4 Temmuz 2025 Cuma

Diamond’un Gözünden Ruanda: Kaynak Krizi, Nüfus Baskısı ve Çöküş


Diamond’un Gözünden Ruanda: Kaynak Krizi, Nüfus Baskısı ve Çöküş




Diamond’a göre Ruanda soykırımı yalnızca Hutu ile Tutsi arasında bir nefretin patlaması değildir. Asıl neden, nüfus yoğunluğu, kaynak yetersizliği ve toprak kıtlığı nedeniyle toplumun kendi içinde parçalanmasıdır. Ruanda, Afrika’nın en yüksek nüfus yoğunluğuna sahip ülkelerinden biri olarak gösterilir. Topraklar bölündükçe tarım yapılamaz hale gelir, insanlar temel ihtiyaçlarını karşılayamaz. Kıtlık, yoksulluk ve yaşam alanı kavgası sıradan insanların boğuştuğu gerçek sorunlardır.

Diamond’un altını çizdiği nokta şudur: Toplum öyle bir noktaya gelir ki; insanlar yalnızca öteki olarak gördüğünü (Tutsiler) değil, kendi içlerinden olan rakiplerini (Hutuler), komşularını, hatta akrabalarını bile hedef alır. Mesele artık etnik kimliğin ötesine geçmiş; hayatta kalma savaşı verilmektedir. Nefret ideolojisi bu ortamda hızla yayılır; kimin Hutu, kimin Tutsi olduğu kadar kimin hangi tarlayı alacağı, hangi kaynağa sahip olacağı önem kazanır. Açlık ve toprak kıtlığı, insanları birer ölüm makinesine dönüştürür.

Diamond’un yorumu, soykırımı ideolojik evet ama daha çok çevresel krizlerin ve sistemsel kaynak kıtlığının tetiklediği bir toplumsal çöküşün sonucu olarak görür. Ve bu nedenle soykırım sırasında Hutu’ların kendi aralarındaki hesaplaşmaları ve katliamları da bu sistemin ürettiği bir sonuçtur: Çünkü hayatta kalabilmek için komşunun tarlasını almak, onun ailesini ortadan kaldırmak bir araç haline gelmiştir.

Belçika, Ruanda’yı sömürgeleştirdikten sonra (1916’dan itibaren), yerel halk arasındaki etnik farklılıkları yönetim politikalarının merkezine yerleştirir. Aslında Hutu ve Tutsi kimlikleri, tarih boyunca birbirine karışmış, daha çok sosyal sınıf ve ekonomik statüyle ilişkili gruplardır. Ancak Belçika yönetimi, bu ayrımı biyolojik ve ırksal bir kategoriye dönüştürür.

Belçikalı yöneticiler, Tutsileri ; daha uzun boylu, daha ince yüz hatlarına ve kimi zaman daha açık ten rengine sahip oldukları gerekçesiyle—Avrupalılara yakın ve üstün bir ırk olarak görürler. Batılı ırk teorilerine dayalı bu bakış açısıyla, Tutsilere ayrıcalık tanıyan bir idari sistem kurarlar. Okullar, memuriyetler ve yerel yönetimler Tutsi seçkinlerin kontrolüne verilir.

Daha da önemlisi, Belçika 1930'larda kimlik kartı uygulamasını başlatır. Her bireyin kimlik kartında Hutu, Tutsi ya da Twa yazılır. Böylece esnek ve akışkan olan toplumsal gruplar, kalıcı ve değiştirilemez bir etnik kimliğe hapsedilir. Bu kimlikler bir yandan Tutsilere ayrıcalık verirken, diğer yandan Hutular arasında derin bir öfke ve ezilmişlik duygusunu biriktirir.

Belçika’nın kurduğu bu sistem, Hutu-Tutsi ayrımını keskinleştirir ve ileride soykırımın ideolojik ve sosyal altyapısını besleyen en önemli etkenlerden biri olur.

Aslında Diamond, Ruanda soykırımının ideolojik boyutunu görmekle birlikte, bu felaketin asıl nedenini çevresel ve yapısal sorunlarda arar. Ona göre soykırım yalnızca Hutu ile Tutsi arasında körüklenen bir nefretin değil; kontrolsüz nüfus artışı, kaynak yetersizliği ve toprak kıtlığı gibi derinleşen krizlerin sonucudur. Ruanda, Afrika’nın en yoğun nüfuslu ülkelerinden biri olarak giderek küçülen tarım arazilerinde barınmaya çalışmış; miras yoluyla bölünen topraklar, nesiller boyunca parçalanarak kimseyi doyuramaz hale gelmiştir. Gelir başına düşen gıda miktarı azalmış, kıtlık ve yoksulluk geniş halk kesimlerinin hayatta kalma savaşını belirleyen temel mesele haline gelmiştir.

Diamond’un işaret ettiği nokta şudur: Nefret ideolojisi bu koşulların içinde yayılmış ve insanlar, öteki gördüklerini, kendi komşularını, akrabalarını, hatta aynı etnik gruptan olanları bile bir tehdit olarak görmeye başlamıştır. Artık mesele kimin Hutu, kimin Tutsi olmasından çıkmış, kimin hangi tarlaya ve kaynağa sahip olacağı noktasına gelmiştir.

Belçika’nın sömürge politikaları, Hutu ve Tutsi ayrımını kalıcılaştırarak bu krizi ideolojik bir zemine oturtmuş; ama soykırımı hazırlayan esas zemin, toplumun hayatta kalabilmek için kendi kendini tükettiği bir çevresel ve toplumsal çöküştür.

Şurası oldukça ilgi çekici:

ABD, Fransa ve diğer büyük güçler ya doğrudan çıkar kaygısıyla ya da siyasi isteksizlikle bu katliama seyirci kalmıştır. ABD, Somali’de yaşadığı askeri başarısızlığın ardından Afrika’daki müdahalelerden çekinmiş, soykırım sözcüğünü dahi kullanmaktan kaçınmış ve Birleşmiş Milletlerin etkili kararlar almasını engellemiştir. Fransa ise soykırım öncesinde Hutu rejimini desteklemiş, orduyu eğitmiş ve silah sağlamış; soykırım sırasında ise düzenlediği müdahale, katliamı durdurmaktan çok failleri korumakla suçlanmıştır. Birleşmiş Milletler ve diğer ülkeler, bürokratik kaygılar ve çıkar hesapları nedeniyle sessiz kalmış, yüz binlerce insanın göz göre göre katledilmesine engel olmamıştır. Sonuçta Ruanda soykırımı, uluslararası sistemin çifte standardını en acı haliyle açığa çıkarmıştır.

 

 

 


Diamond’un Gözünden Ruanda: Kaynak Krizi, Nüfus Baskısı ve Çöküş

Diamond’un Gözünden Ruanda: Kaynak Krizi, Nüfus Baskısı ve Çöküş Diamond’a göre Ruanda soykırımı yalnızca Hutu ile Tutsi arasında bir nefr...