Sabahattin Ali / Çakıcı'nın
İlk Kurşunu: Eşkıyalık, Adalet ve Toplumsal Hafızanın Derin Katmanları
Eşkıyalığın
Çeperinde Adalet: Tarihin Gölgesinde Bir Kavram
Eşkıyalık, tanımı kolay,
anlamı karmaşık bir kelimedir. Birinin hırsızı olan insanlar, ötekinin kahramanı
olabilir. Kimi zaman bir dağın doruğunda isyan; kimi zaman köylünün sofrasında
pay edilen ekmektir. Eşkıyalık; ne yalnızca silaha davranmak ne de sadece
devlete baş kaldırmaktır. Eşkıyalık, adaletin kaybolduğu yerden çıkan bir
çığlıktır. Ve her çığlık gibi; yankılandığı dağlara göre anlamı değişir.
Bu kavram üzerine
yüzyıllardır iki ayrı dünyanın sesi yükselir. Bir yanda eşkıyalığı suçun
karanlığına itenler vardır: düzeni tehdit ettiğini, korku saldığını, halkın
malına göz diktiğini savunanlardır bunlar. Onlara göre eşkıyalık; toplumsal
barışın altını oyan, zayıf devletlerin sığındığı bir acizliktir. Öbür yandaysa
eşkıyalığı bir halk direnişi, bir ahlaki kalkışma, bir iç hukuk olarak görenler
bulunur. Onlar eşkıyalığı, toplumsal bir hatırlatma olarak okurlar: “Adaleti
siz vermezseniz, biz alırız,” diyenlerin sesi…
Fernand Braudel, bu
ikinci sesin tarihsel yankısını duyanlardandır. Ona göre eşkıyalık, göz ardı
edilmiş küçük insanların büyük dünyaya atılmış bir işaret fişeğidir.
Araştırılmayan, tanınmayan, unutulmuş olanın varlık bildirisi... Eşkıya, zulmün
olduğu yere doğar; onun adımları, devletin görmezden geldiği yerlere basar.
Çünkü güçlüler tarih yazar, ama ezilenler ancak eylemlerle iz bırakır.
Braudel’in ardından Eric
Hobsbawm, bu sesi daha da belirginleştirir. Toplumsal eşkıyalık kavramını
literatüre kazandırırken, eşkıyayı halkın gözünde bir kahraman, bir adalet
yürütücüsü olarak tanımlar. Hobsbawm’a göre bu tür eşkıyalar; halkla beraber
yaşar, onların dilini konuşur, sofralarına oturur ve onların duasıyla yaşar.
Zenginden alır, yoksula verir; düşenin yanında, zulme uğrayanın önünde durur.
Bu eşkıya tipi, tarih
boyunca kimi zaman bir dağ köyünde zeybek olur, kimi zaman bir türküde adını
unutturmayan bir figür. Kimi zaman Osmanlı coğrafyasında Çakırcalı Mehmet, kimi
zaman Latin Amerika’da Pancho Villa... Ancak ne adları ne yerleri bu gerçeği
değiştirmez: onlar, devletin yasasının olmadığı yerde halkın vicdanına göre
hareket edenlerdir.
Yine de Hobsbawm, bir
hakikatin altını çizer: Bu eşkıyalar, halktan çalmaz. Hatta istemeden zarar
verseler bile, bu zarar düzenin kendisinin verdiği zararla kıyaslandığında bir
su damlası gibi kalır. Bu yüzden onların eşkıyalığı, bir ahlaki duruşa; hatta
zamanla bir halk ideolojisine dönüşür.
İstibdattın Gölgesinde
Büyüyen Bir Vicdan: Siyasal Arka Plan
Sabahattin Ali’nin ‘‘Çakıcı’nın
İlk Kurşunu’’ hikâyesi, sadece bireysel bir öfkenin hikâyesi değildir. O
kurşun, bir çocuğun babasına duyduğu hasretle, halkın içine işlemiş, yıllardır
dinmeyen bir zulmün yüküyle sıkılmıştır. II. Abdülhamit döneminin baskıcı
yönetimi yalnızca muhalifleri susturmakla kalmamış; aynı zamanda toplumsal
vicdanı kurutan bir çöl gibi yayılmıştır. İstibdat, kanunları olan ama adaleti
olmayan bir düzenin adıdır bu hikâyede.
Bu karanlık düzende
mütegallibe denilen yerel zorbalar, halkın boynuna ip gibi dolanır. Rüşvetle
satın alınmış makamlar, jandarma komutanlarının, kaymakamların,
müddeiumumilerin zenginler tarafından himaye edilmesini sağlamıştır. İstibdat
düzeni, halkı korumak yerine halktan korunan bir yapıya bürünmüştür. Adalete
ulaşmak için açılan her kapı, ardına kadar mütegallibenin ardına kapanmış;
yoksulun elinde ise yalnızca suskunluk kalmıştır.
Mehmet, bu suskunluğun
içinde büyür. Onun babası Çakırcalı, bu karanlığın içinde doğmuş bir
yıldırımdır. Ama Mehmet, yıldırımdan sonra gelen sessizliğin çocuğudur.
Babasının kahpece öldürülüşüne tanık olurken; anası dipçikle dövülürken, evleri
yağmalanırken, kendisi zincirlenirken susar. Çünkü konuşmak ona yasaklanmıştır.
Yalnızca bir kurşunla konuşabileceğini, yıllar sonra öğrenecektir.
Bu düzen içinde Mehmet’in
attığı kurşun, sadece bir katili hedef almaz. Aynı zamanda istibdat düzenini,
onun çürümüşlüğünü ve adaletsizliğini hedefler. Sabahattin Ali, burada
Çakıcı’nın kurşununu sembolik bir direniş aracı olarak sunar. Ödemiş’te
patlayan o ilk ses, bir hayatı, bir düzeni hedef alır; Sabahattin Ali’ye göre,
bu ses istibdattın saray duvarlarına
kadar ulaşır.
Çakıcı'nın hedef aldığı
düzen, sadece Abdülhamit'in kişiliğinde cisimleşmez. O düzen, zulmün
kurumsallaştığı, adaletin ise yerleşemediği bir yapının bütünüdür. Saltanat, saraylarda,
köy kahvelerinde, mahkeme salonlarında, jandarma karakollarında da hüküm
sürmektedir. Ali’nin bakışında bu yapıya karşı durmanın meşruiyeti, halkın
suskunluğunu delen her sesle birlikte daha da büyür.
Toplumsal Hafıza:
Ezilenlerin Sessiz Çığlığı
Sabahattin Ali’nin
kaleminde halk, edilgen bir kitle olmaktan çıkar. Çakıcı Mehmet’in hikâyesi,
halkın belleğinde taşınan suskun çığlıkların ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Türkülerde,
ağıtlarda, bakışlarda yankılanan o sessizlik, Mehmet’in silâhında vücut bulur.
Bu yüzden attığı kurşun unutulmaya zorlananların hatırlanma çabasıdır.
Çakıcı'nın halk
nezdindeki itibarı, hakkını arayan bir mazlum olarak yeşerir. O, köylünün
çalınan buğdayının, gelinin bozulmuş çeyizinin, okul hayali kuran çocuğun sesi
olur. Bu figürün gücü adaletsizlik karşısındaki kararlılığından gelir.
Sabahattin Ali, bu
anlatıyı yalnızca bireysel bir kahramanlık destanı olarak kurmaz. O, Çakıcı’nın
yaşadıkları üzerinden kolektif bir vicdanı dile getirir. Ezilmişlerin,
ötelenmişlerin, hor görülmüşlerin ortak hikâyesi, bu karakterde yeniden
yazılır. Ve bu yazım, kalemle, kanla, terle, suskunlukla yapılır.
Toplumsal hafıza, anlatılanlarla
da anlatılamayanlarla da şekillenir. Çakıcı’nın geçmişi, bu suskunluğun
tarihidir. Babasının ölümünden sonra her gün biraz daha büyüyen öfkesi, halkın
içinde kök salmış adaletsizlikle birleşir. Bu birleşme, onu birey olmaktan
çıkarır; halkın yürüyen vicdanı hâline getirir.
Psikolojik Derinlik:
Kurşunun Ardında Gizlenen Çocukluk
Sabahattin Ali'nin
çizdiği Çakıcı Mehmet Efe portresi, bir eşkıyanın, aynı zamanda ruhu erken
yaşta dağlanmış bir çocuğun hikâyesidir. On altı yaşındaki Mehmet, babasının siluetinden
devraldığı yarım kalmış ömrün yüküyle yürür. Henüz hayatla tanışamadan, hayatın
karanlık yüzüyle tanışmak zorunda bırakılmıştır. Bir çocuğun iç dünyasında
yeşermesi gereken masumiyet, onun gözlerinde yerini suskun bir öfkeye, sabırlı
bir kararlılığa bırakmıştır.
Bu dönüşüm, yalnızca
toplumsal şartların dayattığı bir mecburiyet değildir. Aynı zamanda bir iç
hesaplaşmadır. Mehmet’in içinde taşıdığı duygular yalnızca kin ya da intikam
duygusu da değildir. O aynı zamanda babasının anısına duyduğu derin sevgiyle,
anasının maruz kaldığı zulme duyduğu acıyla, kendi varlığının
değersizleştirilmesine karşı hissettiği dirençle örülmüştür.
Mehmet’in ilk kurşunu
sıkarken hissettiği duygu, bu sessizliğin konuştuğu andır. Dışarıdan
soğukkanlı, hatta belki ürkütücü bir kararlılık gibi görünen davranışı, aslında
içsel olarak yavaş yavaş örülmüş bir suskunluğun patlamasıdır. Kurşun, yıllarca
bastırılmış, hor görülmüş, susturulmuş bir çocuğun içindeki karanlığa
sıkılmıştır.
Sabahattin Ali, Mehmet’in
psikolojik dünyasını çizmekte ustaca davranır. Onun sertliği, hayal
kırıklıklarının birikiminden gelir.
Çakıcı’nın ormanda
sessizce yürümesi, içsel bir arınmanın başlangıcıdır; o, adaletsizliğe karşı kurşun sıkan biri
olmaktan çok, kendi içinde adaleti yeniden kurmaya çalışan biridir.
Ve her eşkıyanın içinde
bir çocuk vardır. Bazen annesinin dizine başını koymak isteyen, bazen okula
gitmeyi hayal eden, bazen de bir defterin ilk sayfasına ismini yazmak isteyen
bir çocuk... Mehmet’in hikâyesi, o çocuğun sonsuza dek kaybolduğu yerden başlar.
Zeybeklik Ahlakı
Zeybeklik, bir yaşam
biçimi ya da yöresel bir kimliktir; aynı zamanda ahlaki bir duruş, bir halk
vicdanının ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Çakıcı Mehmet Efe, bu duruşun en
sembolik örneklerinden biri olarak karşımıza çıkar. Onun eşkıyalığı, düzenin
hukukundan umudu kesmiş bir halkın kendi adaletini arama biçimidir. Ancak bu
adalet, her yolun mubah sayıldığı bir hınç değildir. Onun içinde bir ölçü, bir
sınır, bir ahlak vardır.
Sabahattin Ali,
Çakıcı’nın karakterinde bu zeybeklik ahlakını derinlemesine işler. Onun silahı
yalnızca düşmana çevrilir, mazluma değil. Kadınlara, çocuklara, yoksullara
uzanan eller, hangi taraftan gelirse gelsin cezalandırılır. Deli Mehmet’in bir
köylü kızına göz koyması karşısında verdiği sert tepki, yalnızca kişisel bir
öfkeyi barındırmaz. Bu bir ilkedir: ‘‘Irz düşmanı, Çakıcı’nın arkadaşı olamaz.’’
Bu söz, bir yemin kadar
sarsılmaz, bir kural kadar bağlayıcıdır. Çünkü zeybeklik, zulme karşı
başkaldırırken, kendi içinde zulme benzememeye de ant içmiştir.
Çakıcı, zeybeklerin
içinde bir denge unsuru olarak belirir. Kamalı Efe, Gavur İmam, Gökdeleli gibi
çeteler halka korku salar, adalet değil baskı getirirken; Çakıcı onları, sapmış
adaletin simgeleri olarak görür; bu nedenle onları hedef alır, cezalandırır,
ortadan kaldırır. Zeybeklik onun için dağlarda özgürce dolaşmak; dağın yükünü,
halkın yüküyle eşitlemektir.
Zenginden alıp yoksula
vermesi, bir vicdani düzeltmedir; padişahın kuramadığı düzeni, onun eksikliğini
hissederek kendi ilkeleriyle kurar. Ve her adımında şu bilinç vardır: Güç,
sorumluluk doğurur. Kurşun yalnızca hedefi vurmaz; doğrultulduğu yön, ahlaki
bir tavrı da gösterir.
Zeybeklik, bu yönüyle
Çakıcı’da bir isyandan çok bir inşaya dönüşür. Yıkmak için değil, iyileştirmek
için dağlara çıkan bir adamın hikâyesi olur. Ve bu inşa, yalnızca köprüyle,
mekteple sınırlı kalmaz; en çok vicdanda, en çok kalpte yankı bulur.
Kadınlar, Çocuklar ve
Sessiz Mazlumlar
Sabahattin Ali’nin
hikâyesinde kadınlar, çocuklar ve sessiz mazlumlar; eşkıyalığın hangi safta
durduğunu belirleyen pusulalardır. Her eşkıya öyküsünün sonunda bir meydan, bir
kavga, bir kurşun vardır belki ama başlangıcında çoğu zaman bir anne çığlığı,
bir çocuk ağlayışı ya da bir kadının bastırılmış sesi vardır.
Çakıcı Mehmet Efe’nin
öfkesi, doğrudan bu bastırılmışların yankısıdır. Evinin basılıp kadınların
dipçikle dövülmesi, bir annenin çığlığının karakolun taş duvarlarında
boğulması, bir çocuğun sırf babasının adı yüzünden hapsedilmesi… Bütün bu
adaletsizlikler, halkın yaşadığı kolektif travmanın sahneleridir.
Çakıcı, bu mazlumların
adına yürür. Onun hedefi yalnızca mütegallibe ya da istibdattın yozlaşmış
görevlileri değildir. O, sistemin çarkları arasında ezilen her bir sesi işitir.
Çeyizi olmadığı için evlenemeyen genç kız, hasta olduğu hâlde bakıma ulaşamayan
köylü, okul hayali kurup da bir tahta sıraya hiç oturamamış çocuk… Onun
vicdanında yolunu aydınlatan kandillerdir.
Eşkıyalık bu yönüyle
Çakıcı’da bir halk pedagojisine dönüşür. Çünkü o, yalnızca malları
paylaştırmaz; adaleti de yeniden dağıtır. Köylerde kız çocuklarının eğitimine
destek olur, yoksul evlerin mutfağına sıcak çorba götürür, çaresizlerin seslerine kulak verir.
Sabahattin Ali, bu
figürleri yazarken onların üzerinden kendi inançlarını da işler. Ona göre bir
toplumda herkesin, özellikle kadınların ve çocukların insanca yaşama, eğitim
görme ve onurlu biçimde var olma hakkı vardır. Padişahın bu hakkı sağlayamadığı
yerde, bir eşkıyanın sorumluluk üstlenmesi, toplumun ne kadar yalnız
bırakıldığının da bir göstergesidir.
Çakıcı’nın en çok
üzerinde durduğu konulardan biri eğitimdir. Okuyamamanın ne demek olduğunu
bizzat yaşamış biri olarak, çocukların okul hayallerini gerçekleştirmek için
dağlardan mektepler inşa ettirir. Bu, bir kurşunun bile yıkamayacağı kadar
güçlü bir direniştir: cehalete karşı vicdanın yükselttiği bir okul binası.
Mazlumların hikâyesi,
Çakıcı’nın yürüdüğü her yolda yankılanır. Onun adımları, dağları, vicdanları da
titreten bir efsaneye dönüşür.
Efsaneleşen Ölüm: Tarih
Kimin Kalemiyle Yazılır?
Çakıcı’nın ölümü, bir
hayatın sonu olmaktan çok bir anlatının başlangıcına dönüşür. Sabahattin
Ali’nin kaleminde bu ölüm, efsanenin tarihe kafa tutmasıdır. Çünkü onun ölümü, bedenin
toprağa karışmasıyla, halkın belleğinde kök salan bir direnişin
ölümsüzleşmesidir.
İstibdat düzeni, bir
eşkıyayı öldürerek düzen kurduğunu sanır. Oysa bazı ölümler vardır ki
yaşayanlardan daha çok şey anlatır. Çakıcı, başı kesilmiş bir ceset olarak
bırakılır, Anzavur’un askerleri onun gövdesine bakar ama anlamaz; çünkü
o beden, halkın öfkesiyle, suskunluğu ile, hayaliyle örülmüş bir semboldür artık.
Sabahattin Ali, bu
sahneyi yazarken yalnızca dramatik bir etki kurmak istemez. Asıl derdi, tarihin
nasıl yazıldığını, kimlerin kahraman ilan edildiğini ve bu kahramanlıkların
ardında hangi karanlık hesapların yattığını sorgulamaktır. Çakıcı’yı öldürenler,
bir zafer nişanesi gibi kalpaklarını değiştirirler. Oysa zafer, gerçek olmayan
gösterilerle ilan edilmiştir.
Kurşunun
Ardında Kalanlar
Sabahattin Ali’nin
“Çakıcı’nın İlk Kurşunu” adlı anlatısı, susturulmuş halkın, hor görülmüş
çocukların, suskun kadınların, çiğnenmiş adaletin hikâyesidir. Kurşun, yalnızca
bir can almaz; bir sistemin kalbine saplanır. Ali’nin Çakıcı’sı, ne bütünüyle
bir kahramandır ne de sadece bir suçlu. O, zamanın içinden geçip gelen bir
vicdan yüküdür.
Hikâyede padişahın baskısı,
halkın çaresizliğiyle birleştiğinde doğan boşluğu, bir dağdan yükselen ses
doldurur: Çakıcı’nın sesi. Bu ses, yapmanın, onarmanın, inşa etmenin sesidir.
Eğitim, adalet, eşitlik… Bunları sağlayamayan bir düzenin karşısında, elindeki
martiniyle ama yüreğindeki merhametle yürüyen bir adam çıkar karşımıza.
Sabahattin Ali bu öyküyle
bize yalnızca tarihsel bir kesit sunmaz; aynı zamanda bir ahlaki tartışma açar.
Adalet kimindir? Tarih kimindir? Kahramanlar kimlerin gözleriyle seçilir,
kimlerin dilleriyle efsaneleştirilir?
Kaynakça
Ali, S. (2019). Çakıcı’nın İlk Kurşunu (B. Toprak, Ed.). Yapı Kredi Yayınları.
Bayrak, M. (1985). Eşkıyalık ve Eşkıya Türküleri. Yorum Yayıncılık. S. 314
Braudel, F. (1990). Akdeniz ve Akdeniz Dünyası (M. A. Kılıçbay, Trans.). Eren Yayıncılık. Sayfa. 57-71
Hobsbawm, E. J. (1995). Sosyal İsyancılar (N. Doğru, Trans.). Sarmal Yayınevi. Sayfa. 11-23
İlgürel, M. (1995). Osmanlılarda Eşkıyalık Hareketleri. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. S. 466-468
Moran, B. (2001). Türk romanına eleştirel bakış II. İletişim Yayınları. S. 7-20