Türk
Dili: Bir Kültür ve Medeniyetin Sözcüklerle Kurduğu Tarih
Türk dilinin kökenine
dair yapılan araştırmalar, bir dilin tarihini ve bir halkın düşünme biçimini,
kültürel yönelişini ve dünya ile kurduğu ilişki biçimini de anlamaya
yöneliktir. Bu nedenle, Türkçenin hangi dil ailesine ait olduğu sorusu çok
katmanlı bir tarihsel sorgulamadır. Bu sorgulamanın merkezinde yer alan
teorilerden biri, uzun yıllar boyunca geçerliliğini koruyan ve bugün hâlâ
tartışılmaya devam eden Ural-Altay dil teorisidir.
Bu teoriye göre, Ural
(Fince, Macarca, Estonca vb.) ve Altay (Türkçe, Moğolca, Tunguzca, Korece,
Japonca gibi) dilleri ortak bir kökten türemiştir. Türkçenin de bu yapı içinde
Altay kolunda yer aldığı öne sürülmüştür. Altay dilleri arasında, ünlü uyumu, eklemeli
yapı, cinsiyet ayrımının olmaması, kelime başında çift ünsüz bulunmaması, fiil
çekim sisteminin zenginliği gibi birçok ortak yapısal özellik bulunur. Bu
benzerlikler, söz konusu dillerin tarihî olarak birbiriyle akraba olabileceği
fikrini doğurmuştur.
Bu görüş, modern
dilbilim yaklaşımlarıyla birlikte eleştirel biçimde yeniden ele alınmıştır.
Özellikle tarihsel karşılaştırmalı dil çalışmaları, bu benzerliklerin mutlak
bir genetik akrabalık göstergesi olmayabileceğini ortaya koymuştur. Zira yapısal
benzerlikler, bazen etkileşimden, coğrafi yakınlıktan ya da evrensel dil
yasalarından kaynaklanabilir. Bu nedenle günümüzde birçok dilbilimci, Türkçeyi
doğrudan Altay ailesine yerleştirmektense, onu kendi başına güçlü ve yaygın bir
dil ailesi olarak değerlendirme eğilimindedir.
Bu çerçevede, Türkçenin
tarihsel gelişiminde ilk evre olarak kabul edilen Altay Dil Birliği Dönemi,
ön-tarihsel bir aşamayı temsil eder. Bu dönem, Türkçenin Moğolca, Tunguzca gibi
dillerle henüz kesin olarak ayrılmadığı; yapısal bütünlüğünü koruduğu ve bazı
temel dil özelliklerinin birlikte var olduğu bir zaman aralığı olarak
düşünülür. Altay
Dil Birliği Dönemi’ne dair tüm bilgiler, dil yapılarının karşılaştırılması
yoluyla elde edilmiş teorik varsayımlardır.
Bu kuramsal dönemdeki
dillerin ortak özellikleri; eklemeli yapı, ünlü uyumu, fiil merkezli dil
düzeni, zamir sistemlerinde benzerlikler ve isim tamlamalarında belirli
kalıpların kullanımı gibi unsurlardır. Bu özellikler, sonraki dönemlerde
Türkçede korunmuş; Moğolca ve Tunguzcada ise farklılaşarak sürmüştür. Bu durum,
Altay dillerinin bir noktada ortak bir evreden geçmiş olabileceği fikrini
destekler görünmektedir.
Altay Dil Birliği Dönemi
Altay Dil Birliği
Dönemi'nin coğrafî olarak Orta Asya'nın kuzeydoğusuna, tarihsel olarak ise M.Ö.
3000'lere kadar uzandığı varsayılmaktadır. Bu tür tarihlendirmeler, dilbilimsel
tahminlere ve arkeolojik bağlamlara dayanmaktadır. Dolayısıyla bu dönem,
Türkçenin teorik köken tasarımları içinde konumlanır. Türkçenin Ural-Altay dil
ailesi içinde değerlendirilmesi, önemli bir kuramsal çerçeve sunmakla birlikte,
bir yaklaşım biçimi olarak ele alınmalıdır. Altay Dil Birliği Dönemi ise bu
yaklaşımın erken evresini temsil eder; Türkçenin kendine özgü dil yapısını
henüz başka dillerden ayrıştırmadığı, fakat gelişiminin temellerini taşıdığı
ilk evredir. Bu dönem her ne kadar somut varsayımlarla şekillenmiş olsa da,
Türkçenin tarih içindeki yürüyüşünü anlamak açısından önemli bir başlangıç
noktasıdır.
İlk Türkçe Dönemi
Türk dilinin gelişim
çizgisinde, Altay Dil Birliği Dönemi’nin ardından gelen evre, İlk Türkçe
Dönemi olarak adlandırılır. Bu dönem, artık Türkçenin diğer Altay
dillerinden yavaş yavaş ayrılmaya başladığı; fonetik, morfolojik ve sözdizimsel
özelliklerinin belirginleştiği kuramsal bir aşamadır. Her ne kadar bu döneme
ait de yazılı belgeler elimizde bulunmasa da, dilin gelişim sürecindeki bu
evre, bilimsel yöntemlerle saptanan ayrışma izlerine dayanılarak tanımlanır.
İlk Türkçe Dönemi, dilin
artık Türkçe adıyla anılmaya başlanabileceği ilk safhayı temsil eder. Bu evrede
Türkçe, Moğolca ve Tunguzca gibi dillerden ayrışarak kendi iç sistematiğini
kurmaya başlamıştır. Yani bu dönem, Türkçenin bağımsız bir dil karakteri
kazandığı, ancak henüz yazıya geçirilmediği bir sözlü kültür evresidir.
Bu dönemin tanımlanması,
dildeki belirli yapısal dönüşümlerin fark edilmesiyle mümkündür. Örneğin, fiil
çekimlerinin belirli kalıplara oturması, zamirlerin biçimsel sabitlik
kazanması, sıfat ve tamlama yapılarının daha sistematik hâle gelmesi, Türkçenin
artık diğerlerinden ayrışan bir kimlik kazandığını gösterir. Bugün Türkçede
yaşayan bazı kök sözcüklerin bu dönemde oluştuğu, ek sisteminin büyük oranda bu
evrede şekillendiği düşünülmektedir.
İlk Türkçe Dönemi’nin tam
olarak ne zaman başladığı bilinmemektedir. Tahminî olarak, MÖ 2000-MS
1. yüzyıl aralığında varlık gösterdiği kabul edilir. Bu zaman dilimi,
yazısız toplumların hâkim olduğu dönem olduğu için, dilin izleri sonradan gelen yazılı belgeler ışığında, geriye dönük olarak tahmin
edilebilmektedir.
Bu dönemin en belirgin
özelliği, artık Türkçenin iç yapısının Moğolca veya Tunguzca ile paylaşılmayan
biçimde özgünleşmeye başlamasıdır. Ünlü uyumu sisteminin iç tutarlılığı, kelime
türetme becerisinin artışı, kök-ek ilişkilerinin sabitleşmesi, bu ayrışmayı
belgeleyen dilsel olgulardır. Aynı zamanda İlk Türkçe, bir halkın belleğinde,
söylencelerinde, destanlarında ve törenlerinde yaşamış ama henüz yazıya
kavuşmamış bir dildir. Bu nedenle aynı zamanda mitolojik bilinçle iç içe
geçmiş bir dönemdir.
Döneme dair yazılı belge
olmamasına rağmen, Türkçenin daha sonraki evrelerinde görülen bazı sözcük
biçimleri, ses özellikleri ve yapı kalıpları, İlk Türkçenin izlerini
taşımaktadır. Örneğin, daha sonra Göktürk Yazıtları’nda görülecek olan kimi
zamir yapıları ya da yüklem çekimleri, muhtemelen bu dönemde biçimlenmeye
başlamıştır.
İlk Türkçe Dönemi,
Türkçenin artık kendi tarihini kurmaya başladığı, diğer dillerden
farklılaştığı, ama hâlâ yazının olmadığı bir dönemdir. Bugün elimizde bu döneme
ait doğrudan belgeler olmasa da, Türk dilinin bugünkü yapısını anlamak için bu
evreye teorik bir gerçeklik olarak bakmak kaçınılmazdır.
Ana Türkçe Dönemi
(Proto-Türkçe)
Türkçenin tarihsel
köklerini anlamada önemli eşiklerden biri, Ana Türkçe Dönemidir. Bu dönem,
dilin artık tamamen bağımsız bir yapıya kavuştuğu, temel söz dizimi, ses düzeni
ve ek yapısının kurulduğu, yani Türkçenin kendine özgü dilsel kimliğini
kazandığı evredir. Bilim dünyasında bu dönem genellikle Proto-Türkçe
olarak adlandırılır. Proto-Türkçe, hem ses bilimsel hem de yapısal açıdan,
bugün bilinen bütün Türk lehçelerinin ortak atası sayılır. Ne var ki bu döneme
ait de elimizde doğrudan yazılı belgeler yoktur; daha sonra ortaya
çıkacak olan yazılı metinlerdeki ortaklıklar, bu dönemin varlığını teorik
olarak inşa etmeyi mümkün kılar.
Ana Türkçe Dönemi,
Türkçenin artık Moğolca, Tunguzca gibi dillerden ayrılıp tek başına bir dil
olarak geliştiği; ama henüz farklı lehçelere bölünmeden önceki safhayı temsil
eder. Bu nedenle dönem, birliğin ve bütünlüğün dili olarak anılabilir.
Bu birliğin göstergesi, daha sonra farklı coğrafyalarda gelişecek lehçelerde
görülen ortak dilsel yapılarda gözlemlenir: zamir sistemleri, fiil kökleri,
bazı temel kelime hazineleri, çoğul ve iyelik ekleri gibi yapılar bu dönemde
şekillenmiş ve ortak kalıplar hâlinde tüm Türk lehçelerine yayılmıştır.
Dilbilimciler,
Proto-Türkçenin ses sistemini ve yapı özelliklerini, çağdaş Türk lehçeleri ile
en eski yazılı metinler (özellikle Orhun Yazıtları) arasında karşılaştırmalar
yaparak yeniden yapılandırır. Örneğin, bugünkü Türkçedeki el, su, ay, yol
gibi temel sözcüklerin pek çoğu, izleri Proto-Türkçeye dek sürülebilecek kadar
eski yapılardır. Ayrıca yüklem sonlu cümle yapısı, kişi zamirleri, belirtme ve
yönelme hâl ekleri gibi dil ögeleri, bu dönemin kalıcı izlerini taşır.
Bu dönemde Türkçe hâlâ
sözlü kültürün taşıyıcısıdır. Destanlar, atasözleri, törensel söylemler ve
mitolojik anlatılar bu sözlü kültürün temel yapı taşlarını oluşturur. Dilin
anlatım gücü bu dönemde biçimlenmeye başlar; halkın doğayla, zamanla, ölümle ve
kutsallıkla kurduğu ilişki dile siner. Dolayısıyla Proto-Türkçe bir kültürel
bilinç taşıyıcısıdır.
Ana Türkçe Dönemi
Ana Türkçe Dönemi'nin
coğrafi olarak Orta Asya'nın bozkırlarında, tarihsel olarak ise milat
civarında, yani yaklaşık MÖ 1. yüzyıl ile MS 2. yüzyıl arasında
şekillendiği varsayılmaktadır. Bu dönem, çok büyük ihtimalle Hun
konfederasyonları dönemine karşılık gelir. Her ne kadar Hunlara ait elimizde
yazılı belgeler bulunmasa da, onların konuştuğu dilin, Ana Türkçe ile birebir
örtüştüğü ya da doğrudan onun devamı olduğu düşünülür.
Bu dönemin bir başka
önemli yönü, henüz lehçelere ayrılma sürecinin başlamamış olmasıdır. Türkçenin
kuzey, batı ve güney kollarına bölünmesi ileriki yüzyıllarda gerçekleşecektir.
Bu yönüyle Ana Türkçe Dönemi, bütün Türk lehçelerinin ortak anası,
evrensel kaynağı olarak değerlendirilir. Bu dönemden itibaren Türkçe, bir
halkın dili olarak coğrafyaları ve yüzyılları aşacak bir dil ailesinin
çekirdeği hâline gelmiştir.
Ana Türkçe Dönemi,
Türkçenin genetik kodlarını taşıyan ve daha sonra doğacak tüm dil kollarına
temel teşkil eden bir aşamadır. Her ne kadar yazısız ve teorik bir dönem olsa
da; bu dönemde kurulan dilsel yapı, Orhun’dan İstanbul Türkçesine, Kazak
bozkırlarından Hakas dağlarına kadar uzanan geniş Türk dil coğrafyasının ana
harcıdır.
Eski Türkçe Dönemi
Türk dilinin uzun ve
katmanlı tarihî seyri içinde en anlamlı sıçrama noktalarından biri, Eski
Türkçe Dönemi ile başlar. Çünkü bu dönem, Türkçenin artık yalnızca sözlü
bir iletişim aracı değil, yazı ile buluşmuş bir kültür dili hâline geldiği
evredir. Yazının tarihe düşürdüğü ilk Türkçe cümleler, ilk edebî ifade
biçimleri, ilk felsefî ve dinî içerikler bu dönemle birlikte görünürlük
kazanır. Böylece Türk dili, insan belleğinin en kadim taşıyıcısı olan yazı
sayesinde artık izlenebilir, belgelenebilir, korunabilir bir hâl alır. Bu
yönüyle Eski Türkçe Dönemi, Türk kimliğinin, inancının, düşüncesinin ve estetik
duyarlığının yazılı belleğidir.
Eski Türkçe Dönemi,
yaklaşık olarak 6. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar uzanır. Bu dört yüzyıllık
süreç, içerdiği kültürel değişimlerle birlikte kendi içinde de iki temel kola
ayrılır: Göktürkçe ve Uygurca. Her iki kol da yazı dili olarak
kullanılmış; hem devlet belgelerinde hem de edebî-dinî metinlerde yer almıştır.
Dönemin başlangıcını
simgeleyen en önemli kaynaklar, Göktürk Yazıtları ya da bilinen adıyla Orhun
Abideleridir. 8. yüzyılda dikilen bu taş yazıtlar, dünya tarihinin de en
erken millet-devlet-belge ilişkilerinden birini yansıtır. Tonyukuk, Bilge Kağan
ve Kül Tigin adına dikilen bu yazıtlar, sade, özlü, etkileyici bir Türkçe ile
yazılmıştır. Söz konusu metinlerde kullanılan dil; eylem merkezli, güçlü bir
söz dizimine sahip, sözcük seçimi bakımından özenli ve devlet bilinciyle
yoğrulmuş bir anlatıdır. Yazıtlarda kullanılan alfabe ise Türklerin kendilerine
özgü olarak geliştirdiği Göktürk (runik) yazısıdır.
Göktürkçenin ardından
gelen ikinci önemli yazı dili kolu, Uygur Türkçesidir. Bu dönem,
Türklerin Maniheizm, Budizm ve kısmen Hristiyanlık gibi dinlerle tanıştığı;
dinî metinlerin çevrildiği ve üretildiği kültürel bir dönüşüm devresidir. Uygur
Türkçesi, Göktürkçeye göre daha didaktik, kavramsal ve soyut anlatımlara
açıktır. Metinler arasında dua kitapları, öğütler, felsefî metinler ve
tercümeler öne çıkar. Bu dönemde kullanılan alfabeler de çeşitlenir; Uygur
alfabesi, Soğdca, hatta bazı metinlerde Brahmi ve Süryani
kökenli alfabeler bile kullanılmıştır.
Eski Türkçe Dönemi'nin
temel özelliklerinden biri, Türkçenin dil yapısının son derece oturmuş
olmasıdır. Ünlü uyumu, eklemeli yapı, eylem zenginliği, tamlama sistemleri ve
cümle kuruluşları bu dönemde artık kalıplaşmış ve ileriki yüzyıllara miras
bırakılmıştır. Ayrıca yazı dili, yalnızca siyasi veya dinî metinlerle sınırlı
kalmaz; gündelik yaşamdan, ticaretten, eğitimden, hatta tıbba dair metinler de
bu dönemde kayda geçmeye başlamıştır. Bu da dilin işlevsel ve kapsamlı bir
araca dönüştüğünün kanıtıdır.
Göktürkçenin millî
karakteri ile Uygurcanın kültürel-dinî çeşitliliği, bu döneme iki farklı yüz
kazandırır: biri devletin dili, diğeri ise kültürün dili olarak
Türkçenin zenginliğini ortaya koyar. Bu çift yönlü gelişim, daha sonra
İslâmiyet etkisiyle şekillenecek olan Orta Türkçe döneminin de temellerini
hazırlar.
Orta Türkçe Dönemi
Eski Türkçe Dönemi'nin
ardından gelen Orta Türkçe Dönemi, Türkçenin tarihindeki önemli noktalarından
biridir. Çünkü bu dönem, dilin evrimi açısından; Türk milletinin inanç,
coğrafya ve kültür değişimleriyle şekillenen dil kimliğini ortaya koyar.
Eski Türkçenin sadeliği ve yekpareliği, Orta Türkçede yerini çeşitliliğe,
çoğulluğa ve farklı yazı dillerine bırakır. Bu dönem, Türklerin İslamiyet’le
tanıştığı ve bu yeni inanç sisteminin dil üzerindeki etkisinin derinden
hissedildiği bir geçiş sürecidir.
Orta Türkçe Dönemi
yaklaşık olarak 11. yüzyıldan 15. yüzyılın sonlarına kadar uzanır. Bu
süreçte Türk dili, Anadolu’dan Mısır’a, Kuzey Karadeniz’den Hindistan’a kadar
çok geniş bir coğrafyada konuşulan ve yazıya geçirilen çok merkezli bir dil
hâline gelir. Dolayısıyla bu dönem, tarihî, coğrafî ve kültürel
koşullarda gelişmiş birden fazla yazı dilinden oluşur. Bu yazı dilleri
arasında en belirgin olanlar: Karahanlı Türkçesi, Harezm Türkçesi, Kıpçak
Türkçesi, Çağatay Türkçesi ve Eski Anadolu Türkçesidir.
Karahanlı Türkçesi
Orta Türkçenin ilk
evresini oluşturan Karahanlı Türkçesi, 11. ve 12. yüzyıllarda Karahanlı
Devleti sınırları içinde kullanılmıştır. Dönemin en seçkin eserleri, hem
Türk dilinin edebî gücünü hem de İslamî kavramların Türkçeleşme sürecini gözler
önüne serer. Bu dönemin başlıca metinleri:
- Kutadgu Bilig
(Yusuf Has Hacib): Ahlak, siyaset ve adalet üzerine yazılmış mesnevi.
- Divânu Lügati’t-Türk
(Kaşgarlı Mahmud): Türk lehçelerini Araplara tanıtmak için yazılmış bir
sözlük ve kültür hazinesi.
- Atabetü’l-Hakâyık
(Edip Ahmet Yükneki): Dini-ahlaki öğüt kitabı.
- Divân-ı Hikmet
(Ahmed Yesevî): Tasavvufi halk diliyle yazılmış şiirler.
Bu eserlerdeki dil,
Göktürkçe mirasını taşırken aynı zamanda Arapça ve Farsçanın etkisiyle de
tanışmaktadır. Kelime kadrosu zenginleşmekte, soyut kavramlar işlenmekte, dinî
terminoloji Türkçeye uyarlanmaktadır. Bu dönem, Türkçenin İslam
medeniyetiyle birleştiği ilk büyük yazı evresidir.
Harezm Türkçesi
13. ve 14. yüzyıllarda
Harezm bölgesinde yazılmış metinlerde görülen bu dil,
Karahanlı Türkçesi ile Çağatay Türkçesi arasında köprü niteliğindedir. Harezm
Türkçesi, dil yapısı bakımından Karahanlı mirasını sürdürmekle birlikte, artık Arapça-Farsça
unsurların belirgin şekilde arttığı bir yazı dilidir. Bu dönem metinlerinde
dil, daha karmaşık ve ağır bir yapıya evrilmektedir.
Kıpçak Türkçesi
Kuzey Türklerinin
(özellikle Altın Orda çevresi) kullandığı yazı dilidir.
13. yüzyıldan itibaren Mısır'da Memlûkler aracılığıyla da etkili olmuştur.
Kıpçak Türkçesi, özellikle sözlükler, gramer kitapları ve dînî metinlerle öne
çıkar. Bu dönemde Arapça ve Farsçanın etkisi yine güçlüdür, ancak söz dizimi
bakımından daha canlı ve halk diline yakındır. Önemli eserlerden biri, Kıpçakça-Arapça
sözlüklerdir. Memlûk sarayında Kıpçakça hem iletişim hem eğitim dili
olmuştur.
Çağatay Türkçesi
14. yüzyılın sonundan 20.
yüzyıla kadar Orta Asya’da etkili olmuş edebî yazı dilidir.
Timur Devleti ve sonrasında birçok hanlıkta resmî yazı dili olarak
kullanılmıştır. Çağatayca, özellikle Ali Şîr Nevâî ile zirveye ulaşmış;
bu dilde felsefî, bilimsel ve edebî metinler yazılmıştır. Nevâî’nin eserleriyle
birlikte Çağatay Türkçesi, Türk dilinde şiirin ve düşüncenin yüksek bir
estetik seviyeye ulaştığı güçlü bir edebiyat geleneği oluşturmuştur.
Eski Anadolu Türkçesi
Orta Türkçe döneminin Anadolu’daki
uzantısıdır. Selçuklu ve Beylikler döneminde oluşmaya başlayan bu yazı
dili, özellikle 13. yüzyıldan itibaren gelişmiştir. Yunus Emre, Aşık Paşa, Hoca
Mesud gibi isimlerle şekillenen Eski Anadolu Türkçesi, halkla bütünleşmiş;
tasavvufi ve didaktik temaların işlendiği sade ama güçlü bir anlatıma
kavuşmuştur. Bu dil kolu, daha sonra Osmanlı Türkçesinin temelini
oluşturacaktır.
Orta Türkçe Dönemi, Türk
dil tarihinde bir çoğalma devridir. Türkçenin farklı coğrafyalarda, farklı
tarihî şartlarla yoğrulmuş lehçeleri; kendi iç mantığıyla evrilerek, hem yazı
dili hem kültür dili olma yolunda ilerler. Bu dönem, İslamlaşan, şehirleşen,
devletleşen Türk dünyasının dildeki yansımasıdır. Arap harfleri, Arapça ve
Farsça kelime hazinesi, dilin ifade dünyasını genişletmiş; ama bu genişleme,
Türkçenin kök sesini bütünüyle bastıramamıştır.
Orta Türkçe Dönemi, Türk
dilinin hem çoğul kimliğe kavuştuğu hem de kültürel ve estetik açıdan
zenginleştiği bir çağdır.
Yeni Türkçe Dönemi
Türkçenin tarihsel
yürüyüşünde Orta Türkçenin ardından gelen ve yaklaşık 16. yüzyıldan 20.
yüzyıl başlarına kadar süren dönem, Yeni Türkçe Dönemi olarak adlandırılır.
Bu dönem, hem dilin iç yapısında hem de yazı dili geleneklerinde derin
dönüşümlerin yaşandığı bir çağdır. Artık Türkçenin lehçeleri kesin çizgilerle
birbirinden ayrılmış; her biri farklı coğrafyalarda, farklı kültür çevrelerinde
gelişen bağımsız yazı dillerine dönüşmüştür. Bu lehçeler kimi zaman siyasal,
dinî, estetik ve tarihsel yönelişlerle de farklı kimlikler kazanmıştır.
Yeni Türkçe Dönemi’nde birbirine
akraba ama bağımsız yaşayan çok sayıda Türk dilinden söz edebiliriz. Bu
dillerin her biri, kendi toplumsal çevresi, tarihsel gelişimi ve kültürel
geleneğiyle Türk dil ailesi içinde özgün bir yer edinmiştir.
Bu dönemin en belirgin
yönü, dilin farklı bölgelerde farklı siyasi güçlerin himayesinde
şekillenmesidir. Örneğin:
- Osmanlı Türkçesi,
Anadolu ve Balkanlar’da, klasik Arap-Fars edebiyatının etkisiyle gelişmiş;
divan şiirinden tarih yazıcılığına kadar zengin bir edebî gelenek
oluşturmuştur.
- Çağatay Türkçesi,
Orta Asya’da Timurlu, Şeybanî ve Babürlü saraylarında klasik edebiyat dili
olmayı sürdürmüştür. Ali Şîr Nevâî’nin açtığı çığır, yüzyıllar boyunca
devam etmiştir.
- Kıpçak grubu dilleri,
Kazan, Kırım ve Nogay çevrelerinde daha çok halk dili ve dinî metinlerle
beslenmiştir. Kimi yerlerde Arap harfli metinler yazılmış; kimi yerlerde
yerel alfabeler kullanılmıştır.
- Sibirya ve Altay coğrafyasındaki Türk
lehçeleri, yazılı gelenekten büyük oranda uzak
kalmış; sözlü edebiyat biçimleriyle yaşamaya devam etmiştir.
Bu dönemde yazı dilleri
daha rafine ve seçkin bir yapıya kavuşurken, halk dili ile yazı dili arasındaki
mesafe de artmıştır. Özellikle Osmanlı sahasında, halkın konuştuğu Türkçeyle
yazılan divan edebiyatı arasında büyük bir ayrım meydana gelmiştir. Bu ayrım,
ilerleyen yüzyıllarda sadeleşme hareketlerine zemin hazırlayacak kadar
derinleşmiştir.
Yeni Türkçe Dönemi aynı zamanda, Türkçenin çok dilli, çok katmanlı bir kültürel ortamla iç içe geçtiği bir çağdır. Bu dönem boyunca yazı dili Arap harfleriyle yazılmış, kelime dağarcığına Arapça ve Farsça kökenli binlerce kelime girmiştir. Bu dış etkileşim Türkçeyi, dönemin ifade ihtiyaçlarına göre biçimlendiren bir süreç olarak görülmelidir. Zira aynı zamanda bu dönem, şiirde incelik, nesirde kıvraklık, anlatıda derinlik taşıyan klasik metinlerin yazıldığı bir çağdır.
Özellikle 19. yüzyılda
Batı etkisinin artmasıyla birlikte, dilde yeni bir dönüşüm başlar. Gazetecilik,
çeviri faaliyetleri ve eğitimdeki yenilikler, halk diliyle yazı dilini
birbirine yaklaştırma çabalarını beraberinde getirir. Tanzimat’tan itibaren
dilde sadelik arayışı, Yeni Türkçenin son yüzyılını, Modern Türkçenin
habercisi kılar.
Modern Türkçe Dönemi
Türkçenin binlerce yıllık
serüveni, 20. yüzyılla birlikte yeni bir evreye girer: Modern Türkçe Dönemi.
Bu dönem bir milletin kimliğini, hafızasını, dünya görüşünü ve gelecek
tahayyülünü yeniden kurma çabasının dildeki yansımasıdır.
Modern Türkçe Dönemi,
yaklaşık olarak 20. yüzyılın başlarından günümüze kadar uzanır. Dönemin
başlangıcında Osmanlı Türkçesi, ağır Arapça-Farsça etkisinde, seçkin bir yazı
dili olarak varlığını sürdürmekteydi; halkla arasında uçurum vardı. Bu
uçurum, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında başlayan sadeleşme
hareketleriyle fark edilmiş; Tanzimat yazarları, gazeteciler ve aydınlar
tarafından dillendirilmeye başlanmıştı.
Cumhuriyet’in ilanıyla
birlikte bu süreç sistematik hâle geldi. 1928’de gerçekleştirilen Harf
İnkılâbı, geçmişle bağların yeniden tanımlanması, geleceğe yön verecek yeni
bir kültür inşasının başlangıcıydı. Arap harfleri yerini Latin alfabesine
bırakırken, eğitimden basına, hukuktan edebiyata kadar her alan bu dönüşümden
etkilendi.
Harf devrimini, Türk
Dil Kurumu’nun kurulması (1932) izledi. Dilin sadeleşmesi, arılaşması,
millîleşmesi için devlet eliyle başlatılan bu hareket, Türkçeye girmiş Arapça
ve Farsça kökenli kelimeleri ayıklamayı, onların yerine ya eski Türkçe
köklerden ya da yeni türetmelerle karşılıklar üretmeyi hedefliyordu.
Modern Türkçe Dönemi
yalnızca Türkiye ile sınırlı değildir. 20. yüzyıl boyunca Sovyetler Birliği'nin
egemenliği altında kalan Türk lehçeleri de bu dönemde derin dönüşümler
yaşamıştır. Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan
gibi Türk cumhuriyetlerinde, Türk lehçeleri zaman zaman Kiril alfabesiyle,
zaman zaman Latin ya da Arap harfleriyle yazılmış; lehçeler ulusal diller
hâline getirilmiş; her biri kendi eğitim ve edebiyat sistemini geliştirmiştir.
Sovyet baskısından
kurtulan bu ülkeler, 1990’lardan itibaren Türk dilinin bağımsız kimliğini
yeniden kurma sürecine girmiştir. Bugün her biri, kendi ulusal Türkçesini
yaşatmakta; eğitim, yayıncılık ve dijital iletişim alanlarında gelişim
göstermektedir
Teknolojinin gelişmesiyle
birlikte Türkçe de değişmiş, zenginleşmiş, çeşitlenmiştir. Günümüzde Türkçede
dijital dil, sosyal medya jargonu, küresel etkilerle biçimlenen melez kelime
kullanımları ve yeni anlatım biçimleri hızla yaygınlaşmaktadır. Tüm bu
değişimlere rağmen Türkçe, kök yapısını korumakta; geçmişinden gelen esneklik
ve üretkenlikle kendini her çağda yeniden var etmektedir.
Bu dönem, Türkçenin
modern toplumlarla, bilimle, teknolojiyle, bireysel ifade biçimleriyle
buluştuğu bir evreyi temsil eder.