Verimsizlikle Büyüyen Refah: Jared Diamond’un Avustralya Paradoksu
Avustralya, dünya haritasında göz dolduran
büyüklüğüyle dikkat çeker; ancak bu genişliğin büyük bölümü yaşanabilirlik
açısından zayıftır. Nüfusun çok büyük kısmı, beş büyük kıyı şehrinde
toplanmıştır. İç kesimler, iklim koşulları, su kaynaklarının yetersizliği ve
toprak kalitesi bakımından hem yerleşim hem de üretim için sınırlı olanaklar
sunar. Bu nedenle, yüzölçümüne oranla aktif biçimde kullanılan alan oldukça
düşüktür. Bunun başlıca nedenlerinden biri, kıtanın jeolojik açıdan çok yaşlı
olmasıdır. Avustralya, yer kabuğunun en eski parçalarından biridir; bu da
topraklarının milyonlarca yıl boyunca aşınıp yıkanarak tarımsal besin
maddelerini kaybetmesine yol açmıştır. Verimlilik, bu topraklarda ancak yoğun
teknik müdahale ile mümkündür.
Yine de Avustralya, dünyanın gelişmiş ülkeleri arasında yer alır. Bu, ilk bakışta bir çelişki gibi görünebilir: verimsiz topraklar, çölleşen alanlar, sınırlı su kaynakları vardır. Buna rağmen ülke yüksek refah düzeyi, güçlü bir ekonomi ve yüksek yaşam standartlarıyla anılmaktadır. Bu çelişki, ülkenin zenginliğinin toprağın altındaki madenlerden, yani yeraltı kaynaklarından gelmesiyle açıklanabilir. Altın, kömür, demir cevheri, lityum ve nadir elementler gibi stratejik kaynaklar, Avustralya ekonomisinin temel taşıdır. Ülke, özellikle Çin gibi büyük tüketici ülkelerle yaptığı yüksek hacimli hammadde ticareti sayesinde küresel ekonomik sistemin önemli bir aktörüdür.
Jared Diamond’un Çöküş adlı çalışmasında Avustralya, çevresel olarak başarısız sayılabilecek bir örnek olarak ele alınır. Diamond, özellikle tarımsal faaliyetlerin toprağın doğal kapasitesini zorladığını ve bunun hem çevresel hem de ekonomik açıdan sürdürülemez olduğunu savunur. Bu açıdan bakıldığında, yaptığı analiz çevresel uyarı açısından anlamlıdır. Ancak Diamond’un yaklaşımı, ağırlıklı olarak çevre ve ekolojik sistemler üzerinden ilerlediğinden, toplumsal, kültürel ve tarihsel boyutlar görece yüzeysel geçilir.
Özellikle Avustralya bağlamında bu eksiklik belirgindir. Binlerce yıl boyunca
bu kıtada yaşamış olan Aborjin toplulukları, kendi bilgi sistemleriyle doğayla
uyumlu bir yaşam sürdürmüşlerdir. Bu sistemler, arazinin döngüsel olarak
yakılması, suyun dikkatli kullanımı ve avcılık-toplayıcılık dengesiyle çevreye
uzun vadede zarar vermeyen bir ilişki kurmuştur. Ancak kolonyal dönemde bu
sistemler yok sayılmış; yerli halk marjinalize edilmiş, topraklarına el konmuş,
kültürel süreklilik kesintiye uğramıştır. Bu tarihsel gerçek, çevresel yıkımın
iklim koşullarıyla, siyasal ve kültürel tercihlerle şekillendiğini gösterir.
Dolayısıyla, Avustralya’daki çöküş meselesini yalnızca doğanın
elverişsizliği üzerinden değerlendirmek yetersizdir. Çevresel koşullar elbette
belirleyicidir, ancak toplumsal yapı, iktidar ilişkileri, yerli bilgi
sistemlerinin dışlanması ve ekonomik tercihler bu süreci daha karmaşık hale
getirir. Diamond’un çöküş anlatısı, zaman zaman çevresel determinizme yaklaşır;
bu ise insan iradesini, sosyal direnci ve kültürel çeşitliliği görmezden
gelmektir.
Avustralya’nın bugünkü gelişmişliği de sorgulanmalıdır: Evet, kişi başı
gelir yüksektir; ama bu gelir, sınıfsal olarak eşit dağılmamaktadır. Ülkede
düşük gelirli işçiler, göçmen emeği ve özellikle Aborjin halk, yapısal
eşitsizliklerle karşı karşıyadır. Refahın görünürlüğü, daha çok kıyı
şehirlerinde ve eğitimli orta-üst sınıf içinde toplanmıştır. Madenlerin
ekonomik değeri yüksektir; ancak çevresel maliyetleri, toplumsal etkileri ve
kaynakların yönetimi konusunda uzun vadeli kaygılar da mevcuttur.
Jared Diamond’un yaklaşımı, Avustralya’yı çevresel kırılganlık üzerinden
anlamak açısından değerli bir çerçeve sunar; fakat bu çerçeve, sosyo-politik
dinamikleri yeterince kapsamaz. Toplumlar yalnızca doğa karşısında çökmekle
kalmaz; bazen kendi tarihleriyle, tercihleriyle, ihmal ettikleri bilgi
sistemleriyle de çöküşe zemin hazırlarlar. Bu nedenle çevresel eleştiriler,
tarihsel ve toplumsal sorumlulukları göz ardı etmeden yapılmalıdır.
***
Buna rağmen ülke, küresel ölçekte gelişmiş ekonomiler arasında yer alır.
Bunun temel nedenlerinden biri, zengin yeraltı kaynaklarıdır. Altın, kömür,
demir cevheri, boksit, lityum ve nikel gibi madenler bakımından dünyada üst
sıralarda bulunur. Kalgoorlie, Pilbara, Mount Isa gibi bölgelerde çıkarılan bu
madenler, başta Çin olmak üzere sanayi ülkelerine ihraç edilir. Bu kaynaklar,
istikrarlı bir ihracat geliri olarak ülke ekonomisinin temel dayanaklarını
oluşturur. Çin ile kurulan güçlü ticaret ilişkileri, Avustralya’yı hammadde
tedarik zincirinin vazgeçilmez halkalarından biri haline getirir. Maden
sektöründeki yüksek teknoloji kullanımı ve büyük ölçekli işletmelerin
yaygınlığı, bu kaynakların küresel piyasaya sürekli ve güvenilir biçimde
sunulmasına olanak tanır.
Bunun yanı sıra, üniversiteler ve yükseköğrenim sistemi uluslararası
öğrenci pazarında önemli bir ekonomik alan yaratır. Turizm, hizmet sektörü ve
finansal istikrar da ekonomik büyümeyi destekleyen diğer faktörler arasında yer
alır. Yaşam kalitesi, sağlık sistemi, altyapı yatırımları ve siyasi düzenlilik,
bu kalkınma modelini daha görünür ve sürdürülebilir kılar. Ancak bu büyüme,
kıtanın tamamına eşit biçimde yayılmıştır. Nüfusun büyük kısmı kıyı
şehirlerinde yoğunlaşmış, iç bölgeler düşük nüfuslu ve üretim açısından ikincil
konumda kalmıştır.
Ekonomik büyümenin ardında, doğrudan topraktan elde edilen tarımsal
üretimden çok, yeraltından çıkarılan ham maddelerin küresel sisteme entegre
edilmesi yatar. Avustralya, doğal kaynak yönetimini büyük ölçekte organize
edebilmiş, bu kaynakların işlenmesi ve taşınması için gerekli altyapıyı
oluşturmuş bir ülkedir. Bu durum, tarımsal üretim kısıtlı olsa da ülkenin
toplam ekonomik göstergelerini güçlü kılar. Coğrafi dezavantajlar, stratejik
kaynak yönetimi ve dış ticaret politikaları sayesinde telafi edilmiş, bu da
ülkeyi dünyanın gelişmiş ekonomileri arasında konumlandırmıştır.
Avustralya, genişliğiyle göz kamaştırsa da bu büyüklüğün çoğu üretime ve yerleşime uygun olmayan alanlardan oluşur. Kıtanın iç kesimleri kuraklık, yüksek buharlaşma oranı ve mineral açısından yoksun toprak yapısıyla tarım faaliyetlerini sınırlı kılar. Jeolojik olarak dünyanın en yaşlı kara parçalarından biri olması, toprağın milyonlarca yıl boyunca doğal döngülerle yıkanmasına, besin elementlerinin süzülüp taşınmasına neden olmuştur. Zaman içinde toprak yapısı, organik madde ve mineral bakımından zayıflamış, kendini yenileyebilecek dış etkenlerden yoksun kalmıştır. Toprak oluşumu için gerekli gençleştirici süreçlerin sınırlılığı, tarımsal verim açısından ciddi bir engel oluşturur. Bu koşullarda üretim, yoğun teknoloji, kimyasal gübre ve sulama sistemleri aracılığıyla sürdürülebilir hale getirilir, bu da maliyeti artırır.