Jared Diamond’ın Çöküş Kitabından Çevresel ve Toplumsal Çöküşe Dair Notlar
Paskalya Adası
Jared Diamond’ın Çöküş kitabında Paskalya Adası,
insanlığın çevresel yıkım yoluyla kendi sonunu nasıl hazırlayabileceğine dair
çarpıcı bir örnek olarak ele alınır. Diamond’a göre bu izole ada, bir zamanlar
ormanlarla kaplı, verimli ve yaşanabilir bir yerken, zamanla insan eliyle
dönüştürülmüş ve sonunda yaşanmaz hale gelmiştir. Polinezya’dan gelen
yerleşimciler yaklaşık MS 900 civarında adaya ulaştıklarında, yanlarında tarım
bilgisi, hayvanlar ve kültürel gelenekler getirmişlerdi. Bu halk, zamanla
gelişmiş bir toplumsal yapı kurmuş, devasa taş heykeller olan moaileri inşa
etmiş ve bu heykelleri adanın dört bir yanına taşımıştır. Ancak bu heykellerin
taşınması ve dikilmesi, büyük miktarda ağaç kesimini gerektirmiştir; çünkü
ağaçlar, hem heykelleri taşımak için kızak ve halat yapımında kullanılmış, hem
de tarım alanı açmak için yakılmıştır. Diamond, bu süreçte adanın orman
örtüsünün neredeyse tamamen yok olduğunu ve bunun sonucunda toprak erozyonunun
arttığını, tarımın verimsizleştiğini ve toplumun gıda krizine sürüklendiğini belirtir.
Ağaçların yok olmasıyla birlikte kuş türleri de adayı terk etmiş ya da yok
olmuş, balıkçılık zorlaşmış, yapı malzemesi ve yakacak sıkıntısı başlamıştır.
Bu çevresel çöküş, toplumsal yapıyı da sarsmış; kaynaklar azaldıkça kabileler
arasında çatışmalar çıkmış, iç savaşlar başlamış ve hatta yamyamlık gibi aşırı
davranışlar ortaya çıkmıştır. Diamond, bu süreci ekolojik intihar olarak
tanımlar; çünkü toplum, kaynaklarının tükenmekte olduğunu fark etmesine rağmen
davranışlarını değiştirmemiştir. Bu çöküş, dış müdahale olmadan, tamamen içsel
dinamiklerle gerçekleşmiştir. Ancak Diamond, bu anlatıyı sunarken tek bir
nedene indirgemez; çevresel bozulmanın yanı sıra, liderlik yapılarının,
kültürel değerlerin ve uzun vadeli planlama eksikliğinin de bu çöküşte rol
oynadığını vurgular. Paskalya Adası örneği, ona göre modern toplumlar için bir
uyarıdır: kaynaklarımız sınırlıysa ve biz onları sürdürülebilir biçimde
kullanmazsak, en gelişmiş uygarlıklar bile çökmeye mahkûmdur. Diamond, bu adayı
bir laboratuvar gibi görür; çünkü dış dünyadan izole olduğu için, burada
yaşananlar doğrudan insan-doğa ilişkisine dair dersler sunar. Paskalya
Adası’nın çöküşü, geçmişin bir hikâyesi ve geleceğe
dair bir uyarıdır: uygarlıklar, doğayla uyum içinde yaşamayı başaramazlarsa,
kendi elleriyle kendi sonlarını hazırlarlar.
Pitcairn Adası
Pitcairn Adası, Jared Diamond’ın Çöküş kitabında
Paskalya Adası ile birlikte ele alınan ve yine insan etkisiyle şekillenmiş bir
başka izole ada örneğidir; ancak bu kez çöküşün doğrudan adada yaşayan
toplumdan değil, daha geniş bir bölgesel sistemin çöküşünden kaynaklandığı
vurgulanır. Pitcairn, Henderson ve Mangareva adaları birlikte bir ekonomik ve
kültürel ağ oluşturuyordu; bu adalar arasında deniz yoluyla taş, deniz
ürünleri, tarım ürünleri ve işlenmiş mallar değiş tokuş ediliyor, her biri
diğerinin eksiklerini tamamlıyordu. Ancak bu sistemin sürdürülebilirliği,
adalar arasındaki ulaşımın devam etmesine bağlıydı ve özellikle Pitcairn gibi
küçük ve kaynak açısından sınırlı adalar, bu ağdan kopmaları durumunda kendi
başlarına ayakta kalamayacak kadar kırılgandı. Diamond’a göre bu ağın çöküşü,
özellikle Mangareva’daki ormansızlaşma ve çevresel bozulma nedeniyle başladı;
çünkü Mangareva, diğer adalara ulaşımda kullanılan büyük kanoların yapıldığı
ağaçlara sahipti ve bu ağaçlar yok olunca, adalar arası deniz taşımacılığı da
sona erdi. Bu kopuş, Pitcairn gibi adaların dışarıdan gelen kaynaklara
erişimini engelledi ve bu da ekonomik çöküşe, nüfus azalmasına ve sosyal
yapının dağılmasına yol açtı. İlginç olan, Pitcairn Adası’nda doğrudan bir
çevresel felaket yaşanmamış olmasıdır; yani ada kendi içinde
sürdürülebilirliğini bir ölçüde koruyabilmişti, ancak bağlı olduğu daha büyük
sistemin çökmesi onu da içine çekmiştir. Bu örnek, Diamond’ın kitabında
vurguladığı önemli bir temayı destekler: bir toplumun kaderi, kendi iç
dinamiklerine bağlı olduğu gibi, dış dünyayla olan ilişkilerine ve karşılıklı
bağımlılıklarına da bağlıdır. Pitcairn’in çöküşü, birbiriyle bağlantılı sistemlerin kırılganlığının bir sonucudur ve bu yönüyle
günümüz küresel dünyasında yaşanan ekonomik ve çevresel krizlerle de doğrudan
ilişkilendirilebilir.
Henderson Adası
Henderson Adası, Jared Diamond’ın Çöküş kitabında
Pitcairn ve Mangareva adalarıyla birlikte ele alınır ve bu üç ada arasındaki
karşılıklı bağımlılık ilişkisi üzerinden bir çöküş hikâyesi anlatılır.
Henderson, doğal kaynakları sınırlı, küçük ve izole bir adadır; burada yaşayan
insanlar, kendi başlarına sürdürülebilir bir yaşam kurmakta zorlanmış, bu
nedenle komşu adalarla ticaret yaparak hayatta kalmışlardır. Özellikle
Mangareva’dan gelen taş aletler ve Pitcairn’den gelen obsidyen gibi kaynaklar,
Henderson’daki yaşamın devamı için hayati öneme sahipti. Ancak bu adalar
arasındaki deniz ulaşımı, büyük kanolarla sağlanıyordu ve bu kanoların yapımı
için gerekli olan büyük ağaçlar zamanla Mangareva’da tükenince, adalar arası
iletişim ve ticaret de sona erdi. Bu kopuş, Henderson gibi dış kaynaklara bağımlı
adalarda ciddi bir krize yol açtı; çünkü artık ihtiyaç duydukları malzemelere
ulaşamıyor, kendi kaynakları da yetersiz kalıyordu. Diamond, Henderson’daki
çöküşü doğrudan çevresel bozulmadan çok, sistemsel bir çöküş olarak tanımlar;
yani bir toplumun bağlı olduğu daha büyük ağın çökmesiyle
birlikte yok oluşa sürüklendiğini gösterir. Henderson’daki insanlar, artık
dışarıdan gelen destek olmadan yaşamlarını sürdüremeyecek hale gelmiş, sonunda
adayı terk etmek ya da yok olmak zorunda kalmışlardır. Bu örnek, Diamond’ın
kitabında vurguladığı temel fikirlerden birini destekler: bir toplumun kaderi, kendi çevresel kararlarına, dış dünyayla olan
ilişkilerine ve bu ilişkilerin sürdürülebilirliğine bağlıdır. Henderson
Adası’nın çöküşü, günümüz dünyasında küresel tedarik zincirlerine, enerji
bağımlılığına ve ekonomik ağlara olan bağımlılığımızı düşündüğümüzde, oldukça
tanıdık ve uyarıcı bir örnek olarak karşımıza çıkar.
Anasazi Toplumu
Anasazi toplumu, Jared Diamond’ın Çöküş kitabında
Amerika kıtasındaki yerli uygarlıkların çöküşünü anlamak için incelenen en
dikkat çekici örneklerden biridir. Bugünkü ABD’nin güneybatısında, özellikle de
Colorado, Utah, Arizona ve New Mexico eyaletlerinin kesiştiği Dört Köşe
Bölgesi’nde yaşamış olan Anasaziler, MS 600 ile 1300 yılları arasında gelişmiş
bir tarım toplumu olarak varlık göstermiştir. Bu toplum, kurak bir coğrafyada
karmaşık sulama sistemleri kurarak mısır, fasulye ve kabak gibi ürünler
yetiştirmiş, çok katlı taş yapılar inşa etmiş ve geniş ticaret ağları
kurmuştur. Ancak tüm bu gelişmişliğe rağmen, 13. yüzyılın sonlarına doğru
Anasazi yerleşimleri birer birer terk edilmiş, büyük şehirler boşalmış ve halk
iz bırakmadan dağılmıştır.
Diamond’a göre bu çöküşün ardında birden fazla neden vardır
ve bunlar birbirini tetikleyen karmaşık bir zincir oluşturur. En önemli
etkenlerden biri, uzun süreli kuraklık dönemleridir. Anasaziler, tarıma dayalı
bir ekonomi kurmuşlardı ve bu ekonomi, yeterli yağışa ve düzenli su
kaynaklarına bağlıydı. Ancak 1100’lü yılların sonlarından itibaren başlayan ve
1276–1299 yılları arasında zirveye ulaşan büyük kuraklık, tarımsal üretimi
ciddi şekilde sekteye uğrattı. Bu durum, gıda kıtlığına, açlığa ve toplumsal huzursuzluğa
yol açtı. Aynı zamanda nüfus artışı da kaynaklar üzerindeki baskıyı artırmış,
ormanların aşırı kesimi ve toprakların aşırı kullanımı gibi çevresel sorunlar
ortaya çıkmıştır. Bu da toprak erozyonunu hızlandırmış, tarım alanlarının
verimliliğini düşürmüş ve toplumun kendi kendini besleyemez hale gelmesine
neden olmuştur.
Bunlara ek olarak, Diamond Anasazi toplumunda sosyal ve
siyasal yapının da bu krizlere karşı yeterince esnek olmadığını belirtir.
Toplumun elit kesimi, kaynakların azalmasına rağmen ayrıcalıklarını sürdürmeye
çalışmış, bu da sınıfsal gerilimleri artırmış olabilir. Arkeolojik bulgular, bu
dönemde şiddetin arttığını, bazı yerleşimlerin surlarla çevrildiğini ve hatta
yamyamlık izlerine rastlandığını göstermektedir. Tüm bu göstergeler, toplumun
iç çatışmalarla sarsıldığını ve merkezi otoritenin zayıfladığını düşündürür. Anasazi halkı büyük yerleşimlerini terk etmiş, daha küçük ve
dağınık topluluklar halinde yaşamaya başlamış ve eski uygarlık yapısı
çökmüştür.
Diamond, Anasazi örneğini kullanarak çevresel stres, iklim
değişikliği, kaynak yönetimi ve sosyal eşitsizlik gibi faktörlerin bir araya
geldiğinde nasıl bir uygarlığı çöküşe sürükleyebileceğini gösterir. Bu çöküş yavaş yavaş gelişen ve sonunda geri dönülemez hale gelen
bir sürecin sonucudur. Anasazi’lerin yaşadığı topraklar bugün hâlâ kurak ve
zorlu bir coğrafya olsa da, onların bıraktığı yapılar ve izler, bir zamanlar
burada gelişmiş bir toplumun var olduğunu ve kendi çevresel sınırlarını aşmaya
çalışırken nasıl yok olduğunu hatırlatır.
Maya Toplumu
Klasik Maya toplumu, Jared Diamond’ın Çöküş kitabında
çevresel bozulma, iklim değişikliği, nüfus baskısı ve siyasal karmaşanın bir
araya gelerek nasıl büyük bir uygarlığı çöküşe sürüklediğini gösteren en
kapsamlı örneklerden biri olarak ele alınır. Maya uygarlığı, bugünkü
Meksika’nın güneydoğusu ile Guatemala, Belize ve Honduras’ın bazı bölgelerini
kapsayan geniş bir coğrafyada gelişmiş, özellikle MS 250–900 yılları arasında
yani Klasik Dönemde büyük şehirler, piramitler, yazı sistemleri ve astronomi
bilgisiyle dikkat çeken bir medeniyet haline gelmiştir. Ancak bu görkemli
uygarlık, 9. yüzyılın sonlarına doğru giderek hızlanan bir
biçimde çökmeye başlamış, şehirler terk edilmiş, nüfus azalmış ve merkezi
otorite dağılmıştır.
Diamond’a göre bu çöküşün temel nedenlerinden biri, Maya
toplumunun çevresel sınırlarını zorlamasıdır. Ormanların tarım alanı açmak için
kesilmesi, toprağın aşırı kullanımı ve nüfusun hızla artması, ekosistemi
kırılgan hale getirmiştir. Özellikle yamaçlarda yapılan tarım, toprak
erozyonunu artırmış, bu da tarımsal verimi düşürmüş ve gıda üretimini tehdit
etmiştir. Bu çevresel baskılar, Maya şehirlerinin büyüklüğü ve karmaşıklığıyla
birleşince, sistemin sürdürülebilirliği zayıflamıştır. Üstelik bu dönemde yaşanan
uzun süreli kuraklıklar, zaten zor durumda olan tarım sistemini tamamen
çökertmiş, su kaynakları azalmış ve halk açlıkla karşı karşıya kalmıştır.
Ancak Diamond, çevresel nedenlerin tek başına yeterli
olmadığını, siyasal yapıların da bu krize karşı esnek davranamadığını vurgular.
Maya şehirleri, merkezi bir imparatorluk yerine birbirleriyle rekabet eden
bağımsız şehir devletlerinden oluşuyordu ve bu şehirler arasında sık sık
savaşlar yaşanıyordu. Kaynaklar azaldıkça bu savaşlar daha da şiddetlendi, halk
üzerindeki vergi ve iş gücü baskısı arttı, elit sınıf ayrıcalıklarını korumaya
çalışırken halkın yaşam koşulları kötüleşti. Bu da toplumsal huzursuzluğu
artırdı ve sonunda şehirlerin terk edilmesine yol açtı. Arkeolojik bulgular,
bazı şehirlerin surlarla çevrildiğini, bazı tapınakların yarım bırakıldığını ve
nüfusun kırsal alanlara dağıldığını gösterir.
Maya çöküşü, Jared Diamond’ın kitabında ekolojik intihar kavramının en dramatik örneklerinden biri olarak sunulur. Toplum, çevresel
sınırlarını aşmış, uzun vadeli planlama yapamamış ve kriz anında işbirliği
yerine çatışmayı seçmiştir. Bu da, büyük bir uygarlığın yavaş ama kaçınılmaz
bir şekilde çözülmesine neden olmuştur. Diamond, bu örneği kullanarak günümüz
toplumlarına da bir uyarı gönderir: kaynaklarımız sınırlıysa, çevreye
verdiğimiz zarar artıyorsa ve siyasal yapılar bu sorunlara çözüm üretmekte yetersiz
kalıyorsa, en gelişmiş uygarlıklar bile çökmekten kurtulamaz.
*
Klasik Maya toplumunun bu kadar gelişmiş olmasının ardında,
doğayla kurdukları dikkatli ve sezgisel ilişki, bilgiye duydukları derin saygı
ve toplumsal yapılarındaki incelikli denge yatıyordu. Orta Amerika’nın nemli,
yoğun ormanlarla kaplı topraklarında, kolay olmayan koşullarda yaşamayı
başarmışlardı; ama sadece hayatta kalmakla yetinmemiş, bu zorlu coğrafyada
kendi dünyalarını kurmuşlardı. Mısırı, fasulyeyi, kabağı toprağın kalbine
sabırla işleyerek yetiştirmişler, yamaçları teraslamış, bataklıkları kurutup
verimli tarlalara dönüştürmüşlerdi. Bu tarımsal ustalık, sadece karın
doyurmakla kalmamış, şehirlerin büyümesine, nüfusun artmasına ve kültürel
hayatın zenginleşmesine zemin hazırlamıştı.
Mayalar gökyüzünü
okuyan, zamanı ölçen, evrenin ritmini anlamaya çalışan bir halktı. Sıfır
kavramını bağımsız olarak geliştirmeleri, karmaşık takvimler oluşturmaları,
yıldızların ve gezegenlerin hareketlerini büyük bir hassasiyetle takip
etmeleri, onların bilimsel düşünceye ne kadar açık ve meraklı olduklarını
gösterir. Chichén Itzá’daki Kukulkán Piramidi’nde, ekinoks günlerinde
merdivenlere düşen ışığın bir yılan gibi kıvrılarak aşağı süzülmesi, mimari ve kozmik bir şiirdir.
Toplumları ise birbirinden bağımsız ama birbirine bağlı
şehir devletlerinden oluşuyordu. Her şehirde saraylar, tapınaklar, gözlemevleri
ve top oyunu sahaları vardı; her biri kendi yöneticisine, rahiplerine ve
zanaatkârlarına sahipti. Halkın büyük kısmı çiftçilikle uğraşırken, seçkin
sınıf dini törenleri yönetiyor, tanrılarla halk arasında bir köprü kuruyordu.
İnançları çok tanrılıydı; yağmur, mısır, güneş gibi doğa güçlerinin her biri
bir tanrıya dönüşmüş, bu tanrılarla barış içinde yaşamak için ayinler, kurbanlar
ve ritüeller düzenlenmişti.
Yazı sistemleri de bu karmaşık dünyanın bir parçasıydı.
Taşlara, seramiklere, katlanır el yazmalarına kazınan hiyeroglifler;
yöneticilerin soylarını, savaşları, gökyüzü olaylarını ve kutsal günleri kayda
geçiriyordu. Sanatları ise bir anlatım biçimiydi:
seramiklerdeki desenler, duvar resimlerindeki sahneler, tüylerden yapılmış
başlıklar; hepsi birer hikâye anlatıyordu.
Tüm bu gelişmişlik, onların doğayla uyum içinde yaşama
çabalarının, bilgiye duydukları hayranlığın ve toplumsal işbirliğinin bir
sonucuydu. Ama ne yazık ki, bu başarılar onları sınırsız kılmadı. Nüfus
arttıkça ormanlar azaldı, kuraklıklar geldi, şehirler birbirine
düşman oldu. Ve sonunda, bu büyük uygarlık, kendi ağırlığı altında yavaşça
çözüldü. Belki de en trajik olan, bu çöküşün fark edilmeden,
adım adım gerçekleşmiş olmasıydı.
Göroland Nors Toplumu
Grönland’daki Nors toplumu, Jared Diamond’ın Çöküş
kitabında, çevresel değişimlere uyum sağlayamayan ve kültürel esneklik
gösteremeyen bir toplumun nasıl yavaş yavaş çöktüğünü gösteren en çarpıcı
örneklerden biri olarak anlatılır. Bu toplum, MS 980 civarında Norveçli
Vikingler tarafından Grönland’ın güneybatı kıyılarına yerleşilerek kurulmuştu.
Başlangıçta bu yerleşimciler, Avrupa’dan getirdikleri tarım ve hayvancılık
bilgisiyle yeni topraklarda yaşam kurmaya çalıştılar; inek, koyun ve keçi
yetiştirdiler, otlaklar açtılar, kiliseler inşa ettiler ve Avrupa ile ticaret
bağlantılarını sürdürdüler. Ancak Grönland, adının aksine oldukça soğuk,
verimsiz ve zorlu bir coğrafyaydı; kısa yazlar, uzun ve sert kışlar, sınırlı
tarım alanları ve kırılgan bir ekosistem, bu yerleşimcilerin karşılaştığı temel
zorluklardı.
Diamond’a göre Nors toplumu, bu zorluklara karşı yeterince
esnek davranamamış, çevreye uyum sağlamak yerine kendi kültürel
alışkanlıklarını sürdürmeye çalışmıştır. Örneğin, Norveç’ten getirdikleri tarım
ve hayvancılık yöntemlerini Grönland’ın iklimine uyarlamak yerine aynen
uygulamaya devam etmişler, bu da toprakların aşırı kullanımı, otlakların
tükenmesi ve erozyon gibi sorunlara yol açmıştır. Aynı zamanda, çevrede bolca
bulunan deniz ürünlerini —örneğin fok balığı, balık ve deniz kuşlarını—
yeterince değerlendirmemiş, bu kaynaklara kültürel olarak mesafeli
durmuşlardır. Oysa aynı dönemde Grönland’da yaşayan Inuit halkı, bu zorlu
coğrafyada hayatta kalmayı başarmış, deniz memelilerini avlayarak, kar
kıyafetleri ve iglolar gibi çevreye uygun yaşam biçimleri geliştirerek
varlığını sürdürmüştür. Bu karşılaştırma, Diamond’ın kitabında önemli bir
noktaya işaret eder: bir toplumun başarısı, teknolojik bilgiyle birlikte kültürel esnekliğe ve çevresel gerçekliklere uyum sağlama
becerisine bağlıdır.
Grönland’daki Nors toplumu ayrıca dış dünyayla olan ticaret
bağlantılarına da fazlasıyla bağımlıydı. Avrupa ile kürk, fildişi ve diğer
mallar üzerinden yürütülen ticaret, toplumun ekonomik temelini oluşturuyordu.
Ancak 14. yüzyılda Avrupa’da yaşanan ekonomik durgunluk, veba salgını ve
iklimdeki soğuma (Küçük Buz Çağı) gibi etkenler, bu ticaretin zayıflamasına
neden oldu. Ticaret kesilince, toplumun dışarıdan gelen mal ve desteklere olan
bağımlılığı onları daha da savunmasız hale getirdi. Sonunda, 1400’lü yılların
ortalarına gelindiğinde, Grönland’daki Nors yerleşimleri tamamen terk
edilmişti; kiliseler boş kalmış, evler yıkılmış, halk ya açlıktan ölmüş ya da
başka yerlere göç etmişti.
Diamond, bu örneği kullanarak, bir toplumun çöküşünün çevresel nedenlerle, kültürel inatçılık, dışa bağımlılık ve
liderlik eksikliği gibi sosyal faktörlerle şekillendiğini vurgular.
Grönland’daki Norslar, çevrelerine uyum sağlamak yerine kendi geleneklerine
sıkı sıkıya bağlı kalmış, Inuit halkından öğrenmeyi reddetmiş ve sonunda bu
inatçılığın bedelini varlıklarını kaybederek ödemişlerdir. Bu çöküş, modern
toplumlar için de güçlü bir uyarıdır: değişen dünyaya ayak uyduramayan, esnekliğini
kaybeden ve doğayla çatışan her sistem, ne kadar güçlü görünürse görünsün,
sonunda yok olabilir.