Gustave
Flaubert / Madame Bovary Üzerine Deneme
Gustave Flaubert, Madame Bovary ile roman sanatının
çehresini değiştiren soğukkanlı ve biraz da acımasız bir ışığı yakar. Söz
konusu ışık, taşra evlerinden Paris salonlarına uzanan geniş bir araziyi tarar;
sahnenin merkezinde Emma Bovary vardır. Genç kadın, pırıltılı balo
elbiselerinde şifa ararken kasabanın tekdüzeliğine hapsolmuş ruhunu; ipek
perdeler, egzotik çaylar ve yasak aşklar aracılığıyla oyalamaya çalışır.
Arzuladığı hayatı önce roman kahramanlarında, ardından da tefecinin parlak
vitrininde sezdiğinde, tüketim döngüsünün cezbedici girdabına kapılır.
Charles Bovary, Emma’nın dünyasına ağır adımlarla
giren sadık bir doktordur; sessiz sevgisiyle kadını sarmaya çabalasa da onun
büyüyen tutkularına karşılık veremez. Rodolphe Boulanger’ın hoyrat cazibesi,
Léon Dupuis’nin duyarlı sohbetleri ve Lheureux’nün renkli vaatleri, Emma’nın
doyumsuz isteğini sürekli harlayan kıvılcımlardır. Kasabanın eczacısı Homais
ile papaz Bournisien, bilim ve inancın yüzeyde kalan temsilleri olarak çevreyi
doldurur; ikisinin de kalabalık sözleri, Emma’nın iç çığlığını karşılamaya
yetmez. Böylece her karakter, genç kadının arzu dünyasına ayrı bir kimyasal
taşır; karışım ısındıkça hem kalp hem bütçe zorlanmaya başlar.
Flaubert’in asıl darbesi, aşkı ve tüketimi aynı
terazide tartışında hissedilir. Emma, gündelik hayattan kaçmak için satın
aldığı eşyalarla kölelik zincirini kalınlaştırır; borç senetleri çoğaldıkça
özgürlük hayali daha uzak bir ufka savrulur. Roman, yalnız bir ‘yasak sevda’
hikâyesi sunmaz; modern ekonominin, arzuyu pazarlama biçimini de sorgular.
İçerideki açlık büyürken vitrindeki aksesuarlar artar; para, duygu ve statü tek
bir gölge hâlinde üst üste biner.
Trajedi, yanlış bir yazgıya teslimiyet sonucunda
ortaya çıkmaz; sürdürülen içsel yanılgının mantıksal neticesidir. Emma, düş
kırıklığının son durağında öldürücü zehrin keskin tadına sığınır; sevgililer
dağılmış, senetler kabarmış, duyular körelmiştir. Onu uçuruma götüren gücün tek
adı vardır: bitmeyen ‘daha fazla arzu’ çağrısı. Bu çağrı, şu anda bütçe farkı
gözetmeden insanlığın kulağında çınlamayı sürdürür; günümüzde parlak reklam
panoları önünde bekleyen kalabalıklar, Emma’nın gölgesini hâlâ taşır.
Flaubert’in kelimeleri, bir cerrahın neşteri kadar
özenli hareket eder. Ne Emma’yı bütünüyle kutsar ne de büsbütün yargılar; onun
ruhundaki sıradan tutkuyu, dönemin toplumsal koşullarıyla örerek gösterir.
Böylece Madame Bovary, bir aynaya işlevi görür: Okur, genç kadının tükenişini
seyrederken kendi arzu mekanizmasını incelemeye davet alır. Tatmin hep bir adım
ötede duran serapsa, serabı kovalayan kalabalığın adımları hâlâ aynı taşra
yolunda arzunun nedenlerini bulur.
Metnin en çarpıcı katmanı, arzunun sosyo-ekonomik
zeminle kurduğu ilişki olur. Tüketim, modern bireyin varoluş seremonisi hâline
geldiği an, Emma’nın dramı taşranın dar sınırlarından çıkarak tüm bir insanlık
hikâyesine dönüşür. Görkemli vitrinlerde yansıtılan kimlikler, sınıf atlama
düşleri, duyguları bile pazara sunan kapital estetik… Bugün akışkan ekran
ışıkları altında, Emma’nın gölgesini kolayca tanırız. O artık yalnız bir roman
kişisi değildir; kredi kartı taksit ertelemelerine iç çeken, kendisini beğeni
ikonlarının kırmızı ışığına rehin bırakan milyonlarca insanın yansımasıdır.
Romanın sonunda yükselen trajedi, kader fikrine
teslimiyet olarak yorumlanmaz; aksine, kararlılıkla sürdürülen bir yanılgının
meyvesidir. Emma, gerçekliğin köhneliğiyle yüzleşirken, tutkunun bedeni
kavuran kuraklığına dayanamayıp zehrin keskin tadına sığınır. Onu ölüme
sürükleyen güç, tek bir hata ya da tek bir kötü rastlantı durumu olmayıp,
bitmek tükenmek bilmeyen ‘daha fazla istek’ çağrısının ironik zaferidir. Tıpkı zamanda sonsuza uzayan görüntüler gibi, arzu da hudut tanımaz; Emma’nın
trajedisi bu kesintisiz çoğaltmanın en kasvetli simgesine dönüşür.
Charles Bovary’nin sessiz dramı metne ayrı bir ton
katar. Çevresine tutunmaya çalışan, çamura batmış çizmesini temizlemekle meşgul
bu iyi niyetli doktor, Emma’ya bakarken aşkını dillendirecek kelime bulamaz.
Onun suskunluğu, hatta genç kadının acı sonsözüne erişemeyişi, insan
ilişkilerinde iletişimsizliğin ilk ve son etiketi gibidir. Birbirinin kalbine
köprü kuramayan iki ruh, aynı evin duvarları arasında değişik gezegenlerde
yaşar. Yalnızlık tam da burada, tek başına sürdürülen bir uğultu hâlini alır.
Flaubert’ın dil hassasiyeti, anlatının her kıvrımında
sezilir. Kelimeler tül gibi ince, bıçak gibi keskindir; okur, Emma’nın ruh
akışında dalgalanırken hem hülyaya kapılır hem de kesif bir pişmanlık tadı arka
planda gezer. Flaubert, realizmi soğukkanlı bir hekim gibi uygular; ne Emma’yı
bütünüyle yüceltir ne de sonsuz bir suç tanımıyla damgalar.
Romanı kavramak, Emma’yı anlamak anlamına gelmez
yalnızca; kendi arzu mekaniğimizi de sorgulamaya çağırır. İmkânsız aşk
tasavvurları, şatafatlı vitrinler, popüler kültürün renkli balonları…Hangi
parçası bizi tüketimin o kısır döngüsüne davet eder? Hangi sahne, içimizdeki
doyumsuzlukları adım adım büyütür? Flaubert, estetik ölçüyü hem korur hem
kırar; çünkü asıl maksadı ahlâk dersi vermek olmayıp, insanın zaaflarında saklı
o sessiz çığlığa kulak kabartmaktır.
Bugün, bulvarların gaz lambaları yerini neon
tabelalara, at arabalarının nal izi de otobanların egzoz dumanına bıraktı.
Fakat Emma’nın göğsünde zonklayan arzu, modern çağın renkli cep
telefonlarında yankılanmaya devam ediyor. O hâlde insan, kendi içindeki Emma’yı
susturmak için nasıl bir suskunluk seçer? Yoksa suskunluk yetmez, yalnızca
farkındalık mı kurtarır?
Madame Bovary bize gündelik hayatın puslu havasında tekinsiz bir yansıma sunar: Bizi harekete geçiren, fakat bir yandan tüketen o
kavurucu istek… Okur kitabın kapağını kapatsa da Emma’nın talihsiz sözcükleri
zihinde çınlar. Çünkü arzu, gönül gözüne bir kez yerleşti mi, taşranın küçük
pencerelerinden bakarken bile sonsuz bir ufuk düşler.
