Diamond’un Gözünden Ruanda: Kaynak Krizi, Nüfus Baskısı ve Çöküş
Diamond’a göre Ruanda
soykırımı yalnızca Hutu ile Tutsi arasında bir nefretin patlaması değildir.
Asıl neden, nüfus yoğunluğu, kaynak yetersizliği ve toprak kıtlığı nedeniyle
toplumun kendi içinde parçalanmasıdır. Ruanda, Afrika’nın en yüksek nüfus
yoğunluğuna sahip ülkelerinden biri olarak gösterilir. Topraklar bölündükçe
tarım yapılamaz hale gelir, insanlar temel ihtiyaçlarını karşılayamaz. Kıtlık,
yoksulluk ve yaşam alanı kavgası sıradan insanların boğuştuğu gerçek sorunlardır.
Diamond’un altını çizdiği
nokta şudur: Toplum öyle bir noktaya gelir ki; insanlar yalnızca öteki olarak
gördüğünü (Tutsiler) değil, kendi içlerinden olan rakiplerini (Hutuler),
komşularını, hatta akrabalarını bile hedef alır. Mesele artık etnik kimliğin
ötesine geçmiş; hayatta kalma savaşı verilmektedir. Nefret ideolojisi bu
ortamda hızla yayılır; kimin Hutu, kimin Tutsi olduğu kadar kimin hangi tarlayı
alacağı, hangi kaynağa sahip olacağı önem kazanır. Açlık ve toprak kıtlığı,
insanları birer ölüm makinesine dönüştürür.
Diamond’un yorumu,
soykırımı ideolojik evet ama daha çok çevresel krizlerin ve sistemsel kaynak
kıtlığının tetiklediği bir toplumsal çöküşün sonucu olarak görür. Ve bu
nedenle soykırım sırasında Hutu’ların kendi aralarındaki hesaplaşmaları ve
katliamları da bu sistemin ürettiği bir sonuçtur: Çünkü hayatta kalabilmek için
komşunun tarlasını almak, onun ailesini ortadan kaldırmak bir araç haline gelmiştir.
Belçika, Ruanda’yı
sömürgeleştirdikten sonra (1916’dan itibaren), yerel halk arasındaki etnik
farklılıkları yönetim politikalarının merkezine yerleştirir. Aslında Hutu ve
Tutsi kimlikleri, tarih boyunca birbirine karışmış, daha çok sosyal sınıf ve
ekonomik statüyle ilişkili gruplardır. Ancak Belçika yönetimi, bu ayrımı biyolojik
ve ırksal bir kategoriye dönüştürür.
Belçikalı yöneticiler,
Tutsileri ; daha uzun boylu, daha ince yüz hatlarına ve kimi zaman daha açık
ten rengine sahip oldukları gerekçesiyle—Avrupalılara yakın ve üstün bir ırk
olarak görürler. Batılı ırk teorilerine dayalı bu bakış açısıyla, Tutsilere
ayrıcalık tanıyan bir idari sistem kurarlar. Okullar, memuriyetler ve yerel
yönetimler Tutsi seçkinlerin kontrolüne verilir.
Daha da önemlisi, Belçika
1930'larda kimlik kartı uygulamasını başlatır. Her bireyin kimlik
kartında Hutu, Tutsi ya da Twa yazılır. Böylece esnek ve akışkan olan toplumsal
gruplar, kalıcı ve değiştirilemez bir etnik kimliğe hapsedilir. Bu kimlikler
bir yandan Tutsilere ayrıcalık verirken, diğer yandan Hutular arasında derin
bir öfke ve ezilmişlik duygusunu biriktirir.
Belçika’nın kurduğu bu
sistem, Hutu-Tutsi ayrımını keskinleştirir ve ileride soykırımın ideolojik ve
sosyal altyapısını besleyen en önemli etkenlerden biri olur.
Aslında Diamond, Ruanda
soykırımının ideolojik boyutunu görmekle birlikte, bu felaketin asıl nedenini
çevresel ve yapısal sorunlarda arar. Ona göre soykırım yalnızca Hutu ile Tutsi
arasında körüklenen bir nefretin değil; kontrolsüz nüfus artışı, kaynak yetersizliği
ve toprak kıtlığı gibi derinleşen krizlerin sonucudur. Ruanda, Afrika’nın en
yoğun nüfuslu ülkelerinden biri olarak giderek küçülen tarım arazilerinde
barınmaya çalışmış; miras yoluyla bölünen topraklar, nesiller boyunca
parçalanarak kimseyi doyuramaz hale gelmiştir. Gelir başına düşen gıda miktarı
azalmış, kıtlık ve yoksulluk geniş halk kesimlerinin hayatta kalma savaşını
belirleyen temel mesele haline gelmiştir.
Diamond’un işaret ettiği
nokta şudur: Nefret ideolojisi bu koşulların içinde yayılmış ve insanlar, öteki
gördüklerini, kendi komşularını, akrabalarını, hatta aynı etnik gruptan
olanları bile bir tehdit olarak görmeye başlamıştır. Artık mesele kimin Hutu,
kimin Tutsi olmasından çıkmış, kimin hangi tarlaya ve kaynağa sahip olacağı
noktasına gelmiştir.
Belçika’nın sömürge
politikaları, Hutu ve Tutsi ayrımını kalıcılaştırarak bu krizi ideolojik bir
zemine oturtmuş; ama soykırımı hazırlayan esas zemin, toplumun hayatta
kalabilmek için kendi kendini tükettiği bir çevresel ve toplumsal çöküştür.
Şurası oldukça ilgi
çekici:
ABD, Fransa ve diğer
büyük güçler ya doğrudan çıkar kaygısıyla ya da siyasi isteksizlikle bu
katliama seyirci kalmıştır. ABD, Somali’de yaşadığı askeri başarısızlığın
ardından Afrika’daki müdahalelerden çekinmiş, soykırım sözcüğünü dahi
kullanmaktan kaçınmış ve Birleşmiş Milletlerin etkili kararlar almasını
engellemiştir. Fransa ise soykırım öncesinde Hutu rejimini desteklemiş, orduyu
eğitmiş ve silah sağlamış; soykırım sırasında ise düzenlediği müdahale,
katliamı durdurmaktan çok failleri korumakla suçlanmıştır. Birleşmiş Milletler
ve diğer ülkeler, bürokratik kaygılar ve çıkar hesapları nedeniyle sessiz
kalmış, yüz binlerce insanın göz göre göre katledilmesine engel olmamıştır.
Sonuçta Ruanda soykırımı, uluslararası sistemin çifte standardını en acı haliyle açığa çıkarmıştır.