Ormanın Unutulmuş Dili
İnsan kendini ne zaman ormandan ayırdı?
Bu soru, insanın kendi ruhuna dönük bir çağrıdır.
Çünkü orman, sadece ağaçlardan oluşan bir varlıklar topluluğu değildir. Orman,
insanın ilk aynasıydı. Ve insan, o aynaya bakmayı bir gün bıraktı.
İlk bakışta bu ayrılış, konforun, teknolojinin ve
hızın cazibesine kapılmakla açıklanabilir. Ama asıl neden daha derinde yatıyor.
İnsan, kendine bakmaktan, köklerini görmekten, geçmişiyle yüzleşmekten yoruldu.
Ormanın aynasında kendi kırılganlığını, faniliğini ve sınırlarını görüyordu. Ve
bu, ona ağır geldi.
Oysa insanın hikâyesi, cennetle birlikte başladı.
Cennet, bir ormandı; dalları göğe değen, yapraklarıyla insanın çıplaklığını
örten ağaçlarla dolu bir diyardı. Orada zaman yavaş akardı, çünkü her şey anlam
içindeydi. İnsan, toprağa dokunarak yürür, suyun sesini duyumsayarak düşünürdü.
O günler geçti. Şimdi insan, kendini doğanın dışına koyan tek canlı oldu. Ne
yazık ki üstün olduğunu zannederken doğadan ayrıldığını fark etmedi.
Orman, hâlâ orada. Sakin, sabırlı ve derin. Ama biz
artık o dile yabancıyız. Orman konuşmaz ama anlatır. Dalların hışırtısı, bir
yaprağın yere düşüşü, bir tilkinin bekleyişi, geyiğin içtiği su… Hepsi birer
cümle. Hepsi birer öğreti. İnsan zihninin gürültüsünde bu cümleler kayboluyor.
Ormanda zaman başka türlü akar. Bir derenin sesi,
zamanı kıvrım kıvrım taşıyorsa da, bir ağacın gövdesinde yıllar boyunca
çizilmiş halkalar zamanın içimizde nasıl katlandığını gösterir. Ağaç yaşar; ama
görünmeden yaşar. Direnir, ama sessizce. Ağaç büyür; ama gösterişsiz. Ve her
şeyden öte, ağaç bağlanır. Kökleriyle toprağa, diğer ağaçlara ve geçmişe
bağlanır. Bu yüzden orman, birliğe ait bir varlıktır.
İnsansa köksüzleşti. Betonlar kök salmaz. Asfalt
hatırlamaz. Plastik konuşmaz. Ama biz, kendimizi onların içine yerleştirdik ve
bunu gelişme sandık. Halbuki uzaklaşmaydı bu. Kendi doğamızdan, iç sesimizden,
en ilkel ama en gerçek parçamızdan.
Köklerin hafızası vardır. Toprak her şeyi hatırlar.
Rüzgârın öfkesini, yağmurun sevincini, kuraklığın sessizliğini... Hepsini taşır
o kökler. Biz ise kendi acılarımızı unutmaya çalıştıkça, ruhumuzun hafızasını
silmeye çalıştık. Orman, bu yön duygusunu her hücresinde taşır. İnsan ise
pusulasız kaldı.
Gölgeyle barışık yaşar orman. Çünkü ışığın değeri
ancak gölgenin varlığıyla anlaşılır. Gölge, saklananın değil, korunanın
yeridir. Biz insanlar gölgemizden kaçtıkça aydınlığı da yitirdik. Oysa ormanın
içindeki karanlık, içerideki gözle anlam bulur.
Ormanın gecesi, yıldızlarla konuşur. O sessizlikte
yıldızların ağaca dokunuşunu hissedersiniz. Gecenin o derin sessizliği,
içimizdeki iyiliği büyütür. Bir ağacın altında, yıldızlara bakarken zaman
kaybolur. Sadece varlık kalır. Orman, bir hâl, bir bilinçtir ve bu bilinç, her
şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu hatırlatır.
Ormanlar, bize sabrı öğretir. Her şeyin zamanla
büyüdüğünü, hiçbir şeyin aceleyle yeşermediğini gösterir. Aynı zamanda
sınırlarımızı da öğretir. Bir ağaç, gökyüzüne uzansa da köklerinden kopmaz.
İnsan da öyle olmalıydı. Yükseklik tutkusu, köksüzlükle birleştiğinde yıkımı
getirir. Kalbimiz yeryüzünden kopunca, ruhumuz da sessizleşti.
Ormanlar, bize ‘‘biz’’ olmayı anlatır. Bir ağacın
düşen yaprağı başka bir canlının yemeği olur. Bir kuşun ötüşü başka bir kuşu
uyarır. Ormanda ben yoktur, biz vardır. Ama insan, doğanın dışında bir “ben”
icat etti. O ‘‘ben’’, ormanı duymak istemiyor. Çünkü ormanın şarkısı, birliği
yüceltiyor.
Bu şarkıyı yeniden duymak için susmamız gerekiyor.
Küçük bir fidanla ekerek, bir ağacın yaprağını
avuçlayıp ona teşekkür etmekle, çocuklara ormanı göstermekle başlayabiliriz.
Ormanın şarkısını duyan bir çocuk, dünyaya başka bir gözle bakar. Çünkü orman bedenimizi
de, ruhumuzu da besler.
Ormanlar yok olursa, aynı zamanda kendimizi kaybederiz.
Çünkü biz, ormanın unutulmuş diliyle konuşmayı bırakalı çok oldu.
Bir Yaprağın Düşüşü
Bir yaprağın düşüşü, sessizliğin içindeki en sade ama
en derin cümledir. Ne çığlık vardır ne de veda. Sadece kabul. Toprağa doğru
süzülen bir teslimiyet. Gözle görünmeyen, kulakla duyulmayan ama ruhla
hissedilen bir hareket. İnsan, bu düşüşte bir hayat dersi bulabilir ama çoğu
zaman bakmaz. Çünkü yaprağın düştüğü yerle kendi düştüğü yer arasında bir bağ
kurmak istemez.
Oysa yaprak düşerken korkmaz. Çünkü düşmek onun
doğasında vardır. İnsan da bir zamanlar bu döngüyü anlardı. Yaprağın ağaca,
ağacın köklere, köklerin toprağa, toprağın göğe bağlı olduğunu bilirdi. Her
şeyin bir bütün olduğunu… Ama sonra bir şey oldu. İnsan, zayıf görünmekten,
yere yakın olmaktan, teslim olmaktan korktu. Gücünü görünüşe bağladı. Ve
böylece düşmek, onun için bir eksiklik oldu.
Yaprak, ağacın suskun vedasıdır. Ama aynı zamanda yeni
bir başlangıcın habercisidir. Düşen yaprak, ağacın hafifleyişidir. Bir yükten
kurtuluş, bir yenilenmeye hazırlıktır. Oysa biz insanlar, tutunmayı bir erdem
saydık. Bırakmayı unutmuşuz meğer. Elimizde tutulanların çoktan solmuş olduğunu
fark edemeden, eskiyi yitirmemek uğruna kendimizi tüketmişiz.
Yaprak, yerle temas ettiğinde toprağa karışır. Ve bir
süre sonra, orada yeni bir filizin besinine dönüşür. Bu kadar basit ve bu kadar
bilgecedir onun döngüsü. Peki ya biz? Yitirdiklerimizi neye dönüştürüyoruz?
Acılarımızı hangi yeni başlangıca çevirebiliyoruz? Yoksa düştüğümüzde orada
kalıyor ve düştüğümüz yeri suçlamaya mı başlıyoruz?
Bir yaprağın düşüşünü izlemek, zamanla barışmaktır
aslında. Geçiciliği kabul etmektir. Ne hazanla savaşır ne rüzgâra direnir.
Sadece olur; olmak bazen gidebilmektir. Gitmenin zarafetini, düşmenin
sadeliğini bize hatırlatan her yaprak, unutulmuş bir öğretiyi taşır.
Yaprak yere değdiğinde, doğa susar. O sessizlik, bize
bir şey söylemek ister: Her şey yerini bilir. Ve her şey zamanında olur. Ne
erken, ne geç. Ne fazla, ne eksik. İnsan bu sesi duymak için yavaşlamalıdır.
Zihnindeki gürültüye ara vermeli. Belki de bir yaprağın düşüşünü ilk kez izler
gibi izlemeli.
Bir çocuk, ilk kez düşen bir yaprağın peşinden koşar.
Ona büyü gibi gelir. Ama büyüdükçe, bu büyüyü unutur. Yaprak sadece temizlik
zahmetidir artık. Bir süpürgeyle kenara itilecek bir fazlalık. Oysa çocuk hâlâ
hakikati görür. Düşen yaprağın içinde bir hikâye okur.
Biz insanlar yeniden o hikâyeyi okuyabilir miyiz?
Belki.
Eğer durur ve sadece bir yaprağın düşüşünü izlersek.
Toprakla Konuşmayı Unutan İnsan
Toprak konuşur. Ama biz onu duymayı unuttuk.
Bir zamanlar çıplak ayaklarımızla bastığımız,
ellerimizle kazdığımız, kalbimizle hissettiğimiz toprak... Şimdi o, bizim için
yalnızca bir yüzey. Altına gömdüğümüz betonlar, üstüne kurduğumuz kentler,
üzerine bastığımız ama bir daha asla gerçekten temas edemediğimiz bir uzaklık
hâline geldi.
Toprak, bir anne gibi dinlerdi bizi. Her düşüşümüzde
sarardı bedenimizi. Her adımda hafızasına bir iz işlerdi. Ama artık biz
toprağın üzerine basarken onu hissetmiyoruz. Sadece geçiyoruz. Aceleyle,
düşünmeden, fark etmeden.
İnsan toprağa eğilmekten utandı. Oysa toprağa eğilmek,
alçalmak değildir, bağ kurmaktır. Çünkü oradan geldik. Çünkü bedenimizin özünde
toprak vardır.
Toprak anlatırdı. Suyun nerede olduğunu, ağacın nasıl
yaşadığını, hangi mevsimin yaklaştığını… Bir çatlakta kuraklığı, bir nemde
yaşamı gösterirdi. Ama biz hep gökyüzüne baktık. Yukarıyı kutsadık, aşağıyı
unuttuk. Oysa köklerimiz aşağıda, orada büyüyordu.
Toprak susmaz. Sadece artık bize cevap vermiyor. Çünkü
biz artık soru sormuyoruz. Soru sormak için eğilmek, göz hizasını değiştirmek,
sabırla beklemek gerekiyor. Ama sabır, bizim en çabuk vazgeçtiğimiz şey oldu.
Toprakla konuşmayı unutan insan, kendi iç sesiyle de
konuşamaz olur. Çünkü toprağın diliyle ruhun dili arasında bir bağ vardı.
Sessizlikle kurulan bir bağ. Oysa şimdi her yer gürültü. Ve toprak gürültüyü
sevmez.
Bir ağacın altında oturmak hâlâ mümkün. Ama oturan
kişi, yalnızca gölgede dinlenmekle kalırsa, o dilin ucuna bile dokunamaz. Oraya
kalbiyle gelen, eliyle dokunan, sabırla bekleyen insan ancak o dili duymaya
başlar. Çünkü toprak bir bilgeliktir. Her şeyi içine alır ama hiçbir şeyi
unutmaz. Ona dökülen gözyaşı da, düşen yaprak da, bastığımız yerde oradadır
hâlâ.
Toprağın dili yoksa, insanın da dili eksiktir. Çünkü
sözcüklerin anlamı, aidiyetle güçlenir. Ve insan, toprağa ait olduğunu
unuttuğunda yalnızlaşır.
Ama hâlâ geç değil. Hâlâ eğilip bir çiçeğin köküne
dokunabiliriz. Hâlâ çıplak ayakla yeryüzüne basabiliriz. Hâlâ toprağa bir tohum
bırakabilir, onunla yeniden konuşmaya başlayabiliriz.
Rüzgârın Öğrettiği Sessizlik
Rüzgâr konuşmaz. Ama bir dili vardır.
Kimi zaman bir ağacın yaprağında yankılanır, kimi
zaman bir çiçeğin boynunu bükerek fısıldar. Ve biz insanlar, çoğu zaman o dili
anlamak bir yana, fark etmeyiz bile. Çünkü kulaklarımız sesi yüksek olana
alışmış, ruhumuz sessizliğin içindeki mesajları duyamayacak kadar gürültüyle
sarılmış.
Oysa rüzgâr, en yalın öğretmenlerden biridir.
Sessizce gelir. Ne selam verir ne de izin ister. Ama
geldiğinde bir şeyleri değiştirir. Tozu kaldırır, kurumuş yaprakları savurur,
bazen dalı sarsar. Ve her geçişinde bir iz bırakır. Ama o iz görünmezdir.
Kalpte olur. Ruhta olur. İçte olur.
Rüzgâr, sessizliğin hareketidir. Durağan olanın
üzerine düşen bir hatırlatmadır. Ve aslında, rüzgârın estiği her an, şimdinin
farkındalığını taşır. O nedenle rüzgâr bir çağrıdır; kendimize dönmeye, içimizdeki tozlu rafları
silmeye, yüreğimizde savrulan yaprakları toplamaya davettir.
İnsan rüzgârla yürüyemez. Ona karşı koşmaya çalışırsa
yorulur. Teslim olursa dinginleşir. Rüzgârla dans eden ağaçlar gibi… Onlar
direnmez. Bükülürler ama kırılmazlar. Ve biz insanlar, rüzgârın bize ne
öğrettiğini hatırlamak istersek, ağaçlara bakmalıyız.
Sessizlik sadece susmak değildir. Sessizlik, içten
gelen bir kabul hâlidir. Rüzgâr bu kabulü öğretir. Bir şeyleri söylemeden
anlatmanın, dokunmadan tesir etmenin mümkün olduğunu hatırlatır. Oysa biz
sözle, hükümle, gürültüyle yaşar olduk. Her şeyin adı olsun istedik. Oysa
rüzgâr, isimsizdir. Yine de unutulmaz.
Bir tepenin yamacında rüzgârı yüzünde hisseden biri,
geçmişin bütün yükünü bir anda hafifletebilir. Çünkü rüzgâr alır, götürür.
Bazen bir pişmanlığı, bazen bir kırgınlığı. Ama sadece gerçekten bırakmaya
hazır olanın elinden alır; teslim olanın yanındadır rüzgâr.
Rüzgârın dili zamanın dışındadır. O bize geçmişi
anlatmaz, gelecek hakkında konuşmaz. Sadece o an vardır onunla. Şimdi. Ve bu,
en çok unuttuğumuz şeydir. Şimdide kalmak. Rüzgârın estiği anla bir olmak.
Belki de yapmamız gereken tek şey, sessizce durup
rüzgârın üzerimizden geçmesine izin vermek. Onunla savaşmadan, onu anlamaya
çalışmadan... Sadece hissetmek. Çünkü bazı şeyler hissedilerek öğrenilir.
Rüzgârın öğrettiği sessizlik gibi.