ayrıldığını söyler. Sorunun merkezini
netleştirir. Blyenbergh Kutsal Kitap’ı anlama yetisinin üzerine koymaktadır;
Spinoza ise doğal anlama yetisini nihai ölçüt kabul eder. “Hakikat hakikatle
çelişmez” ilkesini vurgular; kanıtlanmış bir akıl yürütmeyi, kutsal metnin
belirli bir yorumu uğruna feda etmeyeceğini açıkça ilan eder. Bu noktadan sonra
mektuplaşmanın öğretici olmayacağını düşünür.
Yine de Spinoza mektuplaşmayı sonlandırmadan önce en kritik kavram ayrımını
berraklaştırır: yoksunluk (privatio) ile olumsuzlama (negatio). Yoksunluk, bir
şeyde “doğasına ait olduğunu sandığımız” bir yetkinliğin eksikliği gibi insani
bir kıyasın ürünüdür. Olumsuzlama ise Tanrı’nın bakış açısından, bir şeyin
doğasına hiç ait olmayanın basitçe yokluğudur. Körlük örneğiyle şunu söyler.
Körlük Tanrı açısından bir “eksiklik” değildir; yalnızca biz başka insanlarla
kıyasladığımızda öyle görünür. Aynı şekilde Adem’in yasak meyveyi yemesi de
Tanrı açısından kötü değildir; kötülük yalnızca bizim perspektifimizde ortaya
çıkar. Spinoza Tanrı’nın geçmişi “kaybedilmiş bir yetkinlik” olarak
kavramayacağını özellikle vurgular; Tanrı’nın bilgisi her anı olduğu gibi
kavrar.
Spinoza ayrıca özgürlük anlayışını keskinleştirir.
Özgürlük, kayıtsızlık ya da olumsallık değildir; zorunluluğun bilinçli
kabulüdür. Açık ve seçik kavradığımız bir şeyi zorunlu olarak olumladığımızda, bu
zorunluluk içinde özgür oluruz. Kötülük irade ile ilişkilidir; Tanrı’nın
kararına göre değil. Erdemin kaynağı da Tanrı bilgisi ve sevgisidir. Ceza
korkusuyla kötülükten kaçınan biri Spinoza’ya göre zaten erdemli değildir.
Spinoza’nın Tanrı’yı bir yargıç gibi düşünen ahlak
anlayışıyla kendi içkin etik anlayışının uzlaşamayacağını artık kabul eder.
Blyenbergh mektuplarında geri adım atmaz; aksine
itirazlarını daha sistematik hale getirir. Spinoza’nın yoksunluk-olumsuzlama
ayrımının, kendi gözünde şu sonucu doğurduğunu söyler. Bir insan hangi arzuyla eyliyorsa,
o arzu o anda onun özüdür. O halde Tanrı açısından suç ile erdem arasında özsel
bir fark kalmaz. Şehvetle işlenen bir suç da, adaletle yapılan bir eylem de
Tanrı’nın verdiği özle gerçekleşiyorsa, Tanrı her ikisini de aynı şekilde
istemiş olmaz mı?
Blyenbergh bu noktada keskin sorular sorar. Öldürmek
sadaka vermek kadar Tanrı’nın hoşuna gider mi? Hırsızlık adalet kadar iyi
midir? Eğer değilse, bu ayrımı yapan yasa nerededir? Eğer evet ise, insanı
erdeme yöneltecek hangi gerekçe kalır?
Onun asıl kaygısı açıktır. Spinoza’nın sistemi, ahlaki
farkları silmekte, erdemi doğal bir “hoşa gitme” meselesine indirgemekte ve
suçu yalnızca bir perspektif hatasına dönüştürmektedir. Bu durumda erdem
sevgisi, Blyenbergh’e göre yalnızca kişisel eğilimdir. Dahası, eğer insan
Tanrı’dan aldığı özden fazlasını yapamıyorsa, sorumluluk nasıl mümkün
olacaktır? İnsan taşlardan nasıl ayrılacaktır? Umut, dua ve ahlaki çaba neye
dayanacaktır? Blyenbergh mektubunu çok anlamlı bir soruyla bitirir. “Başımıza gelecek bir şeyi basiretimizle önleyebilir miyiz?” Bu soru onun bütün
bu direncini özetler. Çünkü eğer cevap “hayır” ise, ahlak, pişmanlık, umut ve
kurtuluş anlamsızlaşacaktır.
Spinoza için etik, Tanrı’yı seven aklın sevincidir;
Blyenbergh içinse etik, Tanrı’ya karşı sorumluluk taşıyan özgür iradenin
alanıdır. Biri içkinlikte huzur bulur, diğeri aşkınlıkta teselli arar.
Spinoza son mektubunda net konuşur. Blyenbergh’in
itirazlarının teolojik bir ön kabulden beslendiğini söyler. Kötülük, suç ve
hata diye adlandırılan şeylerin öz ifade etmediğini bir kez daha vurgular. Tanrı,
öz taşıyan her şeyin nedenidir; ama kötülük bir “şey” değildir. Spinoza,
Tanrı’nın “hoşlanması”, “öfke duyması”, “istemesi” gibi ifadelerin teolojik,
antropomorfik bir dil olduğunu; felsefede bu dilin kullanılmasının kavramsal
felaketlere yol açtığını özellikle belirtir.
Spinoza mektuplarında çok kritik bir ayrımı daha kesinleştirir:
İyilerle kötüler arasındaki fark Tanrı
bilgisinin derecesinden doğar. Adil insan, Tanrı’nın ve kendisinin açık
bilgisine sahip olduğu için adildir; hırsızda bu bilgi eksiktir. Dolayısıyla
eylemler Tanrı’dan geliyor olsa bile, insanı insan yapan şey, Tanrı’yı bilme
tarzıdır. Spinoza’nın erdemi; bilgiyle zorunlu olarak türeyen bir sevinç ve
yetkinleşme ile ilgilidir.
Ancak Spinoza, Blyenbergh’in son sorularında artık bir çıkmaz
görür. “Doğası suçla bağdaşan biri erdemli olabilir mi?” gibi sorular ona göre
çelişkilidir. Eğer gerçekten suçla bağdaşan bir doğa varsayılırsa, o doğa için
suç zaten “erdem” olurdu.
Blyenbergh Spinoza’nın görüşünün, ruhun ölümden sonra dağılması
sonucunu doğurduğunu, kişisel sürekliliği ve ahlaki özneyi ortadan kaldırdığını
düşünmektedir. Hata, özgür irade, ruhun mahiyeti, erdemin nasıl mümkün olduğu
gibi soruları yeniden sorar ve özellikle Etika’nın temel aksiyomlarını
ayrıntılı biçimde açıklamasını ister.
Spinoza bu talebi kesin biçimde reddeder. Etika’nın büyük
bir bölümünü mektupla açıklamasının mümkün olmadığını söyler; ama daha
önemlisi Blyenbergh’in sorularının, Spinoza’nın görüşü önceden kabul edilmeden
anlaşılabilecek sorular olmadığını belirtir.
Tartışma kötülükten başlar, ama sonunda özgürlük,
sorumluluk, ruhun sürekliliği ve umut gibi meselelerde iki dünya görüşünün
bağdaşmadığı ortaya çıkar. Blyenbergh için Tanrı, yargılayan ve anlam veren
aşkın bir otoritedir; Spinoza için Tanrı, doğanın zorunlu düzenidir.
Spinoza, Geometrik
Olarak Kanıtlanmış Descartes Felsefesinin İlkeleri’ni anlatmaya işe ontolojiden başlar.
Var olan hiçbir şey kendi kendini varlıkta tutamaz; varlıkta kalmak, Tanrı’nın
kudretine sürekli olarak bağlı olmaktır. Yaratma geçmişte olup bitmiş bir
başlangıç değildir, sürekli yaratımdır. Bu nedenle Tanrı şeylerin varoluşunun ve
özlerinin nedenidir. Şeyler Tanrı’da içerilen bir bilginin nedeni olamaz;
tersine Tanrı onların ne olduklarının da nedenidir. Ancak bu noktada
belirleyici bir sınır çizilir. Kötülük, hata ve suç birer “öz” değildir. Eğer
hata olumlu bir varlığa sahip olsaydı, Tanrı onun da nedeni olurdu; bu ise
Tanrı’yı aldatıcı kılardı. Oysa Tanrı en yüksek doğruluktur ve aldatıcı olamaz.
Dolayısıyla hata ontolojik bir gerçeklik değildir; olumlu bir varlığı yoktur.
İnsan, anlama yetisinin sınırlarını aşarak iradesini kullandığında, doğasının
gerektirdiği en yüksek özgürlük derecesinden yoksun kalır; işte bu yoksunluğa
hata deriz. Tanrı’nın insanı daha geniş bir anlama yetisiyle yaratmamış olması
bir eksiklik değildir; nasıl ki Tanrı daireyi küre yapmadığı için daireyi
“eksik” yaratmış sayılmazsa, insanı sınırlı akıllı yaratmış olması da Tanrı’da
bir kusur göstermez. Tanrı’dan talep edilebilecek hiçbir şey yoktur, çünkü
Tanrı’dan önce bir ölçüt yoktur.
Spinoza doğru-yanlış ve iyi-kötü kavramlarının şeylerin
kendilerine ait nitelikler olmadığını açıkça söyler. Doğru ve yanlış, önce
anlatılar için kullanılmış, sonra fikirlerin nesneleriyle uyumunu belirtmek
üzere felsefeye aktarılmıştır; bu yüzden “doğru” bir aşkın özellik değildir.
Hakikat, doğru fikrin kendisidir; kesinlik şeylerde değil, fikirlerdedir. Aynı
şekilde iyi ve kötü de mutlak değildir. Tek başına ele alındığında hiçbir şeye
ne iyi ne kötü denebilir; bu sıfatlar yalnızca ilişkiseldir. Bir şey, başka bir
şeyin varlığını ve kudretini artırıyorsa iyi, azaltıyorsa kötü denir. Bu
nedenle mutlak kötü yoktur. Tanrı’nın “en yüksek iyi” olarak adlandırılması da
ahlaki bir övgü değildir, ontolojik bir tespittir. Tanrı herkesin varlıkta
kalmasının nedenidir.
Tanrı’nın sevmesi, nefret etmesi, hoşlanması ya da öfkelenmesi felsefi anlamda
söylenemez; bunlar Kutsal Kitap’ta kullanılan insanî ve pedagojik anlatım
biçimleridir. Felsefi düzlemde Tanrı’nın iradesi, doğanın zorunlu düzeninden
başka bir şey değildir. İyilerle kötüler arasındaki fark Tanrı’nın birini sevip
ötekinden nefret etmesinde kaynaklanmaz, Tanrı bilgisinin derecesinde yatar.
Erdem, ödül beklentisi ya da ceza korkusundan değil, Tanrı’nın ve kendimizin
açık bilgisinden zorunlu olarak türeyen bir yetkinleşmedir.
Bu yüzden Blyenbergh’in sürekli sorduğu “öldürmek sadaka vermek kadar Tanrı’nın hoşuna gider mi?” türü sorular, Spinoza’nın sisteminde yanlış düzlemde sorulmuş sorulardır. Çünkü “iyi” ve “kötü”, Tanrı açısından değil, insanın varoluş tarzı açısından anlam kazanır. Tanrı kötülüğün nedeni değildir, çünkü kötülük bir şey değildir; hata insan için bir yoksunluktur, Tanrı için yalnızca bir olumsuzlamadır; özgürlük zorunluluğun bilinçle kavranmasıdır; ahlak ise bilgi ve yetkinleşme üzerinden kurulur.
***
Spinoza’ya göre Tanrı evrenden ayrı, yukarıdan kararlar alan bir irade değildir; Tanrı doğanın kendisi ve onun zorunlu işleyişidir. Bu yüzden evrende gerçekleşen hiçbir şey Tanrı’nın “dışında” olamaz. İnsanların kötü diye adlandırdığı eylemler de bu zorunlu düzenin içindedir. Bu anlamda kötülük, Tanrı’nın iradesinin dışında değildir. Ancak buradan da Tanrı’nın kötülüğü istemiş olduğu sonucu da çıkmaz. Çünkü Spinoza’ya göre kötülük, masa, taş ya da hareket gibi olumlu bir varlık değildir; kendi başına var olan bir “şey” değildir.
Kötülük, insanın dünyayı değerlendirme biçiminden doğar. Biz bir durumu, daha yetkin, daha güçlü ya da daha düzenli bir durumla kıyasladığımızda, aradaki farkı “eksiklik” olarak adlandırırız. İşte bu eksikliğe kötülük deriz. Tanrı açısından ise eksiklik diye bir şey yoktur; Tanrı yalnızca olanı ve olanın özünü üretir. Eksiklik Tanrı’nın ürettiği bir gerçeklik değil, insanın sınırlı bakış açısının sonucudur.
Kötülük Tanrı’nın iradesine aykırı olmadığı gibi Tanrı’nın iradesinin konusu da değildir. Tanrı kötülüğü istemez, çünkü ortada istenebilecek bir kötülük yoktur. Olan şeyler, zorunlu olarak ortaya çıkan varoluş tarzlarıdır. “İyi” ve “kötü” adları ise bu varoluş tarzlarına bizim verdiğimiz insani anlamlardır. Spinoza için kötülük, insanın dünyayı yargılama biçimidir. Tanrı düzeyinde zorunluluk vardır, insan düzeyinde ise değerlendirme vardır.