TOLSTOY / İVAN İLYİÇ'İN ÖLÜMÜ ve İNSANI ANLAMANIN EDEBÎ HAFIZASI
Tolstoy’un eserlerinde insan karakterleri yalnızca toplumsal rollerine göre çizilmez; onların içsel çatışmaları, düşünsel dönüşümleri, hatta tanrıyla, ölümle ve vicdanla olan münasebetleri eserin merkezine yerleşir.
Tolstoy için insan, dışsal başarılarla tanımlanamaz;
onun özü, içinde taşıdığı boşlukta, suskunluğunda, görülmeyen acılarında
gizlidir.
‘‘Ya hayatımı yanlış yaşadıysam?’’ diye sorar İvan
İlyiç. Bu soru, Tolstoy’un tüm eserlerinde derinleştirilen bir vicdan
çığlığıdır.
Tolstoy’un insanı bu kadar doğru anlayabilmesinin
sırrı, büyük olaylardan çok gündelik yaşamın sıradan anlarında saklıdır. Bir
sofradaki sessizlik, bir perdeyi düzeltmek gibi küçük detaylar, karakterlerin
ruh hâllerini büyük fırtınalar gibi açığa çıkarır.
İvan’ın perdenin eğriliğine takılması, aslında kontrol
edemediği hayatın küçük bir sembolüdür. Tolstoy’un gücü de tam burada yatar: küçük
anları büyük hakikatlere dönüştürür.
Tolstoy, karakterlerini ne idealize eder ne de yerin
dibine sokar. Onları oldukları gibi, tüm zaafları, tüm iyilikleriyle sunar.
Tolstoy insanı yalnızca gözlemlemez, insanın içindeki
karanlıkta yol alır. Onun için edebiyat bir aynadan çok, bir fener gibidir: görünmeyeni
aydınlatmak, bastırılanı ortaya çıkarmak, saklanılanı yüzeye çıkarmak için.
İvan İlyiç’in Ölümü adlı kısa romanı, modern insanın
büyük bir ustalıkla yazılmış yüzleşmesidir. İvan, başarılı bir yargıçtır.
Makul, düzenli, ahlaken sorgulanmayan bir yaşam sürmektedir. Ancak ölüm, o her
şeyin yolunda gittiği anda kapısını çalar. Ölümün ayak sesleriyle birlikte,
aslında hayatı boyunca ne kadar sahte bir huzur içinde yaşadığını fark eder.
‘‘Ya hayatımı yanlış yaşadıysam?’’ dediği an, okurun
yüreğine saplanan bir bıçaktır. Çünkü bu soru, yalnızca İvan’a ait değildir.
Her insanın içten içe bildiği ama dile getirmeye cesaret edemediği bir
şüphedir.
Tolstoy’un insanı böylesine derinlemesine
anlayabilmesinin nedeni, onun hikâyeyi iç dünyanın suskun sokaklarından
kurmasıdır. Eşyaya bağlanan, perdenin yamuk duruşuna tahammül edemeyen İvan,
hayatın kontrolünü kaybetmekten korkan bir ruhtur. Bu küçük detaylar,
Tolstoy’un karakter yaratımındaki büyüsüdür: Sıradan olanın içinde olağanüstü
olanı gösterebilmek.
Tolstoy’un kaleminde ölüm bile, bir sorgulamanın
başlangıcıdır. İvan İlyiç, hayatı boyunca anlamı dışarıda aramış, statüde, ev
düzeninde, makamda. Ama ölüm döşeğinde bulduğu tek şey kendi yalnızlığıdır.
Doktorlar tıbbi terimlerle onu avutmaya çalışırken, karısı acısını yüzeysel
nazlarla geçiştirirken, sadece hizmetkârı Gerasim onu anlar. Çünkü Gerasim,
ölümden korkmayan bir insandır. İçtenliğin, sahiciliğin adıdır. Belki de
Tolstoy’un bize anlatmak istediği şey şudur: Hayatı anlamak istiyorsan,
korkmadan ölüme bak.
Tolstoy’un kahramanları tıpkı bizim gibi, zaaflarla,
çelişkilerle, korkularla yaşar. Belki de bu yüzden böylesine dokunurlar insana.
Ne bütünüyle iyi ne de tamamen kötüdürler. İnsan olmanın o inişli çıkışlı
yolunu yürürler, tıpkı bizler gibi. Onları okurken, yargılamaktan çok anlama
çabası sarar içimizi.
İnsan, ölümle yüzleştiğinde yaşamı ilk kez ciddiye
alır. Sahte başarıların, unvanların, zarif döşenmiş evlerin ardında kalan
boşluk, ancak bu yüzleşmeyle anlam kazanır.