kadın özgürlüğü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kadın özgürlüğü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2025 Pazar

Nevâl el-Sâdâvî’nin Kahire, Saçlarımı Geri Ver Romanından Aforizmalar

Benim kendim ile kadınlığım arasındaki çatışma, aslında çok önceleri, henüz kadınsı özelliklerim belirgin biçimde ortaya çıkmadan ve kendim, cinsim ya da kökenim hakkında hiçbir şey bilmiyorken; daha doğrusu, vahşi dünyaya fırlatılana kadar beni korumuş olan kovuğun doğasını öğrenmemden önce başlamıştı.

Otoriteye kafa tutmam bana sarsılmaz bir güç katmış ve anneme karşı kazandığım zafer, beni bu tokatlardan hiç etkilenmeyen, sağlam bir kayaya çevirmişti. Annemin eli yüzüme çarpıyor ve sonra her defasında, sanki granit bir kayaya toslamış gibi aynı şekilde geri gidiyordu.

Annem, niçin ağabeyim ile benim aramda muazzam farklılıklar bulmuş ve erkekleri, hayatım boyunca mutfakta hizmet etmem gereken birer Tanrı gibi göstermeye çalışmıştı ki? Annem benim şimdi elimde bir neşterle çıplak bir adamın yanında durduğuma, onun karnını ve kafasını keserek açtığıma inanır mıydı? Annemi geçtim; bir erkek vücudunu incelediğime ve onun bir erkek oluşuna hiç aldırış etmeden bu vücudu parçalara ayırdığıma toplum inanır mıydı peki?

Küçük ve yuvarlakça bir nesne, yumurta şeklindeki bir et parçası neşterimin altında titriyordu. Onu bir elimle kavradım ve teraziye koydum. Parmak uçlarımla hissedebiliyordum onu, yüzeyi yumuşak ve kıvrımlıydı, tıpkı biraz önce masada duran tavşanın küçük kafatasından çıkardığım beyni gibi. Bu şeyin bir insan beyni olması mümkün müydü? Doğaya karşı savaş açıp galip gelen, yeryüzünün derinlerine dalan, kayaları parçalayıp dağları yerinden oynatan ve dünyayı yok etmek üzere atomlardan ateş çıkaran o kudretli insan aklı, elimdeki bu nemli, yumuşak et parçası mıydı yani?

Bir adamın bir kadın üzerinde denetim kurma çabasında en çok kafayı taktığı zayıf nokta buydu: Kadının başka erkeklerden korunması gerekliliği. Erkeğin kendi kadınına duyduğu kıskançlık: Erkek aslında kendisi adına korkar, ama kadın adına korktuğunu iddia eder; onu mülkiyetine almak ve onun etrafında kalın duvarlar örmek için korunması gerektiğini öne sürer.

Onun beni denetlemesini engelleyen kuvveti bana veren şeyin işim olduğu sonucuna varmıştı. Başımı dik tutmamı sağlayan şeyin her ay kazandığım para -ne kadar az ya da çok olursa olsun- olduğunu düşünüyordu. Benim gücümün bir işim olmasına ya da kendi paramı kazanmamın getirdiği gurur duygusuna dayanmadığının farkında değildi. Psikolojik açıdan onun benim için yaptıklarına ihtiyaç duymadığımın da farkında değildi. Ben kimseye bağlı yaşamadığım için ne annemden, ne babamdan, ne de başka birinden yardım aramıştım, oysa o annesine bağımlı olarak yaşamıştı ve onun yerine beni koymaya başlıyordu.

Kocam! Daha önce asla söylemediğim sözcük! Bu sözcük benim gözümde ne anlam taşıyordu? Yatağın yarısını kaplayan, çam yarması gibi bir gövde. Yemek yemekten hiç bıkmayan hangar gibi bir ağız. Çorapları ve çarşafları kirleten iki kürek gibi ayak. Beni bütün gece boyunca horlayarak ve tıslayarak uyanık tutan küt, iri bir burun.

Kadın, kendi özgürlüğü, onuru, adı, özsaygısı, gerçek doğası ve iradesinden oluşan bir dünyadan yoksun biçimde, erkeğin önünde dikiliyordu. Kendi maddi ve manevi hayatının üstündeki her türlü denetim olanağı elinden alınmıştı.

Niçin hayatta hiçbir şey olması gerektiği gibi yürümüyordu? Niçin gerçeği ve adaleti aşan, daha geniş kapsamlı bir anlayış birliği oluşmuyordu? Niçin anneler, kızlarının erkeklerle aynı olduğunun farkına varmıyorlar ya da erkekler, kadınları kendi eşitleri ve hayat ortakları olarak görmüyorlardı? Niçin toplum bir kadına, bedenini olduğu kadar zihnini de kullanarak normal bir hayat sürme hakkı tanımıyordu?

8 Kasım 2025 Cumartesi

Duygu Asena - Kadının Adı Yok Adlı Eseri Üzerine Düşüncelerim

Romandaki aile yapısı, ataerkil düzenin gündelik yaşam içinde en görünür yüzüdür. Baba figürü, kız çocuklarını geçici, değeri sınırlı, “nasıl olsa evlenecek” bireyler olarak konumlandırır. Erkek çocuğun yokluğu, babanın söylemlerinde sürekli bir eksiklik ve tamamlanmamışlık nedeni olarak yer alır. Bu durum, aile içindeki değer hiyerarşisini belirler: Erkek, soyun devamını ve toplumsal görünürlüğünü temsil ederken, kadın ise susan, geri planda duran, ev içi rollerin sürekliliğini temsil eden bir figürdür.

Anne karakteri bu düzenin edilgen taşıyıcısıdır. Kendi bedenine ve davranışlarına ilişkin sınırlar, babanın kurduğu kurallar üzerinden belirlenir. Denize girmesine izin verilmemesi, toplumsal alanda görünürlüğünün engellenmesi, kadınlığının sürekli denetim altında tutulduğunu gösterir. Anne bu sınırlamaları içselleştirerek kız çocuklarına aktarır; böylece baskı miras yoluyla yeniden üretilen bir yapı hâline gelir.

Kız kardeşin tiyatrocu bir erkekle yaptığı evlilik, ilk aşamada farklı bir hayat seçeneği sunuyor gibi görünür. Ancak evlilik sürecinin ilerlemesiyle bu bağ, geleneksel erkek-kadın ilişkisi formuna geri döner. Kadın çocuk doğurma, ev içi düzeni kurma, eşin sosyal yaşamını destekleme rolüne bürünür. Erkek ise mesleki çevresini, sosyal alanını ve bireysel hareket özgürlüğünü korumaya devam eder. Bu durum kültürel ya da entelektüel çevre fark etmeksizin, ataerkil değerlerin kadın-erkek ilişkilerinde baskın kalabildiğini gösterir.

Romanın merkezindeki kadın ise bu yapıya karşı bireysel bir direnç kurar. Eğitim, çalışma ve ekonomik bağımsızlık üzerinden kendi varlığını inşa eder. Ancak çalışma hayatında elde ettiği konum, sürekli olarak şüphe ve imalarla gölgelenir. Kadının başarısının emeğine değil, erkeklerle olası ilişkilerine bağlanması, kadın öznesinin kamusal alanda tanınmasının koşullu olduğunu ortaya koyar. Başarı erkeklerde doğal kabul edilirken, kadında açıklama ve meşrulaştırma gerektirir.

Duygusal ilişkilerde ise sorun eşitliğin sürdürülememesinden kaynaklanır. Kadın bir erkeği kendisini tamamlaması için değil, eşit bir ilişki kurmak için seçer. Fakat erkek partnerler, kadının bağımsızlığını ve gücünü başlangıçta ilgi çekici bulsalar da, ilişki ilerledikçe bu gücü dengelemek, kontrol etmek veya azaltmak yönünde davranışlar geliştirirler. Böylece ilişki, iki öznenin karşılaşması olmaktan çıkar, güç mücadelesine dönüşür.

Romanın temel gerilimi, kadın karakterin güçlü olup olmamasıyla ilgili değildir; kadın zaten güçlüdür. Gerilim, bu gücün toplumsal, ailevi ve duygusal bağlamlarda tanınamaması ve kabul görmemesidir. Dolayısıyla eser, bireysel bir özgürleşme hikâyesinden çok toplumsal cinsiyet düzeninin kadın özne üzerindeki sınırlandırıcı etkilerini gösterir.

Kadının Adı Yok, bireysel bir kadın deneyimini anlatmakla birlikte, bu deneyimi mümkün kılan toplumsal cinsiyet yapısını görünür kılar. Romanda kadın karakter, eğitim ve çalışma yoluyla kendi yaşamını inşa edebilen güçlü bir özne olarak var olur; ancak bu güç, aile içinde babanın erkek çocuk merkezli değer anlayışıyla, evlilikte eşitsiz ilişki düzeniyle ve iş yaşamında kadının başarısının -ahlaki değerlerinin sorgulanmasıyla- sürekli sınanır. Kadının yaşadığı duygusal ve sosyal çatışmalar, bireysel yetersizlikten değil, ataerkil kültürün kadın öznesini tanımakta isteksiz oluşundan kaynaklanır. Bu nedenle roman kadının kimliğini kurduğu hâlde onun varlığının toplumsal olarak ne şekilde bastırılmaya çalışıldığını tartışır. 

Kadınların toplumsal ilişkilerde ve evlilikte kendilerine biçilen rolleri daha en başından sorgulayabilmeleri için bu kitap mutlaka okunması gereken eserler arasında yer almalıdır.

Kitaptan Alıntılar: 

Ağlamak kötü bir şey. Arkadaşlarımın babaları oğullarına sürekli “Erkekler ağlamaz” diyorlar; bunu dediklerine göre ağlamak doğru değil. Peki ama ağlamak iyi bir şey değilse neden kızlara yasak değil? Acaba kızların kötü şey yapmaları doğru da erkeklerinki mi değil? Ya da kızlar için ayrı erkekler için ayrı kötü şeyler mi var? Ama bu olamaz, kötü kötüdür, bazıları için iyi olan, bazıları için kötü olabilir mi?

Patlatıyorlar, vuruyorlar, kırıyorlar. Ve hiçbirimiz hiçbir şey yapamıyoruz.
Annemi düşündüm, her gittiği yerden eve koşa koşa, kan ter içinde gelişini, üstüne bir şey alabilmek için babama yalvar yakar oluşunu… Babam dövmüyor… evet… ama o yüzünün ifadesi dayaktan beter… Hepimiz onun elinde esiriz.. evet. Onun parası var.

Ne olmuş kızım evli olursan, evli olunca insanın dünyası değişmez ki! Zevklerin, mutlulukların, yaşam biçimin hep aynı kalmaz mı? Bırak herifin içindaki külotları temizlemeyi, bırak gömleklerini ütülemeyi, çık dışarı, zayıfla, arkadaşlarını gör…

“Ne başkaldırı” dedi kardeşim, “kendi kendini kandırıyorsun, evlenmemeyi başarabilseydin, esas başkaldırı bu olurdu, ya da en azından gelinlik giymeseydin, blucin giysedin, esas başkaldırı bu olurdu, mini gelinlik, pöh!

Bir kadının en kutsal görevi annelik ha anneciğim. Senin gibi iki çocukla, seni aldatan kocayla, bırakıp gidemeden, evinin duvarlarına yapışmış, balık gözlerinle kalmak mı annelik? Siz olmasaydınız, ben bu hayatı mı yaşardım, sizin yüzünüzden boşanamadım demek mi kutsal annelik? Bu ... dünyaya, ne olacağı belli olmayan bir yaratık peydahlayıp, durmadan onu suçlamak mı annelik? Evin dört duvarı arasına kapanıp, yemeyip yedirip, giymeyip giydirip, durmadan üzülüp, mutsuz olup, korkular, acılar içinde yaşamak mı annelik? Sen nerdesin ha anneciğim, sen kimsin? Ne yaptın şimdiye dek kendin için. Umutların hani? Var mıydı ki? Kutsal annelik ha… kut… sal… an…

Bir cam kavanozda yaşamışlığımla, beynimin içindeki tüm güzel hayallerle, o hayallerin yıkılışındaki şaşkınlığımla…
Kendi kendimle çok güzel eğlendim.

Meğer beni çok severmişsin de, arkamdan sarı kanaryam dermişin. Baba, ben hâlâ bir erkek sevgisine muhtaç, her seni seviyorumun peşinden mi gideceğim? Baba, sen beni seviyormuşsun meğer... Bundan böyle her seni seviyorumun peşinden gitmeme gerek yok, değil mi? Baba, sen beni seviyormuşsun meğer... Baba, sen beni sevmişsin, sevgi... Baba, seni seviyorumlar da yetmiyor artık bana... Onları her şey sanmışım... İnsan yaşamındaki eksik olanı, her şey sanıyor. Ama artık sanmayacağım baba...

Kimseye muhtaç olmak istemiyorum. En korktuğum şey bu; annemi düşünüyorum, Şermin Teyze’yi... Tümü de muhtaçtılar, kimliklerini yitirmişlerdi, yaşamıyorlardı sanki. Onlar gibi olmak istemiyorum, erkek ya da kadın kimseye muhtaç olmak istemiyorum, istemediğim kişiyle birlikte olmak zorunda kalmayacağım, bunlar için de para gerek, para bir çeşit özgürlük. Hayır zengin koca da istemiyorum, bu kez onu bırakıp gitme özgürlüğüm olmaz, hem bir işe yaramak istiyorum ben, beynimi kullanmak istiyorum, o kadınların, annemin, o teyzelerin donuk gözlerini, ölmüş balık bakışlarını anımsadıkça çalışıyorum işte, çalışacağım da. Anlamıyor musunuz siz, kendim olmak istiyorum, benden, kendim olmamdan korkuyorsunuz ve erkeklerden, evlilikten yalnızca dostluk bekliyorum. Dostluk da saygı da eşitlikle olur, anlamıyor musunuz, eşitliğin olmadığı yerde ikisi de yok.”

Öl desem ölecek. Ama o bana öl deyince de benim ölmem gerek. Oysa artık, ‘Öl desem ölecek’ türündeki beraberliklere inanmayacak kadar yaşlıyım. İnsanlar birbirlerine ‘Öl’ dememeli ve ‘Öl’ deyince de kimse ölmemeli. Kimse, “Öl desem ölür” diye gurur duymamalı. Kimse kimseden bir şeyler istememeli, beklememeli. Hele hele değişmesini hiç.
Bilmiyor musun ki, ben değişirsem, senin sevdiğin ben değilimdir artık ve sonra beni sevmezsin.

6 Kasım 2025 Perşembe

Neval el-Saadavi’nin Kadının Cennette Yeri Yok Öykü Kitabı- İtaatin ve Adaletin Sorgusu


Neval el-Saadavi’nin Kadının Cennette Yeri Yok Öykü Kitabı- İtaatin ve Adaletin Sorgusu

Neval el-Saadavi’nin öykü evreni, Arap toplumunun görünmez duvarları arasında sıkışmış kadınların ve susturulmuş erkeklerin, bedenleriyle, vicdanlarıyla ve arzularıyla verdikleri savaşın acımasız ve hüzünlü yüzünü gözler önüne serer. Onun kaleminde hiçbir şey soyut değildir; din, devlet, aile, sınıf ya da ahlak dediğimiz yapılar, doğrudan bedenin üzerine kazınan somut iktidar biçimleridir. Saadavi’nin anlatılarında beden bir mülkiyet alanı olarak belirir; toplumun namus, inanç ve yasa adı altında sahiplendiği, denetlediği ve yeniden ürettiği bir mekâna dönüşür. Kadın bedeni, erkekliğin kendini tanımladığı zemin; soyun sürekliliğinin ve ahlâkın temsil alanı haline gelirken, bu düzen içinde erkek de kendi gücünü kanıtlama zorunluluğunun tutsağına dönüşür.  

Kadının Cennette Yeri Yok Hikâyesi: Hikâyedeki kadın yaşamı boyunca itaatin biçimlendirdiği bir varoluşun içinde kalmış, şiddeti ve sevgisizliği olağan saymaya mecbur edilmiş biridir. Ne kocasının gözlerinin içine bakabilmiş ne de kendi arzularını dile getirebilmiştir; bütün bir ömrü susmanın, sabretmenin ve razı olmanın kutsandığı bir düzenin içinde geçmiştir. Ancak Neval el-Saadavi’nin hikâyesi bu sessizliğin ölümle bile son bulmadığını gösterir. Kadın mezarına girdiğinde, onu bu kez Tanrı’nın iki sorgu meleği karşılar: Münker ve Nekir. Bu iki figür görünüşte ilahi adaletin temsilcileridir; fakat kadının yaşamını değerlendirirken kullandıkları ölçütler dünyevi düzenin birebir devamıdır. Onlar, kadının vicdanını ya da ruhsal bütünlüğünü değil de kocasına ne kadar itaat ettiğini, onun sözünden çıkıp çıkmadığını tartışırlar. Uzun süren bu tartışmaların sonunda kadın, gösterdiği mutlak itaati sayesinde cennete girmeye layık görülür.

Kadın cennete girmesine izin verildikten sonra kendini bir ağacın altında, serin ve dingin bir yerde bulur. Uzun bir ömrün ardından ilk kez huzur hissettiğini düşünür. Yaşarken sürekli sabretmiş, susmuş, kocasına itaat etmiş ve tüm bunların sonunda cenneti hak ettiğine inanmıştır. Etrafına baktığında, düşlerinde defalarca gördüğü büyük evi fark eder.. Yavaş adımlarla oraya doğru yürür, içeri girer ve merdivenleri çıkar. Ancak yatak odasına vardığında, kocasını yatağın üzerinde iki yanında iki beyaz kadının arasında otururken görür. Kadın, onların Tanrı tarafından gönderilmiş huriler olduğunu anladığında, kendisine vaat edilen cennetin aslında erkekler için kurulmuş bir yer olduğunu kavrar.

Kendi esmer teniyle o beyaz kadınların arasında yerinin olmadığını hisseder. Dünyadayken nasıl geri planda bırakılmışsa, burada da aynı dışlanmayla karşı karşıyadır. Cennet erkeklerin ödülü; kadınlar içinse dışlanmanın sürdüğü bir yerdir. Yaşamı boyunca “sabreden kadın cennete gider” sözüyle avutulmuş, itaatin kurtuluş olduğuna inanmıştır. Ancak şimdi bütün bu sözlerin bir yalandan ibaret olduğunu anlar. Ömrü boyunca inandığı adaletin ölümden sonra da değişmediğini görür. Bunun üzerine sessizce geri çekilir, kapıyı kapatır ve dünyaya döner.

Neval el-Saadavi bu hikâyede, dinin ve ataerkil kültürün kadın üzerindeki denetimini ölüm sonrasına kadar uzanan bir yapı olarak gösterir. Kadın, dünyada nasıl kocasına itaate mecbursa, mezarda da aynı itaate göre yargılanır. Cennet kurtuluşun değil, erkek egemen düzenin öte dünyadaki biçimidir. Kadının dünyaya dönüşü, Tanrı adına konuşan adaletsizliğe karşı bir reddediştir. Saadavi bu anlatıda kadının inanç, itaat ve özgürlük arasındaki sıkışmışlığını görünür kılar; çünkü bu düzende kadın için kurtuluş, hiçbir zaman gerçekten var olmamıştır.

Güçsüz Olan Kadındı Hikâyesi: Erkek egemen gücün toplumsal olarak nasıl kurulduğunu ve bu kurulumun hem kadın hem de erkek üzerinde nasıl bir baskı yarattığını gösterir. Hikâyedeki adam doğuştan gelen bedensel yetersizliğiyle toplumun erkeklik ölçülerinin esiri olur. Elleri, kasları, parmakları zayıftır; köyde fiziksel olarak güçlü olmak, erkek olmanın tek ölçüsüdür. Akıl, bilgi ya da karakter bu ölçünün yanında değersizdir. Bu yüzden adam kendisini zekâ bakımından köyün en akıllısı olarak bilse de, toplumun gözünde hep eksik erkektir. Annesiyle ilişkisi bu eksikliğin kaynağını gösterir. Annesi bütün köyün gözünde bir güç simgesidir: çalışır, taş taşır, doğurur, toprağı kazarken sanki dünyayı yeniden biçimlendirir. Adam hem annesine hayranlık hem de derin bir nefret duyar. Onun gücünü arzular, ama aynı anda o güç tarafından küçültülür. Annesinin kaslı kollarında, kendisinin hiçbir zaman sahip olamayacağı bir kudret vardır.

Adamın gerdek günü bu kimliğin toplumsal olarak nasıl algılandığını anlatır. Kadın bedeni, erkeğin gücünü ispatlayacağı bir yüzeye dönüşür. Mendilin kana bulanması gerekliliği, yalnızca kadının bekâretinin değil, erkeğin “erkekliğinin” de kanıtıdır. Mendilin temiz kalması ise toplumun gözünde kadının namusunu yitirmiş olduğu anlamına gelir. Erkek kendi bedensel yetersizliğini fark etmesine rağmen bunu açık edemez; bu yüzden mendili kızın babasına fırlatarak onu suçlar. Bu davranış biçimi yalnızca bir savunma refleksi değil, erkekliğin iktidarını koruma içgüdüsüdür. Saadavi burada erkekliğin görünüşü önemseyen bir toplumsal kurgu olduğunu gösterir. Erkek kendi başarısızlığını itiraf etmek yerine kadını toplumun önünde utandırmayı seçer; böylece hem kendi onurunu korur hem de düzenin işleyişine yeniden hizmet eder. Kadının kırmızı örtü altında sessiz kalışı ise bu düzende hem suçun hem de utancın otomatik olarak ona yüklenişini simgeler. Saadavi bu hikâyede güçsüzlüğün yapısal bir olgu olduğunu; erkeğin kendi yetersizliğini gizleyebilmek için kadını kurban etmeye mecbur bırakıldığını çarpıcı bir biçimde açığa çıkarır.

Makale Hikâyesinde: Bu hikâyede Saadavi sınıf atlamanın yarattığı içsel yabancılaşmayı anlatır. Yoksulluk içinde geçmiş yıllarından kurtulan, şimdi sıcak sobanın yanında “sosyalizm” üzerine makale yazan adam, kendi hakikatini inkâr eder. Kalemiyle yükselmek isterken, sözcükleri giderek ona ait olmaktan çıkar. Onun yazısı artık kendi bilincinin değil, iktidarın yeniden üretim aracıdır. Çocukluğundaki açlık duygusu, annesinin çatlamış el ve ayakları, babasının tarlaya gel çağrısı, hepsi kelimelerin arasından sızmaktadır, fakat yazar onları bastırır. Arabasının camını silen çocuğu görmezden geldiği an, kendi geçmişini de reddeder. Bu reddediş sınıf atlamanın en trajik biçimidir. Kurtuluş sandığı şey aslında kendinden kaçıştır.

Fotoğraf Hikâyesinde: İktidar evin içine, bir kız çocuğunun odasına kadar sızar. Nergis ergenlik dönemindedir; kendi bedeninde olup bitenleri anlamaya çalışır. Evde kendisiyle yaşıt bir hizmetçi kız vardır. Onun bedenindeki farklılıkları gördükçe, kendi bedenini de merak etmeye başlar. Aynanın karşısına geçip kendine bakmak ister ama duvardaki babasının fotoğrafı buna engel olur. O fotoğraf evdeki otoritenin simgesidir; yalnızca bir resim değildir, daima gözetleyen bakışlardır. Nergis aynaya baktığında, sanki babasının gözleri de onu izliyordur. Böyle bir ortamda büyüyen bir kız, kendi bedenine bile yabancı kalır.

Babası katı, sert kurallarla evi yönetir. Kızını okuldan almış, dışarı çıkmasını yasaklamıştır. Nergis uysaldır, itaatkârdır. Fakat bir gece kapalı bir kapının anahtar deliğinden babasıyla hizmetçi kızı görür. O anda bütün yasakların, namus ve ahlâk kurallarının ne kadar iki yüzlü olduğunu anlar. Babası kendi kızını koruma bahanesiyle eve hapsederken, aynı yaşlardaki başka bir kıza dokunmaktadır.

Hikâyenin sonunda Nergis, duvardaki fotoğrafın karşısına geçer. Ona bakar, tükürür ve fotoğrafı tırnaklarıyla yırtar. Bu bir kız çocuğunun ilk defa korkusuna karşı koyduğu andır. Nergis’in bu tepkisi, Saadavi’nin kadın karakterleri arasında en açık direnişlerden biridir. Kız ilk kez kendi bedenine ve kendi öfkesine sahip çıkar. Saadavi bu hikâyede korku ve itaatle büyüyen kadınların bile bir noktada sessizliğini ve itiatkârlığını bozabileceğini gösterir.

Neval el-Saadavi’nin öyküleri, Arap toplumunda kadınların ve erkeklerin aynı baskı düzeni içinde farklı biçimlerde ezilişini anlatır. Kadın itaatle, erkek kudretle tanımlanır; her ikisi de kendilerine biçilen rolleri taşıdıkları sürece var olabilir. Saadavi, dinin, ailenin ve devletin kadın bedeni üzerindeki denetimini anlatırken, erkekliğin de bu sistemin bir ürünü olduğunu ortaya koyar. Onun dünyasında cinsiyet, insanı bölmenin, kontrol etmenin aracıdır; bu nedenle kimse gerçekten özgür değildir.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...