1984’ten
Cesur Yeni Dünya’ya: Özgürlüğün Kaybolduğu İki Yol
George Orwell’in 1984
adlı romanı ile Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya adlı eseri, her ne kadar aynı
türde –yani distopya edebiyatında– yer alsalar da, insanlık için öngördükleri
gelecekler birbirinden oldukça farklıdır. Her iki yazar da bireyin özgürlüğünü
tehdit eden totaliter sistemleri eleştirir; ancak bu sistemlerin işleyiş
biçimleri, kullandıkları araçlar ve birey üzerindeki etkileri zıt uçlardadır.
Ve bu sistemlerin yüzünü bize en çok onların kahramanları gösterir.
Orwell’in 1984’ünde
karşımıza çıkan dünya, korkunun, baskının ve sürekli gözetimin hâkim olduğu bir
cehennemdir. İnsanlar Büyük Birader’in her an her yerde onları izlediğini
bilerek yaşar. Düşünce özgürlüğü yoktur; çünkü düşüncenin kendisi bile suç
sayılmaktadır. Dil, Yeni Söylem adı verilen yapay bir biçime indirgenmiş,
insanın düşünme kapasitesi sistemli bir şekilde daraltılmıştır. Gerçeklik,
Parti’nin ihtiyaçlarına göre sürekli yeniden yazılır; geçmiş, bugüne göre
şekillendirilir ve birey, bu yalanlar içinde gerçeği ayırt edemez hale gelir.
Romanın başkahramanı Winston Smith, bu boğucu düzende gerçeği arayan bir
adamdır. Winston’un isyanı, aslında insan kalabilmenin son çırpınışıdır. Aşkı,
sevgilisi Julia ile yaşadığı ilişki, duygusal bir başkaldırıdır ve
Partiye karşı atılmış tehlikeli bir adımdır. Julia, Winston’a göre sistemin
yalanlarını daha içgüdüsel bir şekilde reddeder; onun isyanı entelektüel duruşunda
değil, bedensel ve anlıktır. Ancak ikisinin de direnişi sonuçsuz kalır. O’Brien
adlı Parti üyesi, Winston’un umut bağladığı bir müttefik gibi görünse de
aslında sistemin sadık bir bekçisidir. O’Brien, Winston’u yakalayıp zihnini ele
geçirir, ona bireysel özgürlüğün ve hakikatin olanaksızlığını öğretir. Winston
en sonunda kendi zihninde bile özgür olmadığını, hatta Büyük Birader’i
sevdiğini kabullenmek zorunda kalır.
Buna karşılık Huxley’nin Cesur
Yeni Dünya’sında çizilen tablo çok daha parlak, çok daha ‘‘mutlu’’ bir
dünyadır. Burada insanlar baskı altında olduklarını bile bilmezler; çünkü
sistem onları mutlu edecek şekilde tasarlanmıştır. İnsanlar laboratuvarlarda
üretilir, daha doğmadan hangi sınıfa ait olacaklarına karar verilir ve
çocukluktan itibaren şartlandırılarak sisteme uyumlu bireyler haline
getirilirler. Acı, hastalık, yaşlılık gibi insan deneyimlerinin çoğu ortadan
kaldırılmıştır. Bunun bedeli ise bireysellik, özgür irade ve derin düşüncenin
tamamen silinmesidir. Toplumun üyeleri haz ve konfor peşinde koşar; soma adı
verilen uyuşturucu mutsuzluğu bastırır, anlam arayışının yerine geçer. Bu
yapının içindeki karakterler, sistemin farklı yüzlerini temsil eder. Örneğin Bernard
Marx, yapısal olarak sistemin standartlarına uymadığı için kendisini
rahatsız hisseder; boyu ve görünümü Alfa kastının beklentilerini karşılamaz ve
bu yüzden derin bir yabancılık hisseder. Ancak onun isyanı da sahtedir; Bernard
aslında sistemin nimetlerinden mahrum kaldığı için ona öfkelenir. Özgürlük
değildir derdi daha çok kabul görmek ister. Helmholtz Watson,
Bernard’dan farklı olarak gerçekten bireyselliğe ve yaratıcı ifadelere özlem
duyar. Helmholtz, sistemin dayattığı yüzeyselliği aşmak, derin anlam peşinde
koşmak ister ama bu onu toplumdan uzaklaştırır.
Ve en çarpıcı figür, John
the Savage (Vahşi John)’dur. John, modern toplumun dışında, ilkel
bir rezervasyonda büyümüş, geleneksel insani değerleri içselleştirmiştir. Cesur
Yeni Dünya’nın steril, haz odaklı, yapay mutluluğunu gördüğünde dehşete
kapılır. Onun acı çekme, yalnız kalma ve özgür olma isteği, toplumun ona
sunduğu kolay mutluluğu reddetmesine neden olur. John’un trajedisi, insan
ruhunun derinliklerini yadsıyan bir sistem karşısında yalnız ve güçsüz
kalmasıdır. O, özgürlüğü seçer; ama bu özgürlük, toplumun anlayamayacağı bir
yalnızlıktır ve sonunda kendini yok ederek son bulur.
Orwell’in dünyasında
insanlar zincirlenmiştir ve zincirlerinin ağırlığını her an hissederler;
Huxley’nin dünyasında ise insanlar zincirlenmiş olmaktan memnundurlar, çünkü
zincirler altınla kaplanmıştır. Orwell, baskı ve korku yoluyla özgürlüğün nasıl
yok edileceğini gösterirken; Huxley, haz ve konfor yoluyla insanların
özgürlüklerini nasıl gönüllü olarak terk ettiklerini anlatır. Biri dışsal
zorlamayı, diğeri içsel gönüllü teslimiyeti resmeder. Ve her iki romanın
karakterleri, bu iki büyük uyarının insan yüzleridir: bir yanda zincirlerini
kırmak isteyen ama boyun eğmek zorunda kalan Winston, diğer yanda özgürlüğü
arzulayıp yalnız kalan John. İkisi de şunu hatırlatır: Gerçek özgürlük,
zincirlerini görebilmekle başlar; ama o zincirleri kırabilmek, cesaret ve bedel
ister.
Günümüz toplumsal
yapısını Orwell’in 1984’ü ve Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı ile karşılaştırmak,
aslında modern dünyanın çelişkilerini ve tehditlerini daha net görmek için
oldukça güçlü bir düşünsel egzersizdir. Çünkü bu iki distopya, farklı uçlardan
yaklaşarak aynı soruyu sorar: İnsan özgürlüğü nasıl kaybolur? Ve
verdikleri yanıtlar, bugün içinde yaşadığımız dünyanın aynası, hatta geleceğe
tutulmuş bir uyarı işareti gibidir.
Orwell’in 1984’ünde
özgürlük, insanın elinden korku ve şiddetle alınır. Birey, sürekli bir gözetim
ve tehdit altındadır. Büyük Birader’in gözleri, ekranlardan ve duvarlardan,
sokaklardan ve posterlerden bireyin üzerine dikilidir. İnsanların zihni,
Parti’nin mutlak otoritesine boyun eğmeye zorlanır; dil, Yeni Söylem yoluyla
yoksullaştırılır ve böylece düşüncenin sınırları daraltılır. Çünkü düşünceyi
kontrol etmenin en kesin yolu, kelimeleri ve kavramları yok etmektir. Gerçeklik
bile Parti’nin ellerinde bir oyun hamurudur: geçmiş, bugüne göre yeniden
yazılır; hakikat, iktidarın çıkarlarına göre şekillenir. Birey, Winston
Smith’in şahsında, bu sistemin içinde gerçeği ve aşkı arar. Julia ile kurduğu
ilişki, insan olabilmenin son kalesidir. Ama sistem o kadar acımasızdır ki bu
isyan bile bastırılır. O’Brien, Winston’a yalnızca işkence etmez; ona hakikatin
bile Parti’nin iradesine tabi olduğunu öğretir. İki kere iki beş eder diye
düşündürtmeyi başarır. Böylece insan, en sonunda, kendi zihninde bile özgür
olmadığını kabul eder.
Huxley’nin Cesur Yeni
Dünya’sında ise özgürlük, çok daha incelikli bir şekilde ortadan kaldırılır.
Burada birey özgürlüğünü kendi elleriyle bırakır; çünkü özgürlük artık yük
olarak görülür. İnsanlar doğmadan önce hangi sınıfa ait olacaklarına karar
verilmiş, şartlandırılarak birer dişli haline getirilmiştir. Haz ve konforla
örülmüş bir dünya düzeni vardır: acı, hastalık, yalnızlık ve ölümün insani
gerçeklikleri yok edilmiştir. Bunun bedeli ise bireysellik, özgür irade ve
derin düşüncedir. İnsanlar sürekli eğlenir, tüketir ve soma adı verilen bir
maddeyle duygularını bastırır. Anlam arayışı, huzursuzluk, varoluş kaygısı, tüm
bunlar sistemin istediği düzen için gereksiz, hatta zararlıdır. John’un bu
yapay mutluluğun ortasına düştüğünde yaşadığı dehşet, insan ruhunun bu kadar
yüzeyselleştirilmesine verdiği doğal bir tepki olur. John’un isyanı, insan
olmanın onuruna, acıya ve yalnızlığa sahip çıkmak içindir. Ama o da kaybeder;
çünkü bu dünyada insanlar zincirlerini sevdikleri için onları kırmak
istemezler.
Modern dünyaya
baktığımızda, her iki distopyanın yankıları kulaklarımızda çınlar. Bir yanda
Orwell’in işaret ettiği gibi, dijital çağda sürekli izleniriz. Telefonlarımız,
kameralarımız, sosyal medya hesaplarımız; biz fark etmeden attığımız her adımı,
kurduğumuz her cümleyi bir veri noktasına dönüştürür. Devletler değilse bile
dev teknoloji şirketleri bizi gözler, analiz eder ve yönlendirir. Algoritmalar
hangi haberleri göreceğimizi, hangi ürünleri alacağımızı, hatta hangi
düşünceleri düşüneceğimizi belirler. Gerçeklik; parçalanmış, göreceli ve
manipüle edilebilir bir yapı haline gelmiştir. Orwell’in geçmişi kim kontrol
ederse geleceği kontrol eder sözü, bugün algoritmaların ve dezenformasyonun
şekillendirdiği bir dünyada yeniden anlam kazanır.
Öte yandan Huxley’nin
distopyasının gölgesi daha sinsi ve belki de daha güçlüdür. Modern toplumlar
bireyi hazla, konforla, tüketimle kuşatır. Sürekli eğlenmeli, tüketmeli,
kendini oyalamalıdır. Derin düşünce, felsefi sorgulama ve iç yolculuk yerini
anlık dopamin patlamalarına bırakır. Sosyal medya, diziler, oyunlar ve
alışveriş; modern çağın soması gibi bireyi uyutur, ona gerçek acıları
unutturur. Üstelik modern insan çoğu zaman bu zincirlerden şikayet etmez;
aksine bu altın zincirleri gururla taşır, onlar için çabalar. Huxley’nin
uyarısı işte burada yankılanır: Eğer sürekli haz ve konfor arayışı içinde
yaşarsak, bir gün özgürlüğümüzü de, insanlığımızı kaybedeceğiz.
En ürkütücü olan ise
şudur: Günümüz dünyası yalnızca Orwell’in ya da yalnızca Huxley’nin kâbusunu
yaşamıyor. Biz, her iki distopyanın iç içe geçtiği bir çağdayız. Bir yanda
dijital gözetim, veri totalitarizmi ve mahremiyetin yok oluşu; diğer yanda haz
kültürü, tüketim saplantısı ve gönüllü teslimiyet… İnsanlık hem korkuyla hem de
hazla zincirleniyor. Hem baskıyla hem de gönüllü uyumla kendi iç sesinden,
kendi özünden uzaklaşıyor.
Belki de artık şu soruyu
sorma zamanı: Biz hangi zincirlerin esiriyiz? Korkunun zincirleri mi, yoksa
hazla parlatılmış zincirler mi? Ve daha da önemlisi, bu zincirleri görecek
cesareti kendimizde bulabiliyor muyuz? Çünkü zincirlerini göremeyen bir
insan için, özgürlük sadece bir yanılsamadır. Ve hem Orwell hem Huxley, bize şunu
anlatır: Özgürlüğün kaybı, dışarıdan dayatıldığı kadar, insanın kendi içinde
yaptığı bir teslimiyetin de sonucudur.
Kesinlikle, Huxley’nin Cesur
Yeni Dünya’sında geçen soma kavramı, günümüz dünyasında güçlü ve
düşündürücü bir metafor olarak değerlendirilebilir. Huxley’nin yarattığı bu
madde, bireylerin acı, kaygı, yalnızlık ya da sorgulama gibi rahatsız edici
duygularla yüzleşmesini engelleyen, onları sürekli mutlu ve uyumlu tutan bir
araçtır. Soma fiziksel bir uyuşturucu olsa da, asıl işlevi bireyin zihinsel
uyanıklığını yok ederek onu sorgulamaktan, anlam arayışından ve gerçek insan
deneyimlerinden uzaklaştırmaktır. Bugün baktığımızda, Huxley’nin uyardığı bu
zihinsel uyuşukluğu yaratan pek çok modern soma ile çevrili olduğumuzu söylemek
yanlış olmaz.
Günümüzde birçok insan
için sosyal medya, bir iletişim aracı ve rahatsız edici gerçeklerden kaçışın
bir yolu haline gelmiştir. Can sıkıntısı, kaygı, yalnızlık ya da mutsuzluk
hissettiklerinde insanlar, parmaklarının ucundaki ekranlara sarılıyor.
Instagram, TikTok, X (eski adıyla Twitter), Facebook ve diğer platformlar,
kullanıcılarına sürekli yeni içerikler sunarak zihni oyalıyor, anlık dopamin
patlamalarıyla geçici bir rahatlama sağlıyor. Tıpkı soma gibi bu dijital uyuşturucular
da gerçek sorunları bastırıyor ama çözmüyor. Kendi içsel boşluklarıyla
yüzleşmekten kaçan birey, sonsuz kaydırmanın içinde, zihninin sessizliğini
boğmaya çalışıyor. Ancak bu durum geçici bir teselli; sorunlar bir sonraki
kaydırmada yeniden görünmez hale getiriliyor ama asla çözülmüyor.
Eğlence endüstrisi ve
tüketim kültürü de modern soma’nın başka bir yüzüdür. Diziler, filmler, video
oyunları, alışveriş, tatil ve tüketim odaklı deneyimler elbette hayatın keyifli
yanları olabilir. Ama bu unsurlar, sürekli ve sorgusuzca bir kaçış haline
geldiğinde, insanın derinlik arayışını bastıran bir işlev görmeye başlar.
Huxley’nin tarif ettiği gibi, sistem bireyin yüzleşmesini, düşünmesini ve
sorgulamasını engelleyen hazlarla örülüdür. Eğlence, bireyin sistemle
yüzleşmesini geciktiren, sorgulamayı erteleyen bir kaçışa dönüştüğünde, insanın
içsel yolculuğu da sekteye uğrar. Bir yandan haz peşinde koşar, bir yandan
içindeki boşluğu dolduramaz hale gelir.
Modern toplumda
psikofarmakoloji ve duygu yönetimi alanında yaşanan gelişmeler de soma
metaforunun günümüzdeki bir yansımasıdır. Antidepresanlar, anksiyolitikler ve
ruh hali düzenleyici ilaçlar elbette birçok durumda tıbbi olarak gereklidir,
hatta hayat kurtarıcıdır. Ancak Huxley’nin eleştirisi, acının, kaygının ve
rahatsız edici tüm duyguların tamamen ortadan kaldırılması gerektiği fikrine
yöneliktir. Günümüzde de bazen doğal insan deneyimlerinin –örneğin yas, hayal
kırıklığı ya da yalnızlık– hemen bastırılması gerektiği düşüncesi ağır
basabiliyor. Oysa insan ruhu, tüm bu duygularla şekillenir ve olgunlaşır. Acı,
sadece insan olmanın bir parçasıdır ve büyümenin, derinleşmenin yoludur.
Bir diğer modern soma,
sürekli mutlu olma baskısını körükleyen toksik pozitiflik kültüründe
gizlidir. Günümüzde her şey iyi düşün, negatiflik yayma, olumlu
ol gibi sloganlarla süslenir. Oysa bu, insanın gerçek duygularını
bastırmasına, mutsuzluğu ya da kaygıyı sistem dışı ve tehdit olarak görmesine
neden olur. Huxley’nin dünyasında olduğu gibi, mutsuzluk toplum düzeni için bir
tehlikedir; çünkü mutsuzluk sorgulamaya, sorgulama ise değişime yol açabilir.
Gerçek özgürlük, insan olmanın tüm yelpazesine yer açabilmekle mümkündür. Ancak
modern toplum bireyi, sürekli mutlu olmaya zorladıkça, onu insan olmanın
derinliğinden uzaklaştırır.
Soma, bir zihinsel
durumun, bir kültürel tercihin sembolüdür. Günümüzde modern soma’yı ararsak,
onu ekranlarımızda, alışveriş sepetlerimizde, sonsuz kaydırdığımız içeriklerde
ve sürekli gülümsememizi isteyen kültürde bulabiliriz. Huxley’nin uyarısı hâlâ
geçerlidir: Eğer rahatsız edici gerçeklerden, iç yolculuğun getirdiği zorlayıcı
sorulardan ve insan olmanın kaçınılmaz acılarından sürekli olarak kaçarsak, bir
gün özgürlüğümüzü de, insanlığımızı da kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya
kalabiliriz.
En büyük soru şudur: Kendi
modern soma’larımızı fark edecek cesareti bulabilecek miyiz?