İnsanın Yalnızlığı
Bir yazar yalnızca kendi hayal dünyasında yaşayan biri değildir. O, ülkesinde ve dünyada yaşayan milyonlarca insanın acısını da sırtında taşır. Gözlem yapar; ama sadece bakmaz, görür. Gördüklerinin yüküyle ruhsal bir ızdırap çeker. Olan biten karşısında ne yapılabileceğini, bu acılarla nasıl baş edilebileceğini düşünür durur. Sağlıklı bir zihne, duyarlı bir vicdana sahip biri, çarpıklıkların tam ortasında yaşarken fazlasıyla yorulur.
Düşünen insan, sustuğunda bile içten içe kanayan bir vicdanın temsilidir. Ne bir grubun adamıdır ne de kalabalıklardan alkış bekler. Oysa onun aksine, bazıları toplumun omuzlarına basa basa yükselir. Parlak cümlelerin, sahte belgelerin, göz boyayan anlatıların arkasına saklanarak...
Bizim ülkemizde yıllardır yaşananlara dışarıdan, temiz bir bilinçle bakmak bile başlı başına bir ruhsal sınavdır. Dinî söylemlerle iktidara gelenler, halkın inancını bir araç gibi kullanarak güç devşirdiler. Evet, bu toprakların büyük bir kısmı Müslüman’dı ve onlar bu inancı ustalıkla istismar ettiler. Sonra ardından gelenler: sahte diplomalarla süslenen kariyerler, yalanların üzerine inşa edilen başarı öyküleri, görkemli yolsuzluklarla örtülen gerçekler... Ve toplum, tüm bunları gördü. İçten içe parçalandı. Bazıları bu çürümüşlüğün yarattığı derin hayal kırıklığıyla inancından bile uzaklaştı.
Ama mesele bu da değil aslında. Dine inanıp inanmamak sadece bir sonuçtur. Esas sorun, hakikatin yozlaşmasıdır. İnanç bile, bu yozlaşmanın bir parçası hâline getirilmiştir.
Her şey masum başlar. Saf niyetlerle, temiz sözlerle. Ama sonra yön değişir. Sapmalar başlar. En kötüsü de, onlara karşı çıkanların zamanla benzer bir zihniyete bürünmesidir. "Benim gibi değilsen yaşama hakkın yok" diyenlerin sayısı hiç de az değildir artık. Bir kutbun içinden çıkanlar, başka bir kutbun karanlığına savrulur. Olan yine hakikate, adalete, insana olur.
Başlangıçta temizdir niyetler; gözler arınmıştır önyargılardan, kalp açıktır anlamaya. Ama zamanla kelimeler sertleşir, ifadeler keskinleşir, hakikat tekleşir. Sonra bir ses yükselir: "Benim inandığım en doğrudur." Bu ses çoğalır, büyür, hükmetmeye başlar. Ve masumiyet, yerini propaganda ruhuna bırakır. Artık hakikat değil, aidiyet önemlidir.
Ve bu yalnızca inanç ya da siyaset alanı için geçerli değildir. Hemen her yerde aynı kısır döngü var: Masum başlıyor, sonra yozlaşıyor. Ve sonunda "Benim gibi değilsen ötekisin" anlayışı hâkim oluyor. İnsanlar ötekini dışlıyor, bastırıyor, zamanla nefret etmeye başlıyor.
Gerçek çözüm, sürekli tazelenen bir bilinçte, yıpranmış olanı söküp atmaktan korkmayan bir cesarette yatar. Kendini sorgulayan, gerekirse kendine bile karşı çıkan bir arayışta...
Ben acı çekiyorum. Her gün sokakta gördüğüm insan için, uzak bir şehirde yok sayılan bir çocuk için, sosyal ve sınıfsal adaletsizlik için, inandığı şey yüzünden dışlanan, hor görülen herkes için. Tüm insanlığın acısını taşıyorum içimde. Çünkü ne zaman tarihe dönüp baksam ve tabii ki bugünüme, bir azınlığın yaptığı hatalara büyük kitlelerin nasıl boyun eğdiğini görüyorum. Bir avuç insan karar veriyor; milyarlarca insan ya susuyor ya da mecburen kabulleniyor.
Bu, vicdanı paramparça eden bir durum. İnsan en çok elinden bir şey gelmediğinde acı çeker. Gerçek bir vicdani yüceliş işte tam da burada başlar: Başkaları için de acı çekmeye başladığında; susmak yerine, yıpranmayı göze alarak konuştuğunda.