18 Nisan 2025 Cuma

Sabahattin Ali / Çakıcı'nın İlk Kurşunu: Eşkıyalık, Adalet ve Toplumsal Hafızanın Derin Katmanları / Eşkıyalığın Çeperinde Adalet: Tarihin Gölgesinde Bir Kavram

 


Sabahattin Ali / Çakıcı'nın İlk Kurşunu: Eşkıyalık, Adalet ve Toplumsal Hafızanın Derin Katmanları

Eşkıyalığın Çeperinde Adalet: Tarihin Gölgesinde Bir Kavram

Eşkıyalık, tanımı kolay, anlamı karmaşık bir kelimedir. Birinin hırsızı olan insanlar, ötekinin kahramanı olabilir. Kimi zaman bir dağın doruğunda isyan; kimi zaman köylünün sofrasında pay edilen ekmektir. Eşkıyalık; ne yalnızca silaha davranmak ne de sadece devlete baş kaldırmaktır. Eşkıyalık, adaletin kaybolduğu yerden çıkan bir çığlıktır. Ve her çığlık gibi; yankılandığı dağlara göre anlamı değişir.

Bu kavram üzerine yüzyıllardır iki ayrı dünyanın sesi yükselir. Bir yanda eşkıyalığı suçun karanlığına itenler vardır: düzeni tehdit ettiğini, korku saldığını, halkın malına göz diktiğini savunanlardır bunlar. Onlara göre eşkıyalık; toplumsal barışın altını oyan, zayıf devletlerin sığındığı bir acizliktir. Öbür yandaysa eşkıyalığı bir halk direnişi, bir ahlaki kalkışma, bir iç hukuk olarak görenler bulunur. Onlar eşkıyalığı, toplumsal bir hatırlatma olarak okurlar: “Adaleti siz vermezseniz, biz alırız,” diyenlerin sesi…

Fernand Braudel, bu ikinci sesin tarihsel yankısını duyanlardandır. Ona göre eşkıyalık, göz ardı edilmiş küçük insanların büyük dünyaya atılmış bir işaret fişeğidir. Araştırılmayan, tanınmayan, unutulmuş olanın varlık bildirisi... Eşkıya, zulmün olduğu yere doğar; onun adımları, devletin görmezden geldiği yerlere basar. Çünkü güçlüler tarih yazar, ama ezilenler ancak eylemlerle iz bırakır.

Braudel’in ardından Eric Hobsbawm, bu sesi daha da belirginleştirir. Toplumsal eşkıyalık kavramını literatüre kazandırırken, eşkıyayı halkın gözünde bir kahraman, bir adalet yürütücüsü olarak tanımlar. Hobsbawm’a göre bu tür eşkıyalar; halkla beraber yaşar, onların dilini konuşur, sofralarına oturur ve onların duasıyla yaşar. Zenginden alır, yoksula verir; düşenin yanında, zulme uğrayanın önünde durur.

Bu eşkıya tipi, tarih boyunca kimi zaman bir dağ köyünde zeybek olur, kimi zaman bir türküde adını unutturmayan bir figür. Kimi zaman Osmanlı coğrafyasında Çakırcalı Mehmet, kimi zaman Latin Amerika’da Pancho Villa... Ancak ne adları ne yerleri bu gerçeği değiştirmez: onlar, devletin yasasının olmadığı yerde halkın vicdanına göre hareket edenlerdir.

Yine de Hobsbawm, bir hakikatin altını çizer: Bu eşkıyalar, halktan çalmaz. Hatta istemeden zarar verseler bile, bu zarar düzenin kendisinin verdiği zararla kıyaslandığında bir su damlası gibi kalır. Bu yüzden onların eşkıyalığı, bir ahlaki duruşa; hatta zamanla bir halk ideolojisine dönüşür.

 

İstibdattın Gölgesinde Büyüyen Bir Vicdan: Siyasal Arka Plan

Sabahattin Ali’nin ‘‘Çakıcı’nın İlk Kurşunu’’ hikâyesi, sadece bireysel bir öfkenin hikâyesi değildir. O kurşun, bir çocuğun babasına duyduğu hasretle, halkın içine işlemiş, yıllardır dinmeyen bir zulmün yüküyle sıkılmıştır. II. Abdülhamit döneminin baskıcı yönetimi yalnızca muhalifleri susturmakla kalmamış; aynı zamanda toplumsal vicdanı kurutan bir çöl gibi yayılmıştır. İstibdat, kanunları olan ama adaleti olmayan bir düzenin adıdır bu hikâyede.

Bu karanlık düzende mütegallibe denilen yerel zorbalar, halkın boynuna ip gibi dolanır. Rüşvetle satın alınmış makamlar, jandarma komutanlarının, kaymakamların, müddeiumumilerin zenginler tarafından himaye edilmesini sağlamıştır. İstibdat düzeni, halkı korumak yerine halktan korunan bir yapıya bürünmüştür. Adalete ulaşmak için açılan her kapı, ardına kadar mütegallibenin ardına kapanmış; yoksulun elinde ise yalnızca suskunluk kalmıştır.

Mehmet, bu suskunluğun içinde büyür. Onun babası Çakırcalı, bu karanlığın içinde doğmuş bir yıldırımdır. Ama Mehmet, yıldırımdan sonra gelen sessizliğin çocuğudur. Babasının kahpece öldürülüşüne tanık olurken; anası dipçikle dövülürken, evleri yağmalanırken, kendisi zincirlenirken susar. Çünkü konuşmak ona yasaklanmıştır. Yalnızca bir kurşunla konuşabileceğini, yıllar sonra öğrenecektir.

Bu düzen içinde Mehmet’in attığı kurşun, sadece bir katili hedef almaz. Aynı zamanda istibdat düzenini, onun çürümüşlüğünü ve adaletsizliğini hedefler. Sabahattin Ali, burada Çakıcı’nın kurşununu sembolik bir direniş aracı olarak sunar. Ödemiş’te patlayan o ilk ses, bir hayatı, bir düzeni hedef alır; Sabahattin Ali’ye göre, bu ses  istibdattın saray duvarlarına kadar ulaşır.

Çakıcı'nın hedef aldığı düzen, sadece Abdülhamit'in kişiliğinde cisimleşmez. O düzen, zulmün kurumsallaştığı, adaletin ise yerleşemediği bir yapının bütünüdür. Saltanat, saraylarda, köy kahvelerinde, mahkeme salonlarında, jandarma karakollarında da hüküm sürmektedir. Ali’nin bakışında bu yapıya karşı durmanın meşruiyeti, halkın suskunluğunu delen her sesle birlikte daha da büyür.

 

Toplumsal Hafıza: Ezilenlerin Sessiz Çığlığı

Sabahattin Ali’nin kaleminde halk, edilgen bir kitle olmaktan çıkar. Çakıcı Mehmet’in hikâyesi, halkın belleğinde taşınan suskun çığlıkların ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Türkülerde, ağıtlarda, bakışlarda yankılanan o sessizlik, Mehmet’in silâhında vücut bulur. Bu yüzden attığı kurşun unutulmaya zorlananların hatırlanma çabasıdır.

Çakıcı'nın halk nezdindeki itibarı, hakkını arayan bir mazlum olarak yeşerir. O, köylünün çalınan buğdayının, gelinin bozulmuş çeyizinin, okul hayali kuran çocuğun sesi olur. Bu figürün gücü adaletsizlik karşısındaki kararlılığından gelir.

Sabahattin Ali, bu anlatıyı yalnızca bireysel bir kahramanlık destanı olarak kurmaz. O, Çakıcı’nın yaşadıkları üzerinden kolektif bir vicdanı dile getirir. Ezilmişlerin, ötelenmişlerin, hor görülmüşlerin ortak hikâyesi, bu karakterde yeniden yazılır. Ve bu yazım, kalemle, kanla, terle, suskunlukla yapılır.

Toplumsal hafıza, anlatılanlarla da anlatılamayanlarla da şekillenir. Çakıcı’nın geçmişi, bu suskunluğun tarihidir. Babasının ölümünden sonra her gün biraz daha büyüyen öfkesi, halkın içinde kök salmış adaletsizlikle birleşir. Bu birleşme, onu birey olmaktan çıkarır; halkın yürüyen vicdanı hâline getirir.

Psikolojik Derinlik: Kurşunun Ardında Gizlenen Çocukluk

Sabahattin Ali'nin çizdiği Çakıcı Mehmet Efe portresi, bir eşkıyanın, aynı zamanda ruhu erken yaşta dağlanmış bir çocuğun hikâyesidir. On altı yaşındaki Mehmet, babasının siluetinden devraldığı yarım kalmış ömrün yüküyle yürür. Henüz hayatla tanışamadan, hayatın karanlık yüzüyle tanışmak zorunda bırakılmıştır. Bir çocuğun iç dünyasında yeşermesi gereken masumiyet, onun gözlerinde yerini suskun bir öfkeye, sabırlı bir kararlılığa bırakmıştır.

Bu dönüşüm, yalnızca toplumsal şartların dayattığı bir mecburiyet değildir. Aynı zamanda bir iç hesaplaşmadır. Mehmet’in içinde taşıdığı duygular yalnızca kin ya da intikam duygusu da değildir. O aynı zamanda babasının anısına duyduğu derin sevgiyle, anasının maruz kaldığı zulme duyduğu acıyla, kendi varlığının değersizleştirilmesine karşı hissettiği dirençle örülmüştür.

Mehmet’in ilk kurşunu sıkarken hissettiği duygu, bu sessizliğin konuştuğu andır. Dışarıdan soğukkanlı, hatta belki ürkütücü bir kararlılık gibi görünen davranışı, aslında içsel olarak yavaş yavaş örülmüş bir suskunluğun patlamasıdır. Kurşun, yıllarca bastırılmış, hor görülmüş, susturulmuş bir çocuğun içindeki karanlığa sıkılmıştır.

Sabahattin Ali, Mehmet’in psikolojik dünyasını çizmekte ustaca davranır. Onun sertliği, hayal kırıklıklarının birikiminden gelir.

Çakıcı’nın ormanda sessizce yürümesi, içsel bir arınmanın başlangıcıdır;  o, adaletsizliğe karşı kurşun sıkan biri olmaktan çok, kendi içinde adaleti yeniden kurmaya çalışan biridir.

Ve her eşkıyanın içinde bir çocuk vardır. Bazen annesinin dizine başını koymak isteyen, bazen okula gitmeyi hayal eden, bazen de bir defterin ilk sayfasına ismini yazmak isteyen bir çocuk... Mehmet’in hikâyesi, o çocuğun sonsuza dek kaybolduğu yerden başlar.

Zeybeklik Ahlakı

Zeybeklik, bir yaşam biçimi ya da yöresel bir kimliktir; aynı zamanda ahlaki bir duruş, bir halk vicdanının ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Çakıcı Mehmet Efe, bu duruşun en sembolik örneklerinden biri olarak karşımıza çıkar. Onun eşkıyalığı, düzenin hukukundan umudu kesmiş bir halkın kendi adaletini arama biçimidir. Ancak bu adalet, her yolun mubah sayıldığı bir hınç değildir. Onun içinde bir ölçü, bir sınır, bir ahlak vardır.

Sabahattin Ali, Çakıcı’nın karakterinde bu zeybeklik ahlakını derinlemesine işler. Onun silahı yalnızca düşmana çevrilir, mazluma değil. Kadınlara, çocuklara, yoksullara uzanan eller, hangi taraftan gelirse gelsin cezalandırılır. Deli Mehmet’in bir köylü kızına göz koyması karşısında verdiği sert tepki, yalnızca kişisel bir öfkeyi barındırmaz. Bu bir ilkedir: ‘‘Irz düşmanı, Çakıcı’nın arkadaşı olamaz.’’

Bu söz, bir yemin kadar sarsılmaz, bir kural kadar bağlayıcıdır. Çünkü zeybeklik, zulme karşı başkaldırırken, kendi içinde zulme benzememeye de ant içmiştir.

Çakıcı, zeybeklerin içinde bir denge unsuru olarak belirir. Kamalı Efe, Gavur İmam, Gökdeleli gibi çeteler halka korku salar, adalet değil baskı getirirken; Çakıcı onları, sapmış adaletin simgeleri olarak görür; bu nedenle onları hedef alır, cezalandırır, ortadan kaldırır. Zeybeklik onun için dağlarda özgürce dolaşmak; dağın yükünü, halkın yüküyle eşitlemektir.

Zenginden alıp yoksula vermesi, bir vicdani düzeltmedir; padişahın kuramadığı düzeni, onun eksikliğini hissederek kendi ilkeleriyle kurar. Ve her adımında şu bilinç vardır: Güç, sorumluluk doğurur. Kurşun yalnızca hedefi vurmaz; doğrultulduğu yön, ahlaki bir tavrı da gösterir.

Zeybeklik, bu yönüyle Çakıcı’da bir isyandan çok bir inşaya dönüşür. Yıkmak için değil, iyileştirmek için dağlara çıkan bir adamın hikâyesi olur. Ve bu inşa, yalnızca köprüyle, mekteple sınırlı kalmaz; en çok vicdanda, en çok kalpte yankı bulur.

Kadınlar, Çocuklar ve Sessiz Mazlumlar

Sabahattin Ali’nin hikâyesinde kadınlar, çocuklar ve sessiz mazlumlar; eşkıyalığın hangi safta durduğunu belirleyen pusulalardır. Her eşkıya öyküsünün sonunda bir meydan, bir kavga, bir kurşun vardır belki ama başlangıcında çoğu zaman bir anne çığlığı, bir çocuk ağlayışı ya da bir kadının bastırılmış sesi vardır.

Çakıcı Mehmet Efe’nin öfkesi, doğrudan bu bastırılmışların yankısıdır. Evinin basılıp kadınların dipçikle dövülmesi, bir annenin çığlığının karakolun taş duvarlarında boğulması, bir çocuğun sırf babasının adı yüzünden hapsedilmesi… Bütün bu adaletsizlikler, halkın yaşadığı kolektif travmanın sahneleridir.

Çakıcı, bu mazlumların adına yürür. Onun hedefi yalnızca mütegallibe ya da istibdattın yozlaşmış görevlileri değildir. O, sistemin çarkları arasında ezilen her bir sesi işitir. Çeyizi olmadığı için evlenemeyen genç kız, hasta olduğu hâlde bakıma ulaşamayan köylü, okul hayali kurup da bir tahta sıraya hiç oturamamış çocuk… Onun vicdanında yolunu aydınlatan kandillerdir.

Eşkıyalık bu yönüyle Çakıcı’da bir halk pedagojisine dönüşür. Çünkü o, yalnızca malları paylaştırmaz; adaleti de yeniden dağıtır. Köylerde kız çocuklarının eğitimine destek olur, yoksul evlerin mutfağına sıcak çorba götürür, çaresizlerin seslerine kulak verir.

Sabahattin Ali, bu figürleri yazarken onların üzerinden kendi inançlarını da işler. Ona göre bir toplumda herkesin, özellikle kadınların ve çocukların insanca yaşama, eğitim görme ve onurlu biçimde var olma hakkı vardır. Padişahın bu hakkı sağlayamadığı yerde, bir eşkıyanın sorumluluk üstlenmesi, toplumun ne kadar yalnız bırakıldığının da bir göstergesidir.

Çakıcı’nın en çok üzerinde durduğu konulardan biri eğitimdir. Okuyamamanın ne demek olduğunu bizzat yaşamış biri olarak, çocukların okul hayallerini gerçekleştirmek için dağlardan mektepler inşa ettirir. Bu, bir kurşunun bile yıkamayacağı kadar güçlü bir direniştir: cehalete karşı vicdanın yükselttiği bir okul binası.

Mazlumların hikâyesi, Çakıcı’nın yürüdüğü her yolda yankılanır. Onun adımları, dağları, vicdanları da titreten bir efsaneye dönüşür.

Efsaneleşen Ölüm: Tarih Kimin Kalemiyle Yazılır?

Çakıcı’nın ölümü, bir hayatın sonu olmaktan çok bir anlatının başlangıcına dönüşür. Sabahattin Ali’nin kaleminde bu ölüm, efsanenin tarihe kafa tutmasıdır. Çünkü onun ölümü, bedenin toprağa karışmasıyla, halkın belleğinde kök salan bir direnişin ölümsüzleşmesidir.

İstibdat düzeni, bir eşkıyayı öldürerek düzen kurduğunu sanır. Oysa bazı ölümler vardır ki yaşayanlardan daha çok şey anlatır. Çakıcı, başı kesilmiş bir ceset olarak bırakılır, Anzavur’un askerleri onun gövdesine bakar ama anlamaz; çünkü o beden, halkın öfkesiyle, suskunluğu ile, hayaliyle örülmüş bir semboldür artık.

Sabahattin Ali, bu sahneyi yazarken yalnızca dramatik bir etki kurmak istemez. Asıl derdi, tarihin nasıl yazıldığını, kimlerin kahraman ilan edildiğini ve bu kahramanlıkların ardında hangi karanlık hesapların yattığını sorgulamaktır. Çakıcı’yı öldürenler, bir zafer nişanesi gibi kalpaklarını değiştirirler. Oysa zafer, gerçek olmayan gösterilerle ilan edilmiştir.

Kurşunun Ardında Kalanlar

Sabahattin Ali’nin “Çakıcı’nın İlk Kurşunu” adlı anlatısı, susturulmuş halkın, hor görülmüş çocukların, suskun kadınların, çiğnenmiş adaletin hikâyesidir. Kurşun, yalnızca bir can almaz; bir sistemin kalbine saplanır. Ali’nin Çakıcı’sı, ne bütünüyle bir kahramandır ne de sadece bir suçlu. O, zamanın içinden geçip gelen bir vicdan yüküdür.

Hikâyede padişahın baskısı, halkın çaresizliğiyle birleştiğinde doğan boşluğu, bir dağdan yükselen ses doldurur: Çakıcı’nın sesi. Bu ses, yapmanın, onarmanın, inşa etmenin sesidir. Eğitim, adalet, eşitlik… Bunları sağlayamayan bir düzenin karşısında, elindeki martiniyle ama yüreğindeki merhametle yürüyen bir adam çıkar karşımıza.

Sabahattin Ali bu öyküyle bize yalnızca tarihsel bir kesit sunmaz; aynı zamanda bir ahlaki tartışma açar. Adalet kimindir? Tarih kimindir? Kahramanlar kimlerin gözleriyle seçilir, kimlerin dilleriyle efsaneleştirilir?

Kaynakça

Ali, S. (2019). Çakıcı’nın İlk Kurşunu (B. Toprak, Ed.). Yapı Kredi Yayınları. 

Bayrak, M. (1985). Eşkıyalık ve Eşkıya Türküleri. Yorum Yayıncılık. S. 314

Braudel, F. (1990). Akdeniz ve Akdeniz Dünyası (M. A. Kılıçbay, Trans.). Eren Yayıncılık. Sayfa. 57-71

Hobsbawm, E. J. (1995). Sosyal İsyancılar (N. Doğru, Trans.). Sarmal Yayınevi. Sayfa. 11-23

İlgürel, M. (1995). Osmanlılarda Eşkıyalık Hareketleri. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. S. 466-468

Moran, B. (2001). Türk romanına eleştirel bakış II. İletişim Yayınları. S. 7-20

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu Emine Işınsu’nun Bukağı adlı romanı, XVII. yüzyıl mutasavvıfı Niyazi Mısrî ’n...