Halil İnalcık’ın Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler adlı çalışması,
klasik “kutlu bey”, “ilâhî misyon”, “birdenbire parlayan devlet” kalıbını
merkeze alan anlatıyı; coğrafya, yer adları, arşiv kayıtları ve çağdaş Bizans-İslâm
kaynaklarıyla sistemli biçimde sınamaya girişir. Yöntemi şu sorular
etrafında şekillenir: “Bu anlatının sözü edilen yerde olması coğrafi olarak
mümkün müdür?”, “Bu kişi, bu tarihte gerçekten yaşamış olabilir mi?”, “Bu
savaş, bu güzergâh üzerinden yapılmış olabilir mi?” Bu soruları sorarken
toponimi (yer adları), topografya (arazi yapısı), tahrir defterleri, Bizans
kronikleri, patriklik kayıtları ve menâkıbnâmeleri birbiriyle karşılaştırır.
Böylece Hayme Hatun efsanesi, Karakeçili-Kayı soyu, 1299 istiklâl yılı, Ertuğrul
mitolojisi gibi anlatıların önemli bir kısmının modern dönemde inşa edilmiş
siyasal-ideolojik anlatılar olduğunu gösterir. Bunu yaparken “efsaneler
yanlıştır” demekle yetinmez; asıl soruyu “bu efsaneler hangi tarihsel gerçekliğin
etrafında ne zaman ve ne amaçla örüldü?” biçiminde kurar.
Batı ve Kuzeybatı Anadolu’da -Bitinya, Gediz ve Menderes
vadileri, Ege kıyıları, Nymphaion çevresi- iki farklı hayat tarzı karşı
karşıyadır: Bir yanda yaylak-kışlak düzeniyle yaşayan; silahlı, hareketli
Türkmen grupları, öbür yanda kalelere ve tahkim edilmiş şehirlere sığınmış;
toprağa bağlı Rum köylüleri ve Bizans garnizonları.
Türkmenler yazın dağa, kışın ovaya inerken sürüleriyle ekili
tarlalarına girer; bu da iki taraf arasında sürekli sürtüşme, baskın ve misilleme yaşanmasına neden olur. Rum köylüsü sahil şehirlerine ve kalelere çekilir; Karadeniz’de
Trabzon, Sinop, Samsun; Batı Anadolu’da Gediz ve Menderes vadileri ile
Nymphaion, Laskaridler döneminde adeta Rumların son sığınakları hâline gelir.
Türkmenler İnegöl ovasındaki tarım alanlarına girdiğinde
İnegöl tekfuru ile anlaşmazlık yaşanır; Osman Gazi, bu gerilimi yönetebilmek
için küçük bir savaş birliği kurmak zorunda kalır. Böylece sıradan bir yaylak-kışlak
çatışması, “alp/gazi” önderler çevresinde profesyonel bir savaş topluluğuna
dönüşür. Buradaki kritik nokta açıktır: Osmanlı gazası, gökten inmiş “saf dinî
hamle” değildir; sınırda zaten yaşanmakta olan iktisadî, sosyal ve dinî
çatışmanın uzun vadeli, kurumsallaşmış devamıdır.
İnalcık bu süreci anlamak için gazâ-yağma ile istimâlet-devlet
arasındaki ayrımı merkezî bir kavramlaştırma hâline getirir. İlk dönemde
uçlardaki gazâ akınları gerçekten tahripkârdır. Direnen köyler basılır,
erkekler öldürülür, kadın ve çocuklar esir edilir, köylüler kalelere kaçar,
bazı bölgeler ıssızlaşır. Ganimetin en değerli kısmı esirdir; gazâ, dinî bir
buyruk ile ekonomik çıkarın iç içe geçtiği bir mekanizma olarak işler. Ancak
fetih kalıcı hâle gelmeye başladığında ortaya bambaşka bir aktör çıkar: İran-İslâm
bürokratik geleneğini taşıyan kâtipler, kadılar ve vergi uzmanları.
Onların işi, gazilerin dağınık yağma düzenini tahrir
defterleriyle, timar sistemiyle, çift-hane düzeniyle kalıcı bir mali-idari
sisteme dönüştürmektir. Bu noktada istimâlet politikası devreye girer. İslâm
hukukunun talep ettiği üzere kuşatılan şehir ve kasabalara üç kez teslim
çağrısı yapılır; teslim olanların can ve mal güvenliği, ibadet ve iç hukukları
zimmet statüsüyle korunur, yalnızca ek vergi (cizye) yükümlülüğü getirilir.
Amaç köylüyü yok etmek değildir, yerinde tutup vergi kaynağı hâline
getirmektir. Osman Gazi ile kardeşi Gündüz Alp arasında aktarılan rivayet bu
dönüşümü sembolik biçimde özetler: Gündüz Alp çevreyi yakıp yıkmayı önerdiğinde
Osman Gazi, “Bu nevâhiyi harap edersek Karacahisar mamur olmaz” diyerek uzun
vadeli çıkarı, komşuluk ilişkilerini ve yerleşik devlet aklını savunur. Kuruluş
ideolojisinin dinî cephesinin yanında son derece somut bir maliye mantığı da
burada belirginlik kazanır.
Bu dönüşüme Rum halkının İslâmlaşması ve Türkleşmesi eşlik
eder. 14-15. yüzyıla ait Bizans ve patriklik belgeleri, Anadolu’daki
metropolitlik merkezlerinin giderek küçüldüğünü, bazı yerlerde Rum cemaatinin
kilisenin masrafını bile karşılayamaz hâle geldiğini gösterir. Rumların bir
kısmı ağır cizyeden kurtulmak, yükselen yeni egemen sınıfa girmek,
Müslümanların askeri ve siyasi başarısını ilâhî bir işaret olarak görmek gibi
nedenlerle İslâm’a geçer. Devlet, cizyeden kaçmak amacıyla zoraki ihtidâ
edenleri ayrı kaydetmeye çalışsa da uzun vadede gerçek bir kültürel kaynaşma
ortaya çıkar; Rumeli’de Müslüman olmak çoğu zaman Türk olmakla özdeşleşir. Türk-Hristiyan
kadın evlilikleri, Bizans kaynaklarındaki “mixovarvaroi” gibi karma
topluluklar, hem Selçuklu hem Osmanlı ordusunda ve toplumunda önemli yer tutar.
Bu sınır ve geçiş dünyasının içinden yükselen figürlerden
biri de Çaka Bey’dir. Malazgirt sonrası Anadolu’ya yayılan Türkmen beyleri
arasında Çaka Bey durumu gereği farklı bir yol tutar: İzmir’i fethederek Ege
kıyısında ilk Türk deniz beyliğini kurar. Danişmend Gazi’nin maiyetindeyken
Bizans’a esir düşer; Konstantinopolis’e götürülür, sarayda önemli bir mevki
kazanır, Rumcayı mükemmel öğrenir, Homeros’tan beyit okuyacak düzeyde Grek
kültürüne nüfuz eder. Alexios Komnenos’un tahta çıkışıyla saraydaki konumunu
kaybeder ve Anadolu’daki Türkmenler arasına döner. 1080’lerin başında İzmir’i
ve çevresini ele geçirir; yaklaşık 40 parçalık bir donanma kurarak Foça’dan Sakız’a,
Midilli’ye kadar Ege adalarına seferler düzenler, Bizans donanmasıyla çatışır.
Anna Komnena’nın anlattığına göre Çaka Bey Peçeneklerle ittifak arar,
Konstantinopolis kuşatmasını düşünür, Bizans’la akrabalık ve unvan pazarlığı
planlar. Tam bu noktada Bizans diplomasisi klasik yöntemine başvurur: Türk’e
karşı Türk kullanmak.
Alexios, Çaka’nın damadı olan I. Kılıç Arslan’a mektuplarla
onu “ortak tehdit” olarak resmeder; sonuçta Kılıç Arslan, Çaka’yı bir ziyafette
öldürür. Böylece Ege’den Konstantinopolis’i ciddi biçimde zorlayabilecek bir
Türk deniz gücü, daha oluşma safhasındayken tasfiye edilir.
Kuruluş meselesinde Ertuğrul Gazi ve Hayme Ana etrafında
örülen mitoloji de bu eleştirel süzgeçten geçirilir. Ruhî Tarihi, Aşıkpaşazade
ve Yahşi Fakih silsilesi üzerinden gelen rivayetler, Domaniç-Söğüt bölgesindeki
yer adları, Laskarid-Selçuklu savaşlarını anlatan İbn Nazif ve çağdaş Bizans
kaynaklarıyla karşılaştırıldığında şu çerçeve makul görünür: Ertuğrul ve
aşireti, Moğol istilası ile sarsılan Ahlat-Araş vadisi hattından Anadolu
içlerine göç eden Oğuz topluluklarındandır; önce Ahlat çevresine, ardından
Ankara Karaca Dağ yöresine gelirler; I. Alâeddin Keykubad’ın Laskarid
imparatoru Vatatzes ile yaptığı savaşlarda sınır gazasına katılırlar; Karacahisar
kuşatması ve çevre kaleler üzerindeki akınlara “akıncıbaşı” olarak iştirak
ederler; Söğüt-Domaniç hattı da bu hizmet karşılığında Ertuğrul’a uç yurdu
olarak verilir. Öte yandan II. Murad ve özellikle II. Abdülhamid döneminde
Ertuğrul ve Karakeçililer etrafında bambaşka bir ideolojik anlatı örülür:
Karakeçililer “hanedanın öz aşireti”, Hayme Ana “Devlet Ana”, Söğüt ve Domaniç
“devletin doğduğu kutsal mekân”, 1299 yılı ise “istiklâl günü” ilan edilir.
Ertuğrul türbesinin yenilenmesi, Hayme Ana türbesinin “mucizevi mezar keşfi”
hikâyesiyle kutsallaştırılması, Ertuğrul Alayı’nın kurulması, şenlikler,
mevlidler ve resmî törenler bu mitolojiyi güçlendiren başlıca araçlar hâline
gelir. İnalcık, bu çerçevenin toplumsal hafıza açısından anlamını tümden
reddetmez; fakat tarihçinin görevinin bu mitolojik katmanın altında yatan
gerçek tarihî zemini bulmak olduğunu ısrarla vurgular. 1299’un kuruluş yılı
olarak kabul edilmesini de bu açıdan siyasî bir tercih olarak görür.
Kuruluş dönemi savaş, iskân ve zihniyet dünyası üzerinden de
izlenebilir. Bu noktada Bizans’ın büyük din adamı Grigorios Palamas’ın esareti
ve Orhan Bey’in beyliğindeki Müslüman âlimlerle yaptığı tartışmalar önemli bir
pencere açar. Palamas’ın mektuplarından öğrendiğimize göre Müslüman ulemadan
bazıları, İncil’de Muhammed’in geleceğine dair işaretlerin bulunduğunu,
İslâm’ın doğudan batıya hızla yayılışını Musa ve İsa’nın mucizeleriyle
kıyaslanabilecek bir ilahî teyit olarak gördüklerini ileri sürer; fetihler,
Tanrı’nın İslâm’ı desteklediğinin kanıtı olarak sunulur. Palamas buna, “fetih
tek başına hakikatin ölçüsü olamaz” diyerek karşı çıkar; İskender’in de dünyayı
kılıçla dolaştığını, tarihte pek çok fatih bulunduğunu hatırlatır. Asıl ölçünün
öğreti ve ahlâk olduğunu vurgular; İsa’nın hiçbir dünyevî ödül vaat etmeden,
zor kullanmadan bir inanç yaydığını hatırlatır. Tartışma sertleşince Müslüman
bilginler kızar, oradaki Hristiyanlar Palamas’a susmasını işaret eder; Palamas
ortamın gerildiğini fark edip söylemini yumuşatır. Bu esaretten geriye kalan
mektuplar, bir yandan Osmanlı ülkesinde Hristiyanlara karşı genel tutumun -cizye,
zimmet hukuku, manastır hayatı, ibadet özgürlüğü- çerçevesini gösterir; öte
yandan erken Osmanlı elitinin kendi dinî meşruiyetini nasıl kavradığına dair
önemli ipuçları sunar. Fetih, adalet, sadaka, peygamberlik, kutsal metinler
etrafında dönen bu tartışma, kuruluş dönemini aynı zamanda bir “zihinsel karşılaşma
tarihi” hâline getirir. Bizans kaynaklarında geçen “Hidnes/Khionai” teriminin
kimlere işaret ettiği uzun süre tartışılmış; ahilerden Yahudi dönmelere kadar
farklı ihtimaller öne sürülmüştür. Ancak en makul yorum, bunun Osmanlı
egemenliği altındaki Müslüman hukukçular için kullanılan bir unvan olduğu
yönündedir. Böylece Palamas’ın karşısındakilerin devlet adına konuşan ulema
bulunduğu anlaşılır.
***
1457’de Ege’de ortaya çıkan Haçlı donanması, Papalık’ın
emriyle Türk kıyılarını vurmaya başladığında, Fatih Sultan Mehmed bunun
yalnızca rastgele bir korsan faaliyeti olmadığını, uzun sürecek bir deniz ve
Boğazlar mücadelesinin ilk hamlesi olduğunu hemen kavradı. Rodos Şövalyeleri ve
Papalık, Ege’yi Osmanlı ilerleyişine kapatmak için yeni ittifaklar ararken,
Papalık amirali Ludovico Trevisan 1458 sonbaharına kadar Ege’de kalarak Osmanlı
sahillerine baskınlar düzenledi. Yeni Papa II. Pius, İstanbul’un “geri
alınabileceği” umuduyla 1459 Mantua Kongresi’nde kralları topladı, fakat bu
tasarının kalbi sayılan Venedik Senatosu, Levant ticaretini kaybetme korkusuyla
saldırgan bir Haçlı seferine yanaşmadı; güçlü Venedik filosu olmadan böyle bir teşebbüsün
başarı şansı yoktu.
Bu diplomatik gerilim sürerken Fatih, Mora’da ikinci
seferine çıktı (1460); toplarla Ortaçağ kalelerini yıktı, bölgeyi timar
sistemiyle yeniden örgütledi ve böylece Rumeli’de uyguladığı merkezileşmiş
düzenin Balkanlar’daki sağlam örneklerinden birini kurdu. Bizans hanedanının
son temsilcilerinden Thomas Palaiologos Latinlerden yardım istemeye çalışsa da
Fatih, Mora’daki direnişi kısa sürede tasfiye etti. Ege’de ise Midilli hem
coğrafi hem siyasi bakımdan kritik bir düğüm hâline gelmişti: Ada hâkimi
Niccolò Gattilusio, Papalık korsanlarıyla iş birliğine giderek Osmanlı
kıyılarını tehdit ediyor, Fatih’in Ege ve Boğaz hâkimiyetini zorluyordu. Fatih;
Mora, Trabzon ve Eflak seferleri nedeniyle gecikse de 1462’de Midilli seferini
başlattı; donanmayı güçlendirip Mahmud Paşa’yı serdar tayin etti, kendisi de
Ayazmende’den harekâtı yönetti. Top ateşiyle gedik açılan kale kısa sürede
düştü, ada 15 gün içinde sancak beyliği yapısına sokuldu; Rum nüfusun bir kısmı
yeniçeri hizmetine ayrıldı, kiliselerin bir bölümü camiye çevrilerek Midilli,
İstanbul’u besleyecek yeni bir Osmanlı deniz üssüne dönüştürüldü.
Fatih’in Ege siyaseti; İstanbul’un güvenliği, doğrudan
Boğazlar ve Ege’nin denetimine bağlıydı. Bizans’ın bin yıl boyunca ayakta
kalmasını sağlayan bu geçitler, 1204 Latin işgaliyle Venedik ve Ceneviz’in
eline geçmiş, Karadeniz’e açılan ticaret yolu fiilen İtalyan denizcilerin
kontrolüne girmişti. Osmanlılar, Orhan Bey’den Yıldırım Bayezid’e kadar Rumeli’ye
her geçişte Venedik ve Bizans donanmalarının tehdidi altındaydı; Bayezid dahi
Gelibolu’yu güçlendirmek için limanı surlarla ayırmak zorunda kalmış, yine de
Venedik deniz gücü karşısında tam bir emniyet sağlayamamıştı. Fatih, İstanbul’u
fethederken bu gerçeği aklında tutarak hareket etti ve 1452’de Rumeli
Hisarı’nı inşa etti. Karadeniz’den izinsiz geçen bir Venedik gemisinin
batırılması, yeni dönemin sert bir hamlesiydi: Boğazlar üzerindeki tam egemenlik ilk
kez Osmanlıların eline geçiyordu. Ardından Çanakkale Boğazına da Sultaniye ve
Kilidü’l-Bahr kaleleri yapıldı.
Böylece İstanbul hem kuzeyden hem güneyden Osmanlı
toplarıyla korunur hâle geldi; Karadeniz’e açılan Osmanlı donanması Kırım’daki
Ceneviz kolonilerini haraca bağladı ve 1475’ten sonra Karadeniz fiilen bir
Osmanlı gölüne dönüştü. Ege’de Rodos gibi istisnalar direnişini sürdürse de,
ada ancak 1522’deki büyük seferle Osmanlı egemenliğine girecekti. Boğazların
stratejik anlamı, Yıldırım Bayezid döneminde de belirgindi: 1396 Niğbolu Savaşı
öncesinde Bayezid, İstanbul’u kuşatırken Bizans’ın Karadeniz’den erzak almasını
kesmek istiyor; Venedik ise Boğazlar kapanırsa Akdeniz-Karadeniz ticaret
zincirinin çökeceğini düşünüyordu. Papalık destekli Haçlı donanması, Venedik ve
Ceneviz gemileriyle Boğazlarda devriye geziyor, Gelibolu hem Osmanlı
Rumeli’sinin kapısı hem İtalyan ticaretinin kilit taşı hâline geliyordu.
Bayezid, Gelibolu’yu tahkim etmiş olsa da Haçlı filosu zaman zaman Boğazlardan
geçerek İstanbul’a yardım ulaştırmayı başarmıştı.
Timur felaketi gelince kuşatma ve Boğazlar meselesi yarım
yüzyıl boyunca askıda kalmıştı; Boğazların nihai olarak Osmanlı’ya bağlanması
ancak 1453’te Fatih’in İstanbul’u fethiyle mümkün olacaktı.
***
Ne var ki 17. yüzyıla gelindiğinde Boğazların büyük tehdidi
bu kez Venedik değil, kuzeyde giderek güçlenen Rusya oldu. 1620’lerde Kazak
akınları İstanbul’un Yeniköy’ünü yakacak kadar ileri gitmiş, Rus Çarlığı Azak
ve Kırım üzerinden Karadeniz’e sızma yolları aramaya başlamıştı. 18. yüzyılda
Kırım’ın Rusya’ya bağlanması, Karadeniz’in kuzey steplerinin Rus hâkimiyetine
geçmesiyle Osmanlı payitahtı ilk kez “büyük bir kuzey gücü” tarafından doğrudan
tehdit edilir hâle geldi. Böylece Boğazlar, Fatih devrinde İtalyan denizci
cumhuriyetlerine karşı yürütülen deniz-ticaret mücadelesinin, 17. ve 18.
yüzyıllarda Rusya’ya karşı süren büyük jeopolitik hesaplaşmanın merkezine
yerleşti. Askerî-stratejik cephedeki bu baskı, içerideki siyasal krizlerle
birleşince Osmanlı düzeni bir farklı bir yüzyıla girdi; Genç Osman’ın katli,
Kösem Sultan’ın yönetim yılları ve sonunda Kösem ile Turhan arasındaki iktidar
mücadelesi bu büyük dönüşümün iç politik yüzünü oluşturdu.
1622’de II. Osman’ın (Genç Osman) yeniçeriler tarafından
Yedikule’de boğdurulması, Osmanlı tarihinde ilk kez bir padişahın açık bir
isyanla ve halkın gözü önünde öldürülmesi anlamına geliyordu. Genç padişah,
Anadolu’da yeni bir ordu kurmak, yeniçeri ocağını tasfiye etmek, kanun-ı kadime
aykırı gördüğü uygulamaları düzeltmek istiyordu; fakat şeyhülislâm Esad
Efendi’den alınan fetva, onu “fitneye sebep olmakla” suçlayarak isyancıların
hareketine meşruiyet sağladı. Yeniçeriler saraya yürüdü, Şehzade Mustafa’yı
kafesten çıkarıp tahta oturttu; Osman, kaçmaya fırsat bulamadı, at üzerinde hakaretlerle teşhir edildi, ardından Yedikule’de
cellatlar tarafından boğuldu. Bu vahşi infaz Osmanlı siyasal düzeninde padişahın
dokunulmazlığı ilkesinin fiilen çöktüğünü gösteren acı bir olaydır.
Olayın tanığı solak Hüseyin Tugi, II. Osman’ın hatasını
“ocağı karşısına almak” olarak yorumlasa da, öldürülüş biçimi, asıl bozulmanın
devlet içi güç dengelerinde yaşandığını ortaya koyuyordu. Bu cinayet,
Anadolu’da Abaza Mehmed Paşa önderliğinde büyük isyanlara yol açtı; Erzurum’da
yeniçeriler topluca idam edildi, sekban-levend güçleri etrafında toplanan
Abaza, Sivas’tan Niğde’ye kadar geniş bir bölgeyi denetimi altına aldı.
Bu kaotik zamanda tahta tekrar çıkarılan I. Mustafa’nın dengesizliği,
yönetimi daha da zorlaştırdı. Yeniçeri ve sipahi zorbalarının baskısı altında
kalan I. Mustafa ne düzen kurabildi ne de anarşiyi bastırabildi. Ulema-kapıkulu
ittifakı onu tahttan indirdiğinde hanedanın en yaşlı şehzadesi olan 12
yaşındaki Murad, annesi Kösem Sultan’ın vesayetinde tahta çıkarıldı (1623).
Böylece devletin gerçek yönetimi dokuz yıl boyunca fiilen Kösem Sultan’ın eline
geçti. Osmanlı hukukunda resmen tanımlanmış bir “saltanat naipliği” makamı
yoktu; yine de Topkapı Sarayı arşivlerindeki belgelerde veziriazamların
arzlarına Kösem’in kendi el yazısıyla verdiği emirler, devlet işlerinde son
karar merciinin gerçekte o olduğunu açıkça gösterir. Vezirler ona “devletlü
efendimiz” diye hitap ediyor, arzlar “baki ferman devletlü efendimizindir”
sözleriyle bitiyordu; Kösem ise her emri “Arslanım” dediği çocuk padişah adına
veriyor, böylece fiilî iktidarı hanedanın meşruiyet zırhıyla örtüyordu. Ancak
bu vesayet dönemi, içeride yeniçeri-sipahi zorbaları, taşrada Abaza isyanı,
doğuda Safevî Şah Abbas’ın Bağdat’ı alması gibi ağır krizlerle doluydu.
Hazinenin cülûs bahşişleri ve ocak baskılarıyla boşalması, sarayın altın ve
gümüş eşyalarının darphanede eritilip akçeye çevrilmesine rağmen açığın
kapanmaması, vakıf gelirlerinin kapıkulu sipahileri tarafından yağmalanması,
Kösem’in sırtındaki yükü ağırlaştırıyordu.
Kösem, bu yıllarda Kemankeş Ali Paşa, Hafız Ahmed Paşa,
Hüsrev Paşa gibi veziriazamlarla çalışarak hem Abaza isyanını bastırmaya hem
Safevî tehdidine karşı Bağdat seferlerini yürütmeye çalıştı; fakat Anadolu’da
sekban-levend kitleleri, İstanbul’da yeniçeri-sipahi zorbaları, Kazak
saldırıları, Şah Abbas’ın Irak’taki hâkimiyeti ve vakıf gelirlerinin
yağmalanması, devletin her köşesinden “yangın haberleri” gelmesine yol açtı.
Bağdat’ın düşüşü ve başarısız kuşatmalar, Kösem’in gönderdiği telhislerde
“devletin içinin dışının bir olduğu” ifadesiyle, yani tam bir yıpranma hâliyle
resmedilir.
1632’de Hafız Ahmed Paşa’nın Atmeydanı’nda zorbalara teslim
edilip IV. Murad’ın gözleri önünde vahşice boğazlanması, genç padişahın sabrını
taşırdı; Murad, “Bundan böyle bu zalimlerden nasıl intikam aldığımı görürsünüz”
diyerek iktidarı annesinin elinden almaya yöneldi. Bu andan itibaren Kösem’in
fiilî saltanat naipliği sona eriyor, devlet yönetimi giderek IV. Murad’ın sert,
merkezî ve otoriter tarzına geçiyordu. Buna rağmen 1623-1632 arasındaki o
çalkantılı on yılda Osmanlı Devleti’nin dağılmasını engelleyen en önemli denge
figürünün Kösem olduğu açıktır.
IV. Murad’ın genç yaşta kendi iktidarını kurması, “adalet
idealini” son derece sert cezalarla birleştiren bir dönem başlattı. Reayadan
gelen şikâyetleri ciddiye alan padişah, zulmeden kadı, vali veya paşaları
gözünü kırpmadan cellada gönderdi; devletin iç düzenini yeniden toparlamak için
ağır yöntemlere başvurdu. Onun büyük hedefi, Safevîlerin eline geçen Bağdat’ı
geri almaktı. İran’ın ateşli silahlarla donanmış koyu direnci ve Bağdat
kuşatmasının zorlukları, Tayyar Mehmed Paşa’nın şehadetiyle sonuçlandı; fakat
kırk gün süren kuşatmanın ardından şehir teslim oldu. Murad, teslim olan
Kızılbaşların önemli bir kısmını kılıçtan geçirtti, kaleyi yeniden tahkim etti
ve Şah’a sert bir mektup gönderdi. Bu zafer, Murad’ın “fetih ve intikam”
siyasetine damgasını vurdu. Onun ölümünden sonra tahta çıkan kardeşi İbrahim
ise bambaşka bir sayfa açtı: Harem kadınlarının etkisi altında, dengesiz ve
müsrif bir hükümdar olarak Osmanlı tarihinin en skandal dolu
hükümdarlıklarından birini yaşattı.
Kösem, İbrahim devrinde devleti ayakta tutmaya çalışsa da
haremde musahibelerin -özellikle Şekerpare’nin- etkisi artıyor, memuriyetler
açıkça satılıyor, ilmiye ve seyfiye sınıflarına rüşvet bulaşıyor, devlet
hazinesi lüks ve eğlence harcamalarının yükü altında eziliyordu. Samur kürkler,
mücevherli kayıklar, amber kokuları için tükenen hazinenin açığını kapamak
üzere paşalar vergileri artırıyor, reaya daha ağır bir sömürüye maruz
kalıyordu.
Bu iç çürüme, 1648’de büyük bir patlamaya dönüştü.
Yeniçeriler ve ulema Fatih Camii’nde silahlı olarak toplandı; şeyhülislâm,
hasekilerin devleti ifsat ettiği, rüşvetin her yere yayıldığı, Venedik
donanmasının Boğaz’ı tuttuğu hâlde padişahın eğlenceden başını kaldırmadığı
gerekçeleriyle fetva verdi. Ayak Divanı talep edildi, Hezarpâre Ahmed Paşa
yakalanıp parçalara ayrıldı, cesedi Atmeydanı’nda çınarın altında teşhir
edildi. Sıradaki hedef Sultan İbrahim’di. Kösem Sultan, bu kritik anda
hanedanın devamını ve devletin yıkılmamasını gözeterek ağır bir karara yani kendi oğlunun tahtan indirilmesine razı oldu.
Ulema “cumhura muhalefet caiz değildir” diyerek kararı ona
bildirdi; Kösem önce dirense de ocakların ve şeyhülislâmlığın baskısı
karşısında geri çekildi. Yedi yaşındaki Şehzade Mehmed’i altın taht üzerine
bizzat oturtarak IV. Mehmed’in cülûsunu sağladı.
IV. Mehmed’in çocuk yaşta tahta çıkmasından sonra devletin gerçek yönetimi, bu kez Valide Kösem ile yeni veziriazam Sofu Mehmed Paşa’nın elinde toplandı. Sofu Mehmed’in sıkı maliye politikaları hem harem hem yeniçeri hem de sipahiler tarafından tepkiyle karşılandı; maaş kesintileri Anadolu’da Gürcü Abdünnebî önderliğinde büyük bir sipahi isyanına yol açtı.
Kösem, yeniçeri
ağaları ve ulema arasında zor bir denge kurarak isyanı bastırdı; fakat Sofu
Mehmed’in harem harcamalarına karışması ve kendi otoritesini pekiştirme çabası
Valide ile arasını açtı. Foça bozgunu, onun askeri itibarını da zedeleyince
Kösem ve yeniçeri cuntasının ittifakı Sofu Mehmed’i devirdi, yerine Kara Murad
Paşa veziriazam yapıldı. Devlet artık Yeniçeri Cunta İdaresi’nin gölgesindeydi;
Kösem ise torunu adına hâlâ en güçlü isimdi, ancak rüşvet, zorbalık, Girit
Savaşı’nın ağır maliyeti ve Venedik donanmasının Çanakkale Boğazı’nı kapatması,
İstanbul’da açlık ve pahalılığı dayanılmaz hâle getiriyordu. Harem-ulema-yenîçeri
üçgenindeki iktidar kavgası, özellikle şeyhülislâm Karaçelebizâde Abdülaziz
Efendi ile Kösem arasındaki düşmanlık üzerinden derinleşti; saray dışındaki
ocak ağaları, Kösem’le birlikte küçük padişahın devrilmesi ve başka bir
şehzadenin tahta çıkarılması yönünde planlar yapmaya başladı.
Kösem’in gölgesinde kalan Turhan, kendi etrafında zenci
hadımlar ve saray kadınlarından oluşan bir grup toplamıştı. Saraydaki iki
valide cephesi -Kösem ve Turhan- arasındaki çekişme zamanla bir “varlık-yokluk”
mücadelesine dönüştü. Ocak ağalarının bir kısmı Kösem’i, saray hadımları ve
Turhan’ın adamları ise genç Valide’yi destekliyordu. Rivayetlere göre Kösem’in,
IV. Mehmed’i devirmek ve yerine Şehzade Süleyman’ı geçirmek için ocaklarla
gizli bir mutabakata gittiği söylentisi saray koridorlarında yayılınca, Turhan
tarafı derhâl harekete geçti. Enderun’da Has Oda oğlanları silahlandı, iki
cephe sarayın içinde görünmez bir iç savaş hazırlığına girişti. Bir gece vakti
Turhan’ın adamları ani bir baskınla Kösem’in dairesine saldırdı. Kösem,
gürültüyü duyduğunda gelenleri kendi yeniçerileri sandı, “Geldiler mi?” diye
seslendi; fakat gelenler Turhan’ın tarafındandı. Gizli bir hücreye saklanmak
istese de bulundu, aşağı indirildi ve dev gibi bir hadım tarafından boğuldu. O
gece odasındaki sandıklar dolusu altın saray hazinesine taşındı, Kösem’i
destekleyen ocak ağaları ertesi gün idam edildi, saray meydanına Peygamber
sancağı dikilerek isyanın bastırıldığı ilan edildi. Böylece Osmanlı tarihinin
en güçlü kadın figürlerinden birinin hayatı, devlet maliyesinin çöküşü, ocak
cuntasının diktası, saray-ulema-yeniçeri çekişmesi ve İstanbul halkının büyük
isyanlarıyla örülü bir krizler zincirinin sonucu olarak noktalandı.
Kösem’in 1651’de öldürülmesiyle iktidar sahnesinde yalnız
kalan Valide Turhan Sultan, artık “gerçek Valide kudretine” kavuşmuştu; IV.
Mehmed’in annesi olarak Harem’in ve sarayın başı, fiilî saltanat naibiydi.
Ancak Kösem kadar tecrübeli ve devlet işleri konusunda başarılı değildi.
Çevresinde Darüssaâde Ağası, hadımlar ve kadın efendilerden oluşan bir danışma
halkasıyla hareket ediyor, padişah adına gönderilen emirlerde “Valide-i Sultan
Mehmed” mührünü kullanıyordu. Buna rağmen devlet, Girit Savaşı’nın mali yükü,
Venedik donanmasının Boğaz ablukası, yeniçerinin ticareti ele geçirmesi, fiyat
istismarı, timarlı sipahilerin gelirlerinin gaspı gibi nedenlerle adeta çaresiz
kalmıştı. 1656’daki Çınar Vakası, bu birikmiş öfkenin büyük bir patlamasıydı:
Yeniçeriler ve sipahiler onlarca devlet adamını öldürdü, cesetleri At
Meydanı’ndaki çınarlara astı, İstanbul günlerce bu terör saldırıları altında
kaldı. Turhan Sultan’ın hayatı tehlikeye girdi, yakınları öldürüldü, sarayda
bile güven kalmadı.
Bu durumda Turhan, Kösem’in yaptığı gibi zayıf veziriazamları değiştirip durmak yerine, Osmanlı tarihinde nadir görülen bir tercih yaptı: Devletin kurtuluşu için bütün yetkiyi güçlü bir veziriazama bırakmayı kabul etti. 15 Eylül 1656’da Köprülü Mehmed Paşa, “işine kimsenin karışmaması, keyfine göre azledilmemesi, bütün tayin ve azillerde tam yetkili olması” şartlarıyla sadârete getirildi. Turhan Sultan, böylece hem kendi otoritesini koruyup Harem’in başı olmayı sürdürdü hem de devleti toparlayabilecek bir mutlak otoriteye kapıyı açtı. Köprülüler devri, imparatorluğu çöküşten kurtaracak, Boğazlar ve Akdeniz’de Venedik’e karşı, karada Avusturya ve İran’a karşı yeni bir toparlanma döneminin önünü açacaktı. Böyle bakıldığında, Fatih’in Boğazlar siyasetinden başlayıp Genç Osman’ın trajik sonuna, Kösem Sultan’ın iç savaş yıllarına, Kösem’in boğdurulduğu karanlık geceye ve Turhan Sultan’ın Köprülü tercihine kadar uzanan bu uzun yolculuk, Osmanlı tarihinin savaşlar ve fetihler kadar, Boğazların stratejik ağırlığı, saray-ordu-ulema dengeleri ve kadın sultanların devlet yönetimindeki rolü üzerinden de anlaşılması gerektiğini gösteren çarpıcı bir “kriz ve dönüşüm” öyküsüdür.
Halil İnalcık’ın eleştirel yöntemi, Osmanlı tarihini geniş bir siyasal ve toplumsal süreç olarak kavramayı mümkün kılar. Bitinya sınırlarında Türkmenlerle Rum köylülerinin iç içe yaşadığı uç dünyası, gazâ ve yağmanın zamanla istimâlet ve kalıcı devlet düzenine dönüşmesi, İslâmlaşma ve Türkleşmenin toplumsal temelleri, Çaka Bey’in erken denizcilik girişimi, Ertuğrul-Hayme Ana-1299 anlatılarının geç dönem siyasal ihtiyaçlarla yeniden örülmesi ve Palamas’ın esaret yıllarında Osmanlı ulemasıyla yaptığı tartışmalar bu ilk safhanın arka planını oluşturur. Bu dinamiklerin uzun vadeli devamı, Fatih’in Boğazlar politikasından Venedik, Ceneviz ve ardından Rusya ile yürütülen deniz mücadelelerine; Genç Osman’ın öldürülmesi ve Kösem Sultan’ın vesayet döneminden, Kösem’in saray içi bir hesaplaşmayla ortadan kaldırılmasına ve Turhan Sultan’ın Köprülü Mehmed Paşa’yı göreve çağırdığı kritik döneme kadar uzanır.