Johann Wolfgang von Goethe / Genç Werther’in Acıları
Kalbin Taşıyamadığı Hakikat
İnsan bazen birini sever ve bu sevgi bir ömre sığmaz. Johann
Wolfgang von Goethe’nin Genç Werther’in Acıları adlı eseri, yalnızca bir
aşkın hikâyesini anlatmaz; burada kalbin sınırlarında gezinen, ruhun derin
yaralarına dokunan bir içe bakış vardır. Werther’in kalbi bir kadına duyduğu
aşkı, dünyayı, anlamı ve insanlığı yüklenmeye kalkar, bu yük de ona ağır gelir.
Werther’in hikâyesi, ilk başta doğanın ortasında başlayan yumuşak bir düş gibi görünür. Ama çok geçmeden Goethe, o düşü elinden çeker okurun. Yerine kırılgan bir ruhun çırpınışlarını, insanın anlaşılma arzusunu, kaygan bir iç dengeyi koyar. Çünkü Werther’in yaşadığı şey, bir kalp çarpıntısından öte, bir anlam arayışıdır. O, Lotte’nin gözlerinde, özlemini duyduğu bir saflığı, bir sıcaklığı, belki de çocukluğunun kayıp göğünü görür. O yüzden Lotte’nin varlığı, Werther’in tutunduğu tek zemindir, fakat dünya, böyle bir zemine sahip çıkmaz. Gerçeklik, hayalleri göğsünde barındırmaz. Lotte, bir düşün kişileşmiş hâli olmaktan çok, kendine ait bir iradeyle, geçmişle, sorumlulukla yoğrulmuş bir insandır. Albert’le birlikte oluşu, yalnızca mantığın ürünü sayılmaz; kalbin sessizce kabullendiği bir düzenin devamıdır. Lotte kendi kararlarıyla ayakta durmaya çalışırken, Werther hayallerinin içinde tutunacak bir el arar. Aradığı, bir kucaktan çok bir anlamdır.
Goethe burada parlayan bir gözdür: Karakterlerini ahlak
cetveline dizmez. Lotte ne tamamen lekesiz bir figürdür, ne de kalbin
pusulasını saptıran biridir. Zaman zaman Werther’in duygularına cevap vermesi,
onu içsel bir boşluğun içinde yönsüzleşen bir kalbe taşır. O kalp, kimi zaman
bir bakışta, kimi zaman bir kelimenin için gizlenir, kimi zaman da susar; ama
bu suskunlukta bile bir çağrı vardır.
Albert ise yalnızca bir rakip olarak belirip, kaybolmaz. O,
aklın, düzenin, toplumun sağduyulu sesi gibidir. Werther’in gözlerinde onun
yeri, engel olmaktan çok bir sınır çizgisi oluşturur. Ve bu sınır, Werther’in
ruhuna yabancıdır. O, sezgiyle, tutkuyla, coşkuyla yaşayan bir kalptir; Albert
ise ölçülü, kontrollü bir sadakati tercih eder. Ve bu tercih, Werther’in
gözünde bir uzaklık yaratır, sessizliğiyle Werther’in yalnızlığı daha da derinleşir.
Werther’in çıkmazı, yalnızca kalbin kırılmasıyla sınırlı
kalmaz, bu çıkmaz, hayatla kurulan tüm bağların gevşemesiyle derinleşir. Bir
noktadan sonra Werther, Lotte’yi de, kendini de yitirir. Sevdiği kadının
elinden kayıp gidişi, onun içindeki dünyanın da parçalanmasına yol açar.
Sonunda önünde iki yol belirir: Ya dışsal engeli ortadan kaldıracaktır ya da
kendi iç sancısına teslim olacaktır. Ve o, ikinci yolu seçer.
Goethe, Werther’in ölümüyle sadece bir son çizmez. Onun
sabaha dek sürüp giden can çekişmesi, bir iç parçalanmanın iz düşümüdür. Kalbin
atmaya devam ettiği ama artık hiçbir anlam taşımadığı bir zamandır o süre.
Werther’in seçimi, bir kurtuluş olmaktan çok, varlığın dayanamayacak kadar ağır
geldiği anın sonucudur.
Ölüm bile ona huzur getirmez. Dönemin dini kuralları,
intihar edenin ardından tören yapılmasına izin vermez. Werther, yaşamda olduğu
gibi ölümde de yalnız bırakılır. Onun duyulmayan çığlıkları, toprağın altında
da susturulmuştur. Dünya, kendi kalıplarına sığmayan bu ruhu yaşarken de,
öldükten sonra da dışarıda bırakmıştır.
Ossian’ın Colma’nın Şarkısı, Werther’in iç dünyasının
yankısı gibidir. Kaybedilen bir aşkın ardından gelen yas, aşkın ve ayrılığın bütün
varlığını anlatır. Ossian’ın dizeleri, Werther’in içindeki karanlıkta
yankılanır. Bu dizeler, bir kaybın ardından tutulmuş yasın, kendini anlamaya
çalışan bir ruhun çırpınışlarıdır. Melankoli, Werther’in içinde gelip geçen bir
duygu olmaktan çok, onun dünyaya bakış biçimidir; orada huzur yoktur ama
hakikat vardır.
Goethe, aşkı bir oyun olarak sunmaz. Onun kaleminde aşk,
insanın kendine açıldığı, kırıldığı, çoğu zaman da kaybolduğu bir alandır.
Lotte’nin ikilemi, Werther’in sarsılışı ve Albert’in her şeyi bildiği hâlde
susması, insan doğasının her biri farklı yönlerini gösterir. Werther’in
hikâyesinde her okur kendi içindeki gizli bir kapıdan geçer. Çünkü hepimiz bir
zamanlar birine sarılıp kendimizi bulacağımızı sandık.
Goethe’nin Werther’i bir aşk romanından çok daha fazlasıdır.
Bu eser, zamanın tozunu üzerinden silkip hâlâ kalbimizin orta yerine oturur; çünkü Werther’in acısı, yalnızca ona ait kalmaz. O, artık hepimizin içinde yaşayan
bir soruya dönüşür: Sevdiğimiz kişi miydi, yoksa içimizde ona yüklediğimiz anlam
mıydı asıl kaybettiğimiz?
Werther, kendini anlatmak isteyen bir kalbin, dünyanın
duvarlarına çarpa çarpa parçalanmasını dile getiren bir suskunluktur;
kelimeleriyle seslenir ama asıl anlatmak istediği, kelimelerin taşıyamadığı bir
iç acının çığlığıdır; doğanın yeşiliyle, göğün mavisiyle avunmak ister fakat
bunların geçici huzurundan sonra, içindeki fırtınanın yine de dinmediğini
hisseder; çünkü o, insan olmanın yükünü, kendine ait olmayan bir aşkla, kendi
içinde çözülmeden bırakılmış binlerce soruyla taşımaktadır.
Mektuplarında bir sığınak arar; yazarken nefes almak ister; fakat bu nefes, bazen bir hatıra olur, bazen bir dokunuşun yokluğu, bazen de karşılıksız bir bakışın ardından gelen sessiz kırılmadır; hayran olduğu Lotte’nin varlığıyla şekillendirdiği duygular, zaman geçtikçe bir kadına duyulan özlemden çok, bir dünyaya duyulan ait olamama hissine dönüşür.
Albert, düzenin, mantığın ve toplumsal onayın bir temsili
olarak durur karşısında; onun varlığı, Werther’in içindeki tüm çığlıkları
bastırmaya çalışan bir duvar gibidir; fakat bu duvar her gün biraz daha
yükselir, Werther’in nefesini keser; Lotte’nin gözlerinde umut görmek isterken,
her defasında sınırları hatırlatılır; hissettiği şeyin ağırlığı, sıradan
karşılıklarla hafifletilemeyecek kadar derindir.
Gün gelir, zamanın içinde sıkışır kalır; ne ilerleyebilir,
ne geri dönebilir; içinde kıpırdayan o büyük suskunluk, her an biraz daha
büyür, derinleşir; onun için aşk, yakınlık arzusu, yaşamaya dair bütün
anlamların sığındığı tek alandır; bu alan daraldığında, içinde bulunduğu dünya
da çöker; çünkü onun için Lotte, bizzat hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu
soluktur.
Werther, intiharı bir kaçış olarak düşünmez; aksine,
yaşamanın artık bir anlam taşımadığı noktada alınan son karardır; bu karar, bir
tükenmişliğin, içi boşalan bir dünyanın merkezine bırakılmış bir suskunluğun
yansımasıdır; çünkü anlatmaya çalıştığı ne kadar çok şey varsa, duyulmadığında
o kadar ağır gelir, o kadar çok ezer insanı.
Kalemle çizilen bir kaderin, toplumsal rollerin dar
kalıplarıyla şekillendirilmeye çalışıldığı bir zamanda, Werther yalnız kalır; kimse
onun duygularının derinliğine bakmaya, onun gözlerinde yanan sessiz ateşi
anlamaya yanaşmadığından; onun gidişi, bir vedadan çok, var
olamamanın içe doğru kıvrılmış son hâlidir.
Cenazesinde bir dua okunmaz, bir ağıt yakılmaz; ölümünde
bile yargılanır, çünkü yaşarken anlaşılmamış bir ruh, öldüğünde de topluma ait
sayılmaz; ama Werther’in ardından kalan her cümle, yeryüzünde anlaşılmayı
bekleyen bir kalbin sessiz çağrısı olarak kalır; bu çağrı, hâlâ bir yerlerde
duyan varsa, belki bir gün cevabını bulur.