1984 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1984 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ekim 2025 Cuma

Orwell’dan Murakami’ye: Politik Distopyadan Ontolojik Distopyaya İnsan Bilincinin Dönüşümü


 

Orwell’dan Murakami’ye: Politik Distopyadan Ontolojik Distopyaya İnsan Bilincinin Dönüşümü

Distopya edebiyatı, modern insanın özgürlük ve hakikat anlayışının kırılma anlarını en keskin biçimde görünür kılan türlerden biridir. Bu tür yalnızca geleceğe dair karanlık senaryolar üretmez; aynı zamanda her çağın birey-iktidar ilişkisini, bilgi ve hakikat üretim biçimlerini sorgular. George Orwell’ın 1984’ü ile Haruki Murakami’nin 1Q84’ü bu sorgulamanın iki farklı tarihsel evresini temsil eder. Orwell modernitenin politik baskılarını, Murakami postmodernitenin varoluşsal çözülmelerini anlatır. Aralarındaki fark insanın dış dünyadaki tahakkümden iç dünyadaki belirsizliğe doğru geçirdiği dönüşümdür. 1984, totaliter ideolojilerin insan bilincini kontrol ettiği bir çağın ürünü iken; 1Q84, görünmez yapılar, medya, kültür ve bilinç ağları içinde kaybolmuş bireyin öyküsüdür.

Orwell’ın 1984’ü, II. Dünya Savaşı sonrasında totaliter ideolojilerin yükselişine doğrudan bir yanıt niteliğindedir. Roman, modernitenin rasyonalist ve merkeziyetçi yapısının bireyi özgürleştirmek yerine mekanik bir varlığa dönüştürdüğü düşüncesinden beslenir. “Büyük Birader” figürü siyasal ve epistemolojik iktidarın sembolüdür. Parti’nin amacı hakikati denetim altına almaktır. Orwell, dilin iktidar üretimindeki rolünü vurgular. “Yeni Söylem” düşüncenin sınırlarını belirleyen bir ideolojik araçtır. Foucault’nun “bilgi iktidardır” ilkesini hatırlatan biçimde, Orwell’da bilgi üretimi iktidarın tekeline geçmiştir. Gerçeklik Parti’nin çıkarlarına göre yeniden yazılır; geçmiş değiştirildiğinde, bireyin düşünsel zemini de yok olur.

Winston Smith karakteri, bu sistemin içinde bilinç kazanmaya çalışan modern bireyin simgesidir. Julia ile kurduğu yasak ilişki insan olma hâlinin son kırıntısıdır. Ancak Orwell’ın anlatısında aşk duygusal bir deneyim olmanın ötesinde daha çok ideolojik bir ihlalin sembolüdür. İnsan bedeni denetimin konusu hâline gelir; arzu, suçun işareti olur. Böylece 1984 modernitenin özgürlük ve akıl ideallerinin, aşırı merkezileşme sonucu kendi karşıtına dönüşmesinin alegorisi hâline gelir. Modern insan artık denetlenen bir varlıktır.

Murakami’nin 1Q84’ü, Orwell’a doğrudan bir yanıt niteliği taşır. Japonca adı “Q” harfi aracılığıyla İngilizcedeki “question” sözcüğünü çağrıştırır; bu Orwell’ın 1984’ünün sorgulanması anlamına gelir. Ancak Murakami’nin romanında baskı dağınık ve kültüreldir. Postmodern dönemde iktidar artık belirli bir merkezde toplanmaz; medya, tarikatlar, inanç sistemleri ve bilinçaltı süreçler aracılığıyla dolaşıma girer.

Murakami’nin tarikatı, Orwell’ın partisinin güncellenmiş versiyonu gibidir; ancak burada tahakküm politik değildir, ruhsaldır. 1Q84’ün iki ana karakteri, Aomame ve Tengo, sistemin dışına çıkmak yerine, kendi bilinçlerinin içinde yön bulmaya çalışırlar. Romanın gökyüzündeki iki ay, bu bölünmüş gerçeklik algısının sembolüdür. Gerçeklik artık tekil değildir; birey kendi algısının ürünü olan çoklu bir dünyada yaşamaktadır.  Murakami’nin romanında dil, Orwell’daki gibi dışsal bir baskı aracı olmaktan çıkar; bilinçle karışarak anlamın çözülmesine yol açar. Artık sorun hakikatin bireysel algıda dağılmasıdır. 1Q84 ontolojik bir distopyadır; birey anlamın sürekliliğini koruyamadığı bir dünyada var olmaya çalışır. Gerçeklik duygusunun zayıflaması, postmodern insanın temel korkusuna dönüşür. Bu dönüşüm kadın karakterlerin temsili üzerinden de okunabilir. 1984’te Julia, politik baskı düzeninde arzunun son sığınağıdır. Onun bedeni, Parti’nin koyduğu ahlâkî yasaklara karşı bir direniş alanıdır. Ancak Julia erkek karakterin direnişini tamamlayan bir figürdür. Kadın bedeni sistemin ihlal alanı olarak temsil edilir; cinsellik politikleşir.

Murakami’nin 1Q84’ünde ise Aomame, bedeniyle var olan bilinçli bir özneye dönüşür. Aomame’nin cinselliği varoluşsal bir deneyimdir. Beden insanın evrenle kurduğu son temas biçimidir. Bu yönüyle Murakami, kadın karakteri metafizik bir özne olarak kurgular. Julia’nın politik direnişi dışsal bir özgürlük arayışıyken, Aomame’nin içsel dönüşümü ontolojik bir özgürlük arayışıdır. Bu fark çağlar arasındaki kadın imgesinin değişimini olduğu kadar, insanın özgürlük kavrayışındaki dönüşümü de gösterir. Modern dönemde beden denetim altına alınırken, postmodern dönemde anlamını yitirir; biri bastırmanın, diğeri çözülmenin ürünüdür.

Orwell’ın dünyası, modernitenin “aklın düzeni” anlayışına dayanır. Descartes’ın “düşünüyorum, öyleyse varım” önermesi, burada devletin ideolojik araçlarına dönüşür; düşünce, sistem tarafından biçimlendirilir. Murakami’nin dünyasında ise düşünmek yeterli değildir; çünkü düşüncenin kendisi de parçalanmıştır. Postmodern özne artık kendi bilincine bile tam olarak güvenemez.  Anlatı biçimi de bu değişimi yansıtır. Orwell, tekil bir bakış açısı ve kronolojik düzenle ilerler; Murakami ise çoklu anlatıcılar, paralel zamanlar ve bilinç geçişleriyle çoğul bir yapı kurar. 1984’te dil sınırlayıcı, 1Q84’te dil çözülmüş bir unsurdur. Bu biçimsel düzeyde bile modernitenin kapalılığından postmodernitenin açıklığına geçişi gösterir.

1984 ve 1Q84, iki farklı yüzyılın aynı sorusunu iki farklı biçimde dile getirir: İnsan kendi yarattığı sistemlerin içinde özgür olabilir mi? Orwell bu soruya politik düzlemde yanıt verir; özgürlük, düşüncenin devlet denetiminden kurtulmasıyla mümkündür. Murakami ise aynı soruyu ontolojik düzleme taşır; özgürlük, anlamın dağınıklığı içinde benliğin bütünlüğünü koruyabilmekle ilgilidir. Orwell’ın kahramanı dışsal baskıya direnerek konuşur; Murakami’ninki içsel boşlukla mücadele ederek sessizleşir. Birinde hakikat merkezîdir, diğerinde çoğuldur.

Bu iki roman arasındaki fark, modern insanın tarihsel serüvenini de özetler. Modernite dışsal otoritelerin baskısını üretmiş, postmodernite içsel dağılmayı. Orwell insanın politik kimliğini savunur, Murakami ontolojik bütünlüğünü. Böylece distopya ideolojik bir eleştiriden varoluşsal bir sorgulamaya evrilmiştir. Orwell’ın dünyasında yasaklar, Murakami’nin dünyasında boşluklar konuşur; biri düzenin aşırılığını, diğeri anlamın yokluğunu temsil eder. Bu dönüşüm insan bilincinin de tarihidir; dış baskıdan içsel çözülmeye, kolektif korkudan bireysel yalnızlığa uzanan bir çizgi.



30 Haziran 2025 Pazartesi

1984’ten Cesur Yeni Dünya’ya: Özgürlüğün Kaybolduğu İki Yol

 


1984’ten Cesur Yeni Dünya’ya: Özgürlüğün Kaybolduğu İki Yol

George Orwell’in 1984 adlı romanı ile Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı eseri, her ne kadar aynı türde –yani distopya edebiyatında– yer alsalar da, insanlık için öngördükleri gelecekler birbirinden oldukça farklıdır. Her iki yazar da bireyin özgürlüğünü tehdit eden totaliter sistemleri eleştirir; ancak bu sistemlerin işleyiş biçimleri, kullandıkları araçlar ve birey üzerindeki etkileri zıt uçlardadır. Ve bu sistemlerin yüzünü bize en çok onların kahramanları gösterir.

Orwell’in 1984’ünde karşımıza çıkan dünya, korkunun, baskının ve sürekli gözetimin hâkim olduğu bir cehennemdir. İnsanlar Büyük Birader’in her an her yerde onları izlediğini bilerek yaşar. Düşünce özgürlüğü yoktur; çünkü düşüncenin kendisi bile suç sayılmaktadır. Dil, Yeni Söylem adı verilen yapay bir biçime indirgenmiş, insanın düşünme kapasitesi sistemli bir şekilde daraltılmıştır. Gerçeklik, Parti’nin ihtiyaçlarına göre sürekli yeniden yazılır; geçmiş, bugüne göre şekillendirilir ve birey, bu yalanlar içinde gerçeği ayırt edemez hale gelir. Romanın başkahramanı Winston Smith, bu boğucu düzende gerçeği arayan bir adamdır. Winston’un isyanı, aslında insan kalabilmenin son çırpınışıdır. Aşkı, sevgilisi Julia ile yaşadığı ilişki, duygusal bir başkaldırıdır ve Partiye karşı atılmış tehlikeli bir adımdır. Julia, Winston’a göre sistemin yalanlarını daha içgüdüsel bir şekilde reddeder; onun isyanı entelektüel duruşunda değil, bedensel ve anlıktır. Ancak ikisinin de direnişi sonuçsuz kalır. O’Brien adlı Parti üyesi, Winston’un umut bağladığı bir müttefik gibi görünse de aslında sistemin sadık bir bekçisidir. O’Brien, Winston’u yakalayıp zihnini ele geçirir, ona bireysel özgürlüğün ve hakikatin olanaksızlığını öğretir. Winston en sonunda kendi zihninde bile özgür olmadığını, hatta Büyük Birader’i sevdiğini kabullenmek zorunda kalır.

Buna karşılık Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında çizilen tablo çok daha parlak, çok daha ‘‘mutlu’’ bir dünyadır. Burada insanlar baskı altında olduklarını bile bilmezler; çünkü sistem onları mutlu edecek şekilde tasarlanmıştır. İnsanlar laboratuvarlarda üretilir, daha doğmadan hangi sınıfa ait olacaklarına karar verilir ve çocukluktan itibaren şartlandırılarak sisteme uyumlu bireyler haline getirilirler. Acı, hastalık, yaşlılık gibi insan deneyimlerinin çoğu ortadan kaldırılmıştır. Bunun bedeli ise bireysellik, özgür irade ve derin düşüncenin tamamen silinmesidir. Toplumun üyeleri haz ve konfor peşinde koşar; soma adı verilen uyuşturucu mutsuzluğu bastırır, anlam arayışının yerine geçer. Bu yapının içindeki karakterler, sistemin farklı yüzlerini temsil eder. Örneğin Bernard Marx, yapısal olarak sistemin standartlarına uymadığı için kendisini rahatsız hisseder; boyu ve görünümü Alfa kastının beklentilerini karşılamaz ve bu yüzden derin bir yabancılık hisseder. Ancak onun isyanı da sahtedir; Bernard aslında sistemin nimetlerinden mahrum kaldığı için ona öfkelenir. Özgürlük değildir derdi daha çok kabul görmek ister. Helmholtz Watson, Bernard’dan farklı olarak gerçekten bireyselliğe ve yaratıcı ifadelere özlem duyar. Helmholtz, sistemin dayattığı yüzeyselliği aşmak, derin anlam peşinde koşmak ister ama bu onu toplumdan uzaklaştırır.

Ve en çarpıcı figür, John the Savage (Vahşi John)’dur. John, modern toplumun dışında, ilkel bir rezervasyonda büyümüş, geleneksel insani değerleri içselleştirmiştir. Cesur Yeni Dünya’nın steril, haz odaklı, yapay mutluluğunu gördüğünde dehşete kapılır. Onun acı çekme, yalnız kalma ve özgür olma isteği, toplumun ona sunduğu kolay mutluluğu reddetmesine neden olur. John’un trajedisi, insan ruhunun derinliklerini yadsıyan bir sistem karşısında yalnız ve güçsüz kalmasıdır. O, özgürlüğü seçer; ama bu özgürlük, toplumun anlayamayacağı bir yalnızlıktır ve sonunda kendini yok ederek son bulur.

Orwell’in dünyasında insanlar zincirlenmiştir ve zincirlerinin ağırlığını her an hissederler; Huxley’nin dünyasında ise insanlar zincirlenmiş olmaktan memnundurlar, çünkü zincirler altınla kaplanmıştır. Orwell, baskı ve korku yoluyla özgürlüğün nasıl yok edileceğini gösterirken; Huxley, haz ve konfor yoluyla insanların özgürlüklerini nasıl gönüllü olarak terk ettiklerini anlatır. Biri dışsal zorlamayı, diğeri içsel gönüllü teslimiyeti resmeder. Ve her iki romanın karakterleri, bu iki büyük uyarının insan yüzleridir: bir yanda zincirlerini kırmak isteyen ama boyun eğmek zorunda kalan Winston, diğer yanda özgürlüğü arzulayıp yalnız kalan John. İkisi de şunu hatırlatır: Gerçek özgürlük, zincirlerini görebilmekle başlar; ama o zincirleri kırabilmek, cesaret ve bedel ister.

Günümüz toplumsal yapısını Orwell’in 1984’ü ve Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı ile karşılaştırmak, aslında modern dünyanın çelişkilerini ve tehditlerini daha net görmek için oldukça güçlü bir düşünsel egzersizdir. Çünkü bu iki distopya, farklı uçlardan yaklaşarak aynı soruyu sorar: İnsan özgürlüğü nasıl kaybolur? Ve verdikleri yanıtlar, bugün içinde yaşadığımız dünyanın aynası, hatta geleceğe tutulmuş bir uyarı işareti gibidir.

Orwell’in 1984’ünde özgürlük, insanın elinden korku ve şiddetle alınır. Birey, sürekli bir gözetim ve tehdit altındadır. Büyük Birader’in gözleri, ekranlardan ve duvarlardan, sokaklardan ve posterlerden bireyin üzerine dikilidir. İnsanların zihni, Parti’nin mutlak otoritesine boyun eğmeye zorlanır; dil, Yeni Söylem yoluyla yoksullaştırılır ve böylece düşüncenin sınırları daraltılır. Çünkü düşünceyi kontrol etmenin en kesin yolu, kelimeleri ve kavramları yok etmektir. Gerçeklik bile Parti’nin ellerinde bir oyun hamurudur: geçmiş, bugüne göre yeniden yazılır; hakikat, iktidarın çıkarlarına göre şekillenir. Birey, Winston Smith’in şahsında, bu sistemin içinde gerçeği ve aşkı arar. Julia ile kurduğu ilişki, insan olabilmenin son kalesidir. Ama sistem o kadar acımasızdır ki bu isyan bile bastırılır. O’Brien, Winston’a yalnızca işkence etmez; ona hakikatin bile Parti’nin iradesine tabi olduğunu öğretir. İki kere iki beş eder diye düşündürtmeyi başarır. Böylece insan, en sonunda, kendi zihninde bile özgür olmadığını kabul eder.

Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında ise özgürlük, çok daha incelikli bir şekilde ortadan kaldırılır. Burada birey özgürlüğünü kendi elleriyle bırakır; çünkü özgürlük artık yük olarak görülür. İnsanlar doğmadan önce hangi sınıfa ait olacaklarına karar verilmiş, şartlandırılarak birer dişli haline getirilmiştir. Haz ve konforla örülmüş bir dünya düzeni vardır: acı, hastalık, yalnızlık ve ölümün insani gerçeklikleri yok edilmiştir. Bunun bedeli ise bireysellik, özgür irade ve derin düşüncedir. İnsanlar sürekli eğlenir, tüketir ve soma adı verilen bir maddeyle duygularını bastırır. Anlam arayışı, huzursuzluk, varoluş kaygısı, tüm bunlar sistemin istediği düzen için gereksiz, hatta zararlıdır. John’un bu yapay mutluluğun ortasına düştüğünde yaşadığı dehşet, insan ruhunun bu kadar yüzeyselleştirilmesine verdiği doğal bir tepki olur. John’un isyanı, insan olmanın onuruna, acıya ve yalnızlığa sahip çıkmak içindir. Ama o da kaybeder; çünkü bu dünyada insanlar zincirlerini sevdikleri için onları kırmak istemezler.

Modern dünyaya baktığımızda, her iki distopyanın yankıları kulaklarımızda çınlar. Bir yanda Orwell’in işaret ettiği gibi, dijital çağda sürekli izleniriz. Telefonlarımız, kameralarımız, sosyal medya hesaplarımız; biz fark etmeden attığımız her adımı, kurduğumuz her cümleyi bir veri noktasına dönüştürür. Devletler değilse bile dev teknoloji şirketleri bizi gözler, analiz eder ve yönlendirir. Algoritmalar hangi haberleri göreceğimizi, hangi ürünleri alacağımızı, hatta hangi düşünceleri düşüneceğimizi belirler. Gerçeklik; parçalanmış, göreceli ve manipüle edilebilir bir yapı haline gelmiştir. Orwell’in geçmişi kim kontrol ederse geleceği kontrol eder sözü, bugün algoritmaların ve dezenformasyonun şekillendirdiği bir dünyada yeniden anlam kazanır.

Öte yandan Huxley’nin distopyasının gölgesi daha sinsi ve belki de daha güçlüdür. Modern toplumlar bireyi hazla, konforla, tüketimle kuşatır. Sürekli eğlenmeli, tüketmeli, kendini oyalamalıdır. Derin düşünce, felsefi sorgulama ve iç yolculuk yerini anlık dopamin patlamalarına bırakır. Sosyal medya, diziler, oyunlar ve alışveriş; modern çağın soması gibi bireyi uyutur, ona gerçek acıları unutturur. Üstelik modern insan çoğu zaman bu zincirlerden şikayet etmez; aksine bu altın zincirleri gururla taşır, onlar için çabalar. Huxley’nin uyarısı işte burada yankılanır: Eğer sürekli haz ve konfor arayışı içinde yaşarsak, bir gün özgürlüğümüzü de, insanlığımızı kaybedeceğiz.

En ürkütücü olan ise şudur: Günümüz dünyası yalnızca Orwell’in ya da yalnızca Huxley’nin kâbusunu yaşamıyor. Biz, her iki distopyanın iç içe geçtiği bir çağdayız. Bir yanda dijital gözetim, veri totalitarizmi ve mahremiyetin yok oluşu; diğer yanda haz kültürü, tüketim saplantısı ve gönüllü teslimiyet… İnsanlık hem korkuyla hem de hazla zincirleniyor. Hem baskıyla hem de gönüllü uyumla kendi iç sesinden, kendi özünden uzaklaşıyor.

Belki de artık şu soruyu sorma zamanı: Biz hangi zincirlerin esiriyiz? Korkunun zincirleri mi, yoksa hazla parlatılmış zincirler mi? Ve daha da önemlisi, bu zincirleri görecek cesareti kendimizde bulabiliyor muyuz? Çünkü zincirlerini göremeyen bir insan için, özgürlük sadece bir yanılsamadır. Ve hem Orwell hem Huxley, bize şunu anlatır: Özgürlüğün kaybı, dışarıdan dayatıldığı kadar, insanın kendi içinde yaptığı bir teslimiyetin de sonucudur.

Kesinlikle, Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sında geçen soma kavramı, günümüz dünyasında güçlü ve düşündürücü bir metafor olarak değerlendirilebilir. Huxley’nin yarattığı bu madde, bireylerin acı, kaygı, yalnızlık ya da sorgulama gibi rahatsız edici duygularla yüzleşmesini engelleyen, onları sürekli mutlu ve uyumlu tutan bir araçtır. Soma fiziksel bir uyuşturucu olsa da, asıl işlevi bireyin zihinsel uyanıklığını yok ederek onu sorgulamaktan, anlam arayışından ve gerçek insan deneyimlerinden uzaklaştırmaktır. Bugün baktığımızda, Huxley’nin uyardığı bu zihinsel uyuşukluğu yaratan pek çok modern soma ile çevrili olduğumuzu söylemek yanlış olmaz.

Günümüzde birçok insan için sosyal medya, bir iletişim aracı ve rahatsız edici gerçeklerden kaçışın bir yolu haline gelmiştir. Can sıkıntısı, kaygı, yalnızlık ya da mutsuzluk hissettiklerinde insanlar, parmaklarının ucundaki ekranlara sarılıyor. Instagram, TikTok, X (eski adıyla Twitter), Facebook ve diğer platformlar, kullanıcılarına sürekli yeni içerikler sunarak zihni oyalıyor, anlık dopamin patlamalarıyla geçici bir rahatlama sağlıyor. Tıpkı soma gibi bu dijital uyuşturucular da gerçek sorunları bastırıyor ama çözmüyor. Kendi içsel boşluklarıyla yüzleşmekten kaçan birey, sonsuz kaydırmanın içinde, zihninin sessizliğini boğmaya çalışıyor. Ancak bu durum geçici bir teselli; sorunlar bir sonraki kaydırmada yeniden görünmez hale getiriliyor ama asla çözülmüyor.

Eğlence endüstrisi ve tüketim kültürü de modern soma’nın başka bir yüzüdür. Diziler, filmler, video oyunları, alışveriş, tatil ve tüketim odaklı deneyimler elbette hayatın keyifli yanları olabilir. Ama bu unsurlar, sürekli ve sorgusuzca bir kaçış haline geldiğinde, insanın derinlik arayışını bastıran bir işlev görmeye başlar. Huxley’nin tarif ettiği gibi, sistem bireyin yüzleşmesini, düşünmesini ve sorgulamasını engelleyen hazlarla örülüdür. Eğlence, bireyin sistemle yüzleşmesini geciktiren, sorgulamayı erteleyen bir kaçışa dönüştüğünde, insanın içsel yolculuğu da sekteye uğrar. Bir yandan haz peşinde koşar, bir yandan içindeki boşluğu dolduramaz hale gelir.

Modern toplumda psikofarmakoloji ve duygu yönetimi alanında yaşanan gelişmeler de soma metaforunun günümüzdeki bir yansımasıdır. Antidepresanlar, anksiyolitikler ve ruh hali düzenleyici ilaçlar elbette birçok durumda tıbbi olarak gereklidir, hatta hayat kurtarıcıdır. Ancak Huxley’nin eleştirisi, acının, kaygının ve rahatsız edici tüm duyguların tamamen ortadan kaldırılması gerektiği fikrine yöneliktir. Günümüzde de bazen doğal insan deneyimlerinin –örneğin yas, hayal kırıklığı ya da yalnızlık– hemen bastırılması gerektiği düşüncesi ağır basabiliyor. Oysa insan ruhu, tüm bu duygularla şekillenir ve olgunlaşır. Acı, sadece insan olmanın bir parçasıdır ve büyümenin, derinleşmenin yoludur.

Bir diğer modern soma, sürekli mutlu olma baskısını körükleyen toksik pozitiflik kültüründe gizlidir. Günümüzde her şey iyi düşün, negatiflik yayma, olumlu ol gibi sloganlarla süslenir. Oysa bu, insanın gerçek duygularını bastırmasına, mutsuzluğu ya da kaygıyı sistem dışı ve tehdit olarak görmesine neden olur. Huxley’nin dünyasında olduğu gibi, mutsuzluk toplum düzeni için bir tehlikedir; çünkü mutsuzluk sorgulamaya, sorgulama ise değişime yol açabilir. Gerçek özgürlük, insan olmanın tüm yelpazesine yer açabilmekle mümkündür. Ancak modern toplum bireyi, sürekli mutlu olmaya zorladıkça, onu insan olmanın derinliğinden uzaklaştırır.

Soma, bir zihinsel durumun, bir kültürel tercihin sembolüdür. Günümüzde modern soma’yı ararsak, onu ekranlarımızda, alışveriş sepetlerimizde, sonsuz kaydırdığımız içeriklerde ve sürekli gülümsememizi isteyen kültürde bulabiliriz. Huxley’nin uyarısı hâlâ geçerlidir: Eğer rahatsız edici gerçeklerden, iç yolculuğun getirdiği zorlayıcı sorulardan ve insan olmanın kaçınılmaz acılarından sürekli olarak kaçarsak, bir gün özgürlüğümüzü de, insanlığımızı da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz.

En büyük soru şudur: Kendi modern soma’larımızı fark edecek cesareti bulabilecek miyiz?

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...