Sahnenin Dışında Kalanlar
Siyaset, ilk bakışta düzen kurma sanatı gibi görünür.
Kanunlar yapılır, protokoller düzenlenir, seçimler yapılır. Sanki her şey
halkın iyiliği düşünülerek tasarlanmıştır. Oysa bütün bu düzenlemeler çoğu
zaman bir gösterinin parçalarıdır; içi çoktan boşaltılmış, anlamı çoktan
unutturulmuş bir gösteri. Perde her açıldığında sahneye yeni yüzler çıkar, ama
metin hep aynıdır. Renkler değişir, diller değişir, ama yalan aynı kalır.
Halk, o gösterinin görünmeyen emeğidir. Sıralarda bekler, konuşur, umut eder. Sonra alkışlar. Bazen bağırır da… ama ses, sahneye ulaşmaz. Ses, yalnızca kalabalığın içinde yankılanır, orada kaybolur. Çünkü sahneyle seyirci arasına bir cam duvar çekilmiştir; kalın, görünmez ama aşılması imkânsız bir duvar. Halk konuşur ama ona cevap verilmez. Dinlenmez, yalnızca gözlenir. Siyasetçiler, halk adına söz verirler. Ama bu söz, çıkarın, güç dengesinin, gösteri sanatının gereğidir. İrade, bir merkezin, bir zümrenin elindedir artık. O zümre, halka dair her şeyi halktan daha iyi bildiğini iddia eder. Onun suskunluğunu da, isyanını da kendince yorumlar, istismar eder. Sandık konur, oy alınır ama o oy, yerini bulmaz. Yolunu kaybetmiş bir pusula gibi döner durur merkezde. Çünkü halk yalnızca sayıdır. Rakamlar içinde kaybolmuş, istatistik tablolarına sıkışmış bir çoğunluktur. İnsan unutulmuştur. Hikâyesi, yokluğa terk edilmiştir. Hakkı, sözde korunur ama gerçekte hep ertelenir. Hep daha sonra, hep daha iyi günler vaadiyle… Zamanla halk da buna alışır. Gösteriye inanmasa da izlemeye devam eder. Çünkü başka bir alan bırakılmamıştır ona. Sahne dışına çıkmak, oyunun dışına düşmektir artık. Oyun dışı kalanlar susturulur, yok sayılır, görünmez kılınır. İşte bu yüzden en büyük yalnızlık, kalabalığın ortasında olur. En büyük susturulmuşluk, en çok bağıranların içinde yaşanır. Çünkü sahnenin dışında kalanlar, ne zaman konuşsa, sahnenin sesi daha da yükseltilir. Böylece halkın sözü, bir uğultuya karışır ve sonunda sessizliğe gömülür. Siyaset halk için kurulmadıysa, halkın sesi siyasetin neresindedir? Bu soru, her kuşağın boğazında bir düğüm gibi kalır. Ve her defasında aynı cevap verilir: Sahne doludur ama izleyici hep yalnızdır.
Bir gün sahne yıkılırsa, olanı izlemeye alışmış gözler neye
döner? Işıklar sönerse, gösterinin rengi kaybolursa, o zaman halk neyi görecek?
Belki de ilk kez sahneyle seyirci arasındaki çizgi silinir. Belki de ilk kez
herkes aynı zeminde ayakta kalmak zorunda kalır. Sahnesiz bir dünyada, herkes
kendi sesini duymak zorundadır. Ezber yoktur artık. Sözcükler, birbirini
gerçekten duymak için kurulur. Oyun bitmiştir. İnsan, kendi hikâyesini yazmaya
karar verdiğinde siyaset yeniden anlam kazanır. Bu yeni sahnede perde yoktur.
Roller dağılmamıştır, çünkü artık her söz sahibi, aynı zamanda sorumludur. Bu
sorumluluk korkutucudur elbette; çünkü özgürlük yük getirir. Fakat bu yük,
başkasının senaryosunu oynamaktan daha hafiftir. Daha onurludur. Yeni sahnede
alkış yok belki ama yüz yüze bakış vardır. Kalabalıklar sessizce yürümez;
birbirine eşlik eder. Herkesin adı söylenir, sesi duyulur, hikâyesi yer bulur. O
zaman halk, sadece bir kelime olmaktan çıkar. Canlı bir varlık gibi nefes alır.
Kendi adına konuşur, kendi adına susar. Kendi yarasını taşır ama başkasının da
acısını taşımayı öğrenir. Çünkü sahne yıkıldığında, geriye yalnızca insan
kalır. İnsan, unutulmuş yerinden doğrulup konuşmaya başladığında, hiçbir
iktidar, bu sesleri bastıramaz.