toplumsal eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
toplumsal eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Aralık 2025 Perşembe

Aziz Nesin’in Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz Romanında Kimliksizliğin Toplumsal Trajedisi ve Absürdizmi

 

Aziz Nesin’in Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz Romanında Kimliksizliğin Toplumsal Trajedisi ve Absürdizmi

Aziz Nesin’in Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı romanı, Türkiye’deki bürokrasi sisteminin gündelik hayat üzerindeki etkilerini hem komik hem de düşündürücü bir dille anlatır. Romanın gücü sıradan bir vatandaşın bürokratik işlemlerle karşılaştığında yaşadığı çaresizliği açık bir gerçeklikle ortaya koymasından doğar. Hatalı işleyen bir sistemin içinde var olmaya çalışan birey, zamanla görünmez hâle gelir ve giderek daha yalnız ve çaresiz hisseder. Eserin baş karakteri Yaşar hikâyesini anlatmaya hapishanede başlar; böylece roman geriye dönüşlerle ilerleyen bir yaşam hikâyesi hâline gelir. Aziz Nesin’in bu tercihi romanın hem anlatım ritmini hem de tematik derinliğini canlı tutar. Hapishanedeki yaşam, Yaşar’ın toplumu ve devlet mekanizmasını tanımaya başladığı bir “pişme yeri” olarak çıkar karşımıza.

Romanın temel meselesi, Yaşar’ın daha doğduğu anda sistemin bir hatası yüzünden ölü olarak görünmesidir. Babası onu elinden tutup nüfus dairesine götürdüğünde memur, kütükte Yaşar’ın Çanakkale Savaşı’nda şehit düştüğünü görür. Yaşar’ın henüz doğmamışken ölü olarak kaydedilmesi, romanın tüm ironisini baştan ilan eden bir durumdur.

Yaşar’ın kimliğinin olmaması bütün yaşamını etkileyen bir durumdur. Resmi kayıtlarda “ölü” göründüğü için okula kabul edilmez; âşık olur fakat resmî kimliği bulunmadığından sevdiği Hanşe ile evlenme hakkına sahip olamaz. Toplumsal hayata katılma çabası her adımda sekteye uğrar. Bir ev kiralamaya çalıştığında kontrat yapacak hukuki varlığı olmadığı ortaya çıkar; iş bulmak istediğinde ise sistemin onu tanımadığı gerçeği karşısına çıkar. Ne var ki bu görünmezlik hâli yalnızca haklar söz konusu olduğunda geçerlidir. Aynı sistem Yaşar’ı borçlandırmakta ve gerek gördüğünde hapse göndermekte hiçbir isteksizlik göstermez. Aziz Nesin bu çelişkiyi keskin bir mizahi ironiyle görünür kılar. Birey haklarda yok sayılırken, yükümlülüklerde fazlasıyla var kabul edilir. Yaşar’ın başına gelenler ilk bakışta gülünç görünse de bu komikliğin altında insanı derinden yaralayan bir acı saklıdır. Nesin’in mizahı tam da bu gerilimde güç kazanır; okuru bir yandan güldürürken diğer yandan hüzne yaklaştıran ince çizgiyi ustalıkla kurar ve modern yaşamın kırıcı gerçekliğini açığa çıkarır.

Yaşar’ın İstanbul macerası romanın sosyolojik boyutunu genişletir. Taşradan gelen, kimliği olmayan bir adam büyük şehrin kalabalığı içinde daha da görünmez hâle gelir. Bu süreçte Hanşe de İstanbul’a gelir ve bir evde hizmetçi olarak çalışmaya başlar. Hanşe’nin yaşadığı güçlükler ile Yaşar’ın kimlik mücadelesi zamanla birbirine karışır ve toplumsal hayatın farklı yüzleri aynı hikâyede buluşur. Yaşar’ın hapse düşmesi ise romanın hem ironik hem de öğretici en önemli noktalarından biridir. Ömrü boyunca Yaşar’ı yok sayan sistem, bu kez onu var kabul ederek hapse atar. Kimliksiz bir insan nikâh kıyamaz, sözleşme yapamaz, miras alamaz; fakat aynı sistem tarafından cezalandırılabilir. Bu ironinin ağırlığı, okurun kahkahalarını bir anda susturacak kadar güçlüdür. Hapishane Yaşar’ın toplumu tanımaya başladığı ve saflığının törpülendiği bir mekâna dönüşür. Burada karşılaştığı dolandırıcılar, yankesiciler ve sistemin açıklarını ezbere bilen tecrübeli tipler, Yaşar’a toplumun görünmeyen yasalarını öğretir. Bu süreçten sonra Yaşar eskisi kadar saf kalamaz; sistemin işleyişini tanıdıkça düzenin içinde var olmanın hangi yollarla mümkün olduğunu anlamaya başlar.

Kara Kaplı Nizami figürü, romanın dikkat çeken sembolik unsurlarından biridir. Kara Kaplı Nizami, yeraltı bilgeliğini, sistemin karanlık işleyişini ve bu işleyiş içinde kendine yer açmayı başaran tiplerin ortak temsilini taşır. Yaşar’ın geçirdiği dönüşümde bu kişiliklerin etkisi belirginleşir; Yaşar artık yalnızca hak aramaya çalışan saf bir birey olmaktan uzaklaşır ve içinde bulunduğu düzenin koşullarına göre yaşamayı öğrenen birine dönüşür. Bu dönüşüm Aziz Nesin’in roman boyunca yönelttiği eleştirinin en çarpıcı noktalarından birini oluşturur. Saflığın ve dürüstlüğün çoğu zaman karşılık bulmadığı bir düzende toplumun kabul ettiği insan, kurnazlık, uyum sağlama ve açık kapıları görme becerisine sahip biri olmalıdır. Nesin, bu sistemi görünür kılarken mizahın gücünü acı bir gerçekliğin altını çizmek için kullanır.

Romanın sonunda, Yaşar’ın hapisten çıktıktan sonra sistemin kabul ettiği bir tipe dönüşmesi, onun trajik hikâyesinin hem sonucudur hem de eleştirisidir. Aziz Nesin’in romanında Yaşar masum olduğu hâlde masumiyetini sürdürememiştir; toplum ve bürokrasi onu dönüştürmüştür. Yaşar artık sistemin kurbanı değildir; o, bu sistemin ürettiği yeni bir insan figürüdür.

***

Yaşar’ın hikâyesi temelde bir dönüşüm sürecini anlatır. Kimliği olmadığı ya da görünmez insanlardan biri olduğu için sistemin dışına itilir; hapishane deneyimi ve karşılaştığı tipler aracılığıyla toplumun kabul ettiği bir figüre dönüşür. Yaşar’ın bu dönüşümü onu adeta bir Kara Kaplı Nizami’ye benzetir; artık yeraltı bilgeliğini kavramış, açık kapıları fark edebilme sezgisini geliştirmiş ve kanunları kendi lehine yorumlayabilecek bir yetkinliğe ulaşmıştır. Bu dönüşüm biçimi toplumsal düzenle uyum sağlama yetkinliklerinden birini temsil eder.

Fakat mesele yalnızca bu değildir. Yaşar’ın yaşadığı gibi bir değişimin herkes için geçerli olduğunu söylemek doğru olmaz. Hayatın getirdiği türlü zorluklara, haksızlıklara ve absürtlüklere karşın dürüst kalmayı seçen insanlar da vardır. Bu kişiler belki sistem içinde kabul görmezler, yükselmezler ya da görünür olmazlar; yine de namuslu ve doğruluğa bağlı bir yaşam sürdürmeyi tercih ederler. Aziz Nesin’in anlattığı dönüşüm biçimi, toplumdaki bir eğilimi görünür kılar; ancak toplumun bütününü tanımlamaz. Herkesin Yaşar gibi bir değişimden geçmesi mümkün değildir ve böyle bir değişimi arzu etmeyen, sistemin dışında kalmayı bilinçli bir tercih olarak benimseyen bireyler de vardır.

Bu noktada romanın düşündürücü yanı belirginleşir. Yaşar’ın dönüşümü bir olasılığı gösterir; fakat onu evrensel bir zorunluluk hâline getirmez. Toplumun içinde farklı yolları seçen, farklı bedeller ödeyen insanlar bulunmaktadır. Kimi düzenin içinde kendine yer bulmaya çalışır, kimi ise düzenin dışında daha tutarlı bir varoluş görür. Ben de kendimi bu ikinci gruba yakın hissedenlerdenim. Her ne kadar bu yol daha çetin ve görünmez bir yol olsa da insanın kendi değerleriyle bağını koruyabilmesi açısından önemli bir tercih alanı sunar.

9 Kasım 2025 Pazar

Nevâl el-Sâdâvî’nin Kahire, Saçlarımı Geri Ver Romanından Aforizmalar

Benim kendim ile kadınlığım arasındaki çatışma, aslında çok önceleri, henüz kadınsı özelliklerim belirgin biçimde ortaya çıkmadan ve kendim, cinsim ya da kökenim hakkında hiçbir şey bilmiyorken; daha doğrusu, vahşi dünyaya fırlatılana kadar beni korumuş olan kovuğun doğasını öğrenmemden önce başlamıştı.

Otoriteye kafa tutmam bana sarsılmaz bir güç katmış ve anneme karşı kazandığım zafer, beni bu tokatlardan hiç etkilenmeyen, sağlam bir kayaya çevirmişti. Annemin eli yüzüme çarpıyor ve sonra her defasında, sanki granit bir kayaya toslamış gibi aynı şekilde geri gidiyordu.

Annem, niçin ağabeyim ile benim aramda muazzam farklılıklar bulmuş ve erkekleri, hayatım boyunca mutfakta hizmet etmem gereken birer Tanrı gibi göstermeye çalışmıştı ki? Annem benim şimdi elimde bir neşterle çıplak bir adamın yanında durduğuma, onun karnını ve kafasını keserek açtığıma inanır mıydı? Annemi geçtim; bir erkek vücudunu incelediğime ve onun bir erkek oluşuna hiç aldırış etmeden bu vücudu parçalara ayırdığıma toplum inanır mıydı peki?

Küçük ve yuvarlakça bir nesne, yumurta şeklindeki bir et parçası neşterimin altında titriyordu. Onu bir elimle kavradım ve teraziye koydum. Parmak uçlarımla hissedebiliyordum onu, yüzeyi yumuşak ve kıvrımlıydı, tıpkı biraz önce masada duran tavşanın küçük kafatasından çıkardığım beyni gibi. Bu şeyin bir insan beyni olması mümkün müydü? Doğaya karşı savaş açıp galip gelen, yeryüzünün derinlerine dalan, kayaları parçalayıp dağları yerinden oynatan ve dünyayı yok etmek üzere atomlardan ateş çıkaran o kudretli insan aklı, elimdeki bu nemli, yumuşak et parçası mıydı yani?

Bir adamın bir kadın üzerinde denetim kurma çabasında en çok kafayı taktığı zayıf nokta buydu: Kadının başka erkeklerden korunması gerekliliği. Erkeğin kendi kadınına duyduğu kıskançlık: Erkek aslında kendisi adına korkar, ama kadın adına korktuğunu iddia eder; onu mülkiyetine almak ve onun etrafında kalın duvarlar örmek için korunması gerektiğini öne sürer.

Onun beni denetlemesini engelleyen kuvveti bana veren şeyin işim olduğu sonucuna varmıştı. Başımı dik tutmamı sağlayan şeyin her ay kazandığım para -ne kadar az ya da çok olursa olsun- olduğunu düşünüyordu. Benim gücümün bir işim olmasına ya da kendi paramı kazanmamın getirdiği gurur duygusuna dayanmadığının farkında değildi. Psikolojik açıdan onun benim için yaptıklarına ihtiyaç duymadığımın da farkında değildi. Ben kimseye bağlı yaşamadığım için ne annemden, ne babamdan, ne de başka birinden yardım aramıştım, oysa o annesine bağımlı olarak yaşamıştı ve onun yerine beni koymaya başlıyordu.

Kocam! Daha önce asla söylemediğim sözcük! Bu sözcük benim gözümde ne anlam taşıyordu? Yatağın yarısını kaplayan, çam yarması gibi bir gövde. Yemek yemekten hiç bıkmayan hangar gibi bir ağız. Çorapları ve çarşafları kirleten iki kürek gibi ayak. Beni bütün gece boyunca horlayarak ve tıslayarak uyanık tutan küt, iri bir burun.

Kadın, kendi özgürlüğü, onuru, adı, özsaygısı, gerçek doğası ve iradesinden oluşan bir dünyadan yoksun biçimde, erkeğin önünde dikiliyordu. Kendi maddi ve manevi hayatının üstündeki her türlü denetim olanağı elinden alınmıştı.

Niçin hayatta hiçbir şey olması gerektiği gibi yürümüyordu? Niçin gerçeği ve adaleti aşan, daha geniş kapsamlı bir anlayış birliği oluşmuyordu? Niçin anneler, kızlarının erkeklerle aynı olduğunun farkına varmıyorlar ya da erkekler, kadınları kendi eşitleri ve hayat ortakları olarak görmüyorlardı? Niçin toplum bir kadına, bedenini olduğu kadar zihnini de kullanarak normal bir hayat sürme hakkı tanımıyordu?

4 Kasım 2025 Salı

Sami Paşazade Sezai - Sergüzeşt: Bir Kölelik Düzeninde İnsanlık Onurunun Arayışı

 


Sami Paşazade Sezai’nin Sergüzeşt adlı romanı, 19. yüzyıl Osmanlı toplumunun en karanlık gerçeklerinden biri olan kölelik düzenini, küçük yaşta esir edilen bir Kafkas kızı olan Dilber’in trajik yaşamı üzerinden anlatır. Dilber’in Kafkasya’dan İstanbul’a getirilip bir mal gibi satılması, dönemin vicdansız köle ticareti düzenini gözler önüne serer. Romanın başlangıcında yazar, bir insanın “sahip olunabilecek” bir nesneye indirgenmesini acı bir gerçeklik olarak sunar. Dilber’in ilk satıldığı insanlarla yaşadıkları, romanın en karanlık bölümlerinden biridir. Burada gördüğü fiziksel şiddet, hakaret ve duygusal yalnızlık, onun çocuk yaşta olgunlaşmasına yol açar. Sezai, Dilber’in ağlamamayı öğrenmesini bir direniş biçimi olarak işler; suskunluğu, içinde büyüyen bir başkaldırının habercisidir. Dilber’in bu evden kaçışı, kaderine karşı attığı ilk özgürlük adımı ve insan olarak varlığını yeniden hatırlama çabasıdır. Ancak bu kaçış da sonuçsuz kalır. Ardından Dilber bir paşanın konağına satılır. Burada eğitim alır, giyimi kuşamı değişir, bir anlamda medeniyetin bir parçası olur. Fakat Sezai bu noktada keskin bir toplumsal eleştiri getirir. Dilber’in yeni hayatı parıltılı bir kafestir. Bu ortamda güzelliği ve olgunluğu belirginleştikçe, Celal Bey’in dikkatini çeker. Celal Bey ile Dilber arasında yaşanan aşk, toplumsal düzenin en sert tabusuna dokunur: bir köle ile soylu bir gencin birbirine âşık olması.

Bu aşkın engellenmesi, Osmanlı toplumunun sınıf ve ahlak düzenine yöneltilmiş bir eleştiridir. Celal Bey’in ailesi, oğullarının bir halayıkla evlenmesini aşağılayıcı bulur ve Dilber yeniden satılır. Bu kez kaderi onu Mısır’a sürükler. Kadınların ve çocukların alınıp satıldığı bu dünya, modern insan için bir utançtır. Sergüzeşt, köleliği ahlaki bir çöküş biçimi olarak da anlatır. Bugünden bakıldığında eser, insanlık onurunun ve özgürlüğün Türk edebiyatındaki en erken savunularından biri olarak kabul edilir. Sami Paşazade Sezai, Tanzimat’ın “medeniyet” iddiasını sorgularken, insanın öz değerini hatırlatan bir roman bırakmıştır geriye.

Sezai, insanların alıştıkları düzen içinde öylesine uyuşmuş olduklarını gösterir ki, başkalarının acısını doğal karşılamaları artık bir vicdan körlüğü hâline gelmiştir. Yazar, bu uyuşmuş vicdanı sarsmak ister ve Dilber’in hikâyesi aracılığıyla okuru kendi ahlak anlayışıyla yüzleştirir. Roman, Osmanlı’da Batılılaşma sürecinin yüzeyde kaldığını da gösterir. Paşa konağı gibi dışarıdan “modern” görünen mekânlarda bile kölelik, aşağı sınıfı küçük görme ve kadını meta olarak algılama alışkanlıkları sürmektedir. Sezai’nin asıl eleştirisi bu ikiyüzlü medeniyet anlayışınadır. Onun dili yer yer romantik bir şiirsellik taşır; fakat bu duygusallığın ardında güçlü bir insanlık ideali vardır.

Yazar, Dilber’in ölümü aracılığıyla bireyin yaşarken elinden alınan iradesini ancak kendi seçtiği sonla geri kazanabileceği düşüncesini ortaya koyar. Böylece Dilber yaşamı boyunca susturulmuş ve nesneleştirilmiş bir varlıkken, ölüm anında kendi yaşamının öznesi konumuna geçer. Sezai bu romanıyla Osmanlı toplumunda köleliğin sıradanlaşmış yapısını sarsmayı amaçlar. Ona göre kölelik, toplumun vicdanında yer etmiş bir ahlaki çürümenin göstergesidir. Dilber’in ölümü, bu körleşmiş vicdana yöneltilmiş bir sorudur. Yazar, Tanzimat’ın “medeniyet” anlayışını da sorgular; Batılı biçimlerin yüzeyde taklit edildiği bir dönemde insanın temel haklarının hâlâ hiçe sayılması, romanın merkezindeki en belirgin çelişkidir. Dilber’in ölümü, bu sahte medeniyetin sınırlarını açığa çıkarır. Kadın ve çocuk bedenleri üzerinden yürüyen kölelik düzeni, Osmanlı toplumunun modernleşme iddiasındaki en açık tutarsızlıktır.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...