José Mauro de Vasconcelos / Zezé’ye
Bir Yolculuk /Şeker Portakalı Serisi Üzerine
Şeker Portakalı
Dışarıdan
bakıldığında yoksul bir Brezilya mahallesinde yaşayan, yaramaz, haylaz ve kimi
zaman başına buyruk bir çocuk görüyoruz. Ama Vasconcelos’un satırları
ilerledikçe Zezé’nin çok şey bilmesinin, neye karşılık geldiğini anlamaya
başlarız: Sevginin yokluğunu, şefkatin bedelini, yalnızlığın çocuk zihninde
nasıl şekil aldığını… Ve en önemlisi, bir çocuğun hayal gücüyle hayatta nasıl
kalabildiğini öğreniriz.
Zezé’nin evi, fiziki anlamda yoksulluğun merkezidir. Kalabalık bir ailede,
ilgisizlikle ve çoğunlukla da şiddetle çevrelenmiş bir çocuktur Zezé.
Kardeşlerinin gölgesinde kalır, babasının işsizliğiyle büyür ve annesinin
yorgun elleri arasında sevgi arar. Zezé için çocukluk bir oyun
alanından çok hayatta kalmaya çalıştığı bir savaş alanıdır.
Ama Zezé bu savaşta silahsız değildir. Onun en güçlü silahı hayal gücüdür.
Minguinho, yani şeker portakalı ağacı, işte bu hayal gücünün ürünüdür. Zezé
ağacıyla konuşur, ona sırlarını anlatır, şarkılar söyler. Minguinho, Zezé'nin
hayâl dünyasındaki sevgi boşluğunu dolduran görünmez bir dosttur.
Bu bağlamda Minguinho'yu edebiyat tarihinde bilinen Küçük Prens’in gülüne
benzetebiliriz. Zezé’nin masumiyetini temsil eder; onun dünyaya hâlâ sevgiyle
bakabilme çabasının ifadesidir.
Zezé’nin hayatına gerçek bir insan olarak giren Manuel Valadares, bir tür
babadır ama aynı zamanda dost, öğretmen, sırdaş ve şefkatin kendisidir. Zezé’yi
olduğu gibi kabul eder. Onun içindeki haylazlığı; kırılganlığı, sevgiyi arayan
gözlerini görür.
Manuel’in varlığı, Zezé için bir güven alanı oluşturur ve aynı zamanda
dostunun yanı ilk kez sevildiğini hissettiği bir yerdir. Bu his öylesine
yenidir ki, Zezé bu sevgiyi önce anlamlandıramaz, sonra ona sarılır, en sonunda
da kaybeder.
Manuel’in ölümü, Zezé’nin çocukluğunun kapanışıdır. Zezé bir anda büyür.
Minguinho konuşmaz olur. O andan sonra dünya başka bir yer olur; daha
sessizdir, daha keskindir ve daha yalnızdır.
Vasconcelos’un dili yalındır ama bu sadelik, okuru kandırmaz. Çünkü bu
kitap, çocuğun gözünden anlatılsa da, ardında gizlenen yetişkin bir ruhun
acılarını taşır. Duygular gösterilmez, sezdirilir.
Zezé'nin dünyasında yaşanan eksik bir kahvaltı, eksik bir bakış, eksik
bir sevgi çok üzülmesine neden olur. O tüm bu şeylerin içinin şefkatle
doldurulmasını ister. Zezé’nin diliyle kurulan dünya, yoksunlukların
içindeki mucizeleri anlatır.
Zezé, kitabın sonunda büyümez. O büyümek zorunda kalır. Masumiyetini
yitirmez; masumiyetini acının içine gömer. Kitap boyunca kurduğu hayalî dünya,
çocuğun korunma mekanizmasıdır. Ve bu dünya, Valadares’in ölümünden sonra
değişir.
Şeker Portakalı, okuruyla kurduğu ilişkiyi bitirmez. Kitap bittiğinde Zezé
kitapta kalmaz. O, okurun içine taşınır. Zezé'nin yalnızlığı,
masumiyeti ve sevgi arayışı evrensel bir hafızaya dönüşür. Okur bu sesi
unutmadan, kendi hayatındaki simgelere bakmayı öğrenir.
Zezé artık çocuk değildir. Ama henüz yetişkin de sayılmaz. Ne oyunlara tam
olarak dönebilir, ne de büyüklerin dünyasına dahil olabilir. Bu dünyanın
sınırında durmak, yetişkinliğe doğru açılan birçok uçurumun kenarında
durmak gibidir. José Mauro de Vasconcelos, Güneşi Uyandıralım kitabıyla,
Zezé’nin masumiyetten kopuşunu, o kopuşun bıraktığı boşluğun Zezé'nin
içinde nasıl oluştuğunu anlatır. Zezé, artık ağaçlarla konuşmaz,
hayali arkadaşları görünmez olur; çünkü Zezé, gerçeğin acı tadını kabul ederek
yaşamaya çalışmaktadır.
Zezé bu kitapta artık büyümenin sorumluluğuyla tanışır. Zezé,
çocukluğunda dışa dönük, hayalci, konuşkan bir karakterken, artık daha
içine dönüktür. Duygularını açıkça söylemek yerine içinde taşır. Bu dönüşüm,
yalnızlığın doğal sonucudur. Çünkü çocukken sahip olduğu Minguinho’yu, sonra
Valadares’i kaybeden biri, kolay kolay yeniden güvenemez.
İşte Güneşi Uyandıralım tam da bu güven kaybının, kırık bağların ve içe
çöken duyguların romanıdır. Zezé’nin sessizliği, iç dünyasında yeniden inşa
edilen bir duvar gibidir.
Bu kitapta öne çıkan diğer tema, Zezé’nin kimlik arayışıdır.
Ait olduğu bir aile, tam anlamıyla bağlandığı bir yer yoktur. Ailesiyle
ilişkileri hâlâ soğuktur; öğretmenleriyle ya da yetişkinlerle kurduğu
ilişkiler, sınırlarla doludur. Zezé'nin içindeki çocuk, yetişkin olmak zorunda
bırakılmıştır ama o hâlâ anlam arayışındadır.
Ve bu arayış, yavaş yavaş isyana dönüşür. Zezé açıkça bağırmaz ama
davranışlarıyla, suskunluklarıyla, anlattığı hikâyelerle sistemin, düzenin ve
hayatın ona biçtiği rolle savaşır. Sessiz bir başkaldırıdır bu. Kendine
dönerek, anlatmayı bırakarak, susarak isyan eder.
İlk kitapta Zezé dünyayı hayal ederek güzelleştirmişti. Buradaysa Zezé
artık güzellik aramıyor; anlam arıyor. Hayatın neden bu kadar adaletsiz
olduğunu, sevginin neden az bulunduğunu, insanlar arasında neden bu kadar
mesafe olduğunu anlamaya çalışıyor.
Ve bu sorgulama, yazarın anlatımına da yansır. Güneşi Uyandıralım, Şeker
Portakalı kadar duygusal bir anlatı değildir. Daha durgun, daha
sorgulayıcıdır. Çünkü bu kitap, gerçeğin kitabıdır.
Kitabın başlığı aslında Zezé’nin içsel yolculuğunun en derin ifadesidir.
Güneş, Zezé’nin içinde sönmüş bir sıcaklığın simgesidir. O güneşi yeniden
uyandırmak, kendine yeniden inanmaktır. Bu kitap boyunca Zezé, o güneşi
uyandırmak için içsel bir yolculuk yapar.
Güneşi Uyandıralım, çocuklukla gençlik arasındaki o tarifsiz boşlukta bir
insanın nasıl savrulabileceğini anlatır. Zezé’nin hikâyesi bu kitapta hem daha
kırılgan hem daha derindir.
Artık o masum çocukluğu omzunda taşır. Kitabın sonunda güneş tam olarak
uyanmaz belki, ama Zezé artık onun yerini bilir. Çünkü artık aradığı sevgiyi
içinde bir yerlerde aramaya başlamıştır.
...
Zezé artık büyümüştür. Ama büyümek, bir zorunluluktur
onun için. Delifişek, Zezé’nin içsel yolculuğunun son evresidir. Yalnız bir
gencin, kendi kimliğini bulmak için çıktığı ve birçok şeyi geride bırakarak
yürüdüğü bir yoldur. Bu kitapta artık ne çocukluk hayalleri, ne de gençlik
umutları vardır. Zezé hayal gücünün gömüldüğü bir dünyada, gerçeğin sivri
köşeleriyle yürümeyi öğrenmiştir. Ve bu yürüyüşte, yalnızdır.
İlk kitapta konuşan ağaçlar, ikinci kitapta yavaş yavaş sessizleşmiştir.
Şimdi ise tamamen susmuşlardır. Zezé’nin hayal dünyası artık bir anıdan
ibarettir. Duygularını hayallerle yumuşatma dönemi bitmiştir. Şimdi hayatın
sertliğiyle baş başadır.
Zezé bu kitapta artık acıdan kaçmaz. Onu içselleştirir, hatta ona alışır.
Bu alışma, bir zırh gibidir. Zezé, dış dünyaya karşı ne kadar sert olursa
olsun, artık savunma mekanizmaları yoktur çünkü kendisi doğrudan savaşın
içindedir.
Delifişek’te yüzme tutkusu çok sık anlatılır. Yüzme, Zezé’nin bedenini ve
ruhunu taşır. Suyun içinde yalnız olması, aslında kendi iç sesini duymak için
yarattığı bir mekândır.
Deniz, burada hem özgürlüğe açılan bir yoldur hem de dış dünyaya karşı
sınır koyduğu bir yerdir. Yüzerek kalabalıklardan, insanların beklentilerinden,
toplumsal rollerden uzaklaşır. Ama aynı zamanda
yüzmek, Zezé'nin kendini aşmaya çalıştığı mücadele alanıdır. Attığı
her kulaçta, biraz daha kendisi olur.
Bu noktada yüzme, çocuklukta Minguinho ile yapılan sohbetlerin yerini alır.
Artık semboller değişmiştir ama ihtiyaç aynı kalmıştır: İçsel huzura kavuşmak, yalnızlığı
anlamlandırma ve özgürlüğü hissetme ihtiyacı.
Zezé’nin yetişkinliğe geçişi aslında bir kazanımdan çok bir kayıptır. O
artık sistemin bir parçasıdır. İşe gidecektir, sorumluluklar taşıyacaktır. Ama
bu geçişte en büyük bedel, içindeki çocukla vedalaşmak olur.
Ve bu vedalaşma, sessizce yaşanmaz. Zezé, içinden gelen öfkeyi bastırmaz
ama artık bağırmaz da. Yalnızlıkla yoğrulmuş bir bilgelik edinmiştir. Gülmez,
sevinmez, ağlamaz. Bu duygusal donukluk, geçmişte yaşadığı acıların bir sonucu,
o acıların onda bıraktığı izdir.
Zezé’nin hikâyesi bireysel gibi görünse de, Delifişek toplumsal bir
eleştiriyi de içermektedir. Eğitim sisteminden, aile yapısına, ekonomik
zorluklardan, bireyin yalnızlaşmasına kadar pek çok yapı taşına eleştirel bir
gözle bakılır.
Zezé artık dış dünyanın adaletsizliğini görmektedir. O, hem sistemin dışına
itilmiş bir birey, hem de onun içinde kaybolmuş bir delifişektir. Bu ikili
varoluş, kitabın ana çatısını oluşturur: Hem aidiyet arzusu, hem de özgürlük
isteği vardır.
Delifişek kelimesi, çocuğun göz kamaştırıcı, enerjik, sarsıcı ama kısa
süren varlığına işaret eder. Zezé de bir delifişektir: Parlamıştır, yakmıştır,
yanmıştır, sevilmiştir ve sönmüştür. Bu söndürülme de, toplumun, ailenin, hayal
kırıklıklarının, zamanın ortak eseridir.
Ama Zezé bu kısa parlamayla iz bırakmıştır. Ve bu iz, insanın içindeki
kaybolmuş çocuğun kalbinde de hâlâ silinmemiştir.
Delifişek, Zezé’nin varoluşsal kabulüdür. Ne çocuktur artık, ne de
bütünüyle yetişkin. İçindeki kırıklıkları inkâr etmeden yaşamaya çalışan bir
ruhun, hayatta kalma biçimidir.
Ve biz okur olarak bu son kitapta Zezé’ye son kez bakarız. Onu bir daha
Minguinho’nun altında, Valadares’in yanında ya da Maurício ile sohbet ederken
göremeyiz. Ama Zezé'nin sessizliğinde, dirençli bakışlarında, yüzmeye
çalıştığı sularda hep o çocuk olarak kalır. Ve belki de en çok bu yüzden, Zezé
hiçbir zaman tam anlamıyla kaybolmamıştır.
Zezé’ye Bir Mektup
Sevgili Zezé
Bu
mektubu yazarken zihnimde seninle ilgili bir dünya canlanıyor. Küçücük çocuk
bedenine sığdırdığın o koca evreni hayal etmek beni hem düşündürüyor hem de
duygulandırıyor. Senin, hayata ve insanlara bambaşka gözlerle baktığını
biliyorum. Zorlukların, sevgiyi anlamanın ve dostluğu değerlendirmenin derin
yollarını sana açtığını hissediyorum.
Sen hayatın acımasız yanlarına göğüs germeye çalışan bir çocuksun, ama aynı
zamanda hayalleriyle yaşamın sınırlarını aşan bir kahramansın. Senin Şeker
Portakalı'yla kurduğun dostluk, aslında tüm insanlık için bir mesaj taşıyor.
Çünkü sen, kaybedilmiş gibi görünen masumiyeti yeniden yaratıyor, umut dolu bir
geleceğin tohumu olarak yetiştiriyorsun.
Gözlerinden hiç eksilmeyen o ışık var ya, işte o ışık dünyanın en karanlık
anlarında bile insanın yolunu bulmasına yardımcı olabiliyor. Senin hayal gücün,
sıradanlığın ötesinde bir dünyanın mümkün olduğunu bize anlatıyor. Şeker
Portakalı'na duyduğun sevgi, her yaprağında insan sıcaklığını ve doğanın
şefkatini barındıran bir bağdır. Onunla konuştuğun anlarda tüm evrenle o bağı
kuruyorsun.
Hayat seni bazen yıkmaya çalışıyor, ama sen hep içindeki sevgiyi ve iyiliği
bir kale gibi inşa ediyorsun. Sen bize, ne kadar zor olursa olsun insanın
yeniden başlayabileceğini öğretiyorsun. Bir ağacın gölgesinde, bir kuşun
ötüşünde veya bir dostun kahkahasında bulduğun mutluluk, her şeyin ötesinde bir
yaşam dersidir.
Sadece bir çocuk gibi görünsen de, sen aynı zamanda çok büyük bir
öğretmensin. Düşlerinle bize cesur olmayı, sevgiyi yaşamın ne kadar önemli
olduğunu ve güzellikleri en küçük detaylarda aramayı öğretiyorsun.
İşte bu yüzden, senin hikâyen beni düşünmeye ve hissetmeye sevk ediyor.
Hayatın sıradan akışında saklı olan olağanüstü güzellikleri görebilmek için
bana ışık oldun. Seninle aynı dünyayı paylaşmanın değerini daha iyi
anlayabilmem için rehber oldun.
Senin yarattığın bu duygu dünyası, kalbimde derin bir yer edinmiş durumda.
Senin hayallerinin peşinden gitme cesaretini örnek alacağımı bilmeni istiyorum.
Sevgilerimle