15 Nisan 2025 Salı

Kaybolmuş İnsan, Sessiz Rehberler

 



Kaybolmuş İnsan, Sessiz Rehberler

Modern zamanlar, insanın ruhuna geniş bir boşluk çizdi. Her şey hareket hâlindeyken, insan durdu. Zamanın, beklentilerin ve başarıya yüklenen yapay anlamların gerisinde kaldı. Kendini, yönünü, nedenini unuttu. Bir gölge gibi, neye ait olduğunu bilmeden var olmaya çalıştı.

Bir zamanlar anlam arıyordu insan. Şimdi ise anlamdan çok uzak, sorularla sarhoş bir hâlde dolaşıyor. Düşünceleri, daha filizlenemeden yok oluyor zihninde. Yaşam, bir yarış pistine dönüştü ama insan, başlangıç çizgisini bile unuttu. Ne için var olduğunu sorarken, neden bu kadar yalnızlaştığını fark edemez oldu.

Oysa yalnız mıydı gerçekten?

Yeryüzünde yalnız olmayan bir varlık varsa, o da insandır. Ama insan, yalnız olmadığını unuttu. Gördüğünü sandığı hâlde görmeyen, dokunduğu hâlde hissedemeyen bir varlık hâline geldi. Yanı başında duran sadakati, sıcaklığı, sükûneti fark edemez oldu. Belki de yitirilen, sadece yön değildi, insan görme yetisini kaybetti.

Sabahın serinliğinde bir kuşun ötüşü, insana ne söyler? Bir kedinin, sokak köşesinde kıvrılıp uyurken bıraktığı o minik iz ne anlatır? Bir köpeğin gözlerinde yanan sadakat, hangi sessiz yaraya dokunur?

Hayvanlar konuşmaz. Ama sustukları yerde, insanın en çok ihtiyacı olan şeyi fısıldarlar: İz ve yön.

İnsan, içindeki boşluğun farkına vardığında bir kuşun kanadında hatırlayabilir eski bir düşü. Belki çocukken gökyüzüne bakarken kurduğu o hayali. Bir kedinin huzurlu uykusunda, çoktan unuttuğu bir iç sükûtun hatırası yankılanabilir. Bir köpeğin bakışında, yitirdiği güvenin sıcaklığı kalabilir.

Hayvanlar anlamı aramazlar. Ama anlamı yaşayan varlıklardır. Onlar, sorgulamazlar; hissederler. İnsanın kaybolmuşluğuna karşı, bir pusula gibi dururlar. Yerlerini bilerek, zamanlarını umursamadan, sadece var olarak. İnsan için bu ‘‘varlık’’ hâli bir armağandır. Çünkü kaybolmuş biri için en büyük hediye, yönünü gösteren bir sessizliktir.

İnsan bazen bir köpeğin başını okşarken, kendisine dokunur. Bir kediyi izlerken, kendi iç dünyasında dolaşır. Bir kuşun uçuşunu seyrederken, yitirdiği özgürlük duygusunu hatırlar. Belki de bu yüzden hayvanların yanında olmak, ruhu iyileştirir.

Çünkü hayvanlar insanı yargılamaz. Onlar, insanın ne olduğunu değil, kim olduğunu hisseder. Sevgiyi bilirler, korkuyu sezerler, güveni taşırlar. Oysa insan, kendi içinde bile kendine güvenemez olmuşken, bir köpeğin ona koşulsuz bağlanışı, başlı başına bir mucizedir.

İnsan içindeki boşlukla yüzleşmeye karar verdiğinde, o boşluğu dolduracak sözleri dışarıda aramamalı. Belki de bir kedinin sessizce yürüyüşü, bir köpeğin sabırla bekleyişi, bir kuşun gökyüzüne yükselişi… Bunlar, sözsüz dualardır. Anlam arayışındaki insan için yol haritası gibi duran, sessiz ama güçlü işaretlerdir.

Hayvanlar hep oradaydı. Ve orada olmaya devam edecekler. İnsan, yoldan ne kadar saparsa sapsın, bir kuşun ötüşüyle geri çağrılacak. Bir kedinin bakışıyla kendine dönecek. Bir köpeğin varlığıyla ‘‘buradayım’’ diyebilecek.

Çünkü bazen en doğru yol, en sessiz bakışlarda saklıdır.

Kaybolmuş İnsan, Aynasız Ruhlar Şehrinde

Bir şehir düşün. Herkesin yüzü var ama kimsenin aynası yok. Herkesin sesi var ama kimse birbirini duymuyor. Herkes birbirine dokunacak kadar yakın ama kimse kimseye değmiyor. İşte insan, böyle bir şehirde yitirdi kendini.

Kalabalıkların ortasında yalnız kalan insan, aslında yalnızlığını bir başkasının varlığıyla değil, kendi iç sesiyle fark eder. Ancak modern şehir, bu iç sesi boğan duvarlarla çevrilidir. Betonlar, reklam panoları… Hepsi insanın kendiyle baş başa kalmaması için inşa edilmiş gibidir.

İnsan bir vakitler başka bir yüzün aynasında kendini görürdü. Bir tebessümde yerini, bir bakışta değerini hatırlardı. Şimdi ise göz göze gelmek bile bir endişeye dönüştü. Çünkü göz göze gelmek, bir şeyi hatırlatır: kendimizi. Ve insan, artık kendisini görmek istemiyor.

Kaybolmuş insan, başkalarının hikâyesine dokunmadan kendi hikâyesini yazmaya çalışıyor. Oysa anlam, temasla çoğalır. Bir selamda, bir omuzda, bir suskunlukta… Ama şehir artık böyle anların üstüne perde çekti. Kalabalıklar koşuyor, nefes almadan, birbirinin yüzüne bakmadan… Herkes bir yere yetişmeye çalışıyor ama kimse nereye gittiğini bilmiyor.

Aynası olmayan bir şehirde, insan yüzünü unutur. Unuttuğu yüz, zamanla silikleşir, bir gölgeye dönüşür. İşte o zaman insan kaybolur. Çünkü insan, ancak diğer yüzlerde kendini tanır. Ama aynalar kırılmışsa, görüntü dağılır. Biri sorsa şimdi insana: ‘‘Kimsin?’’ diye. Cevabı gecikir. Çünkü kim olduğunu hatırlamak için önce bir başka gözde yansımasını görmesi gerekir.

Kaybolmuş insan, bazen sokakta yürüyen bir çocuğun kahkahasında, bazen bir pencereden sarkan bir çiçekte kendine ait bir parça bulur. Ama hemen sonra geçip gider o an. Çünkü şehir, bu fark edişleri uzun süre taşımaya izin vermez. Gürültü bastırır, ekranlar unutturur. Peki, çıkış yolu nerede? Belki de aynası olmayan şehirde insan, önce kendi içinde bir ayna yapmalı. Bir yansıma aramamalı, bir yankı bulmalı. İçinde henüz tamamen susmamış olan sesi dinlemeli. Sessizliğin içinde kalan o küçük, kırılgan sesi.

İnsan kendini yeniden hatırlamak için başka bir insana ihtiyaç duyar. Ama o insan bazen bir yabancı da olabilir. Bir durakta bekleyen yaşlı bir kadın, parkta kitap okuyan bir genç, gözleriyle ‘‘anlıyorum seni’’ diyen biri.

Belki de bu yüzden, kaybolmuş insan hâlâ bulunabilir.

Kaybolmuş İnsan, İç Sesin Susturulduğu Yerde

İnsanın en derin sesi, dış dünyanın en sessiz anlarında konuşur. Ama modern yaşam bu sessizliği sevmez. Çünkü sessizlik, insanın kendine yaklaşma ihtimalini doğurur. Oysa her şey insanı kendinden uzaklaştırmak için tasarlanmıştır. Bildirimler, ekranlar, gürültü, hız, zorunluluklar… İçimizde bir ses vardı, usulca konuşan, bizden başka kimsenin duyamayacağı bir ses. Şimdi ise o ses, bastırılmış bir çığlığa dönüştü. Ve bu çığlık artık içimizde yankılanmıyor.

İç ses sustuğunda, insan kendini sadece dışarıdan tanımlamaya başlar. Ne söylediğine değil, nasıl göründüğüne bakar. Ne hissettiğine değil, nasıl algılandığına odaklanır. O iç ses bir zamanlar vicdandı, yön bulucuydu, duaydı belki.

İnsan içinden gelen sesi susturduğunda, yönünü kaybeder. Çünkü iç ses, insanın kendine olan sadakatidir. Kendi duygusuna ihanet eden biri, dünyaya sadakatle tutunamaz.

Kaybolmuş insan, kendi iç sesine yabancılaşmıştır. Çünkü dışarıdaki sesler daha baskın, daha parlak, daha kalabalıktır. Ama hiçbir zaman daha gerçek değildir.

İnsan bazen durmak ister. Sadece durmak. Ama durmak, artık bir suç gibi algılanır. Çünkü durmak, içe dönmektir. İçe dönmek, yüzleşmektir. Yüzleşmek, fark etmektir. Fark etmek, dönüşmektir. Ve dönüşmek… Zor olan budur. Çünkü bir kez dönüştüğünde, geri dönemeyeceğini bilir insan.

Kendi iç sesini yeniden duymak için, önce susması gerekir. Ama susmak, artık neredeyse mümkün değildir. Her şey bağırıyor. Her şey dikkat istiyor. Her şey kendi gerçeğini dayatıyor. Ve insan, en çok kendini susturuyor.

Ama iç ses asla tamamen ölmez. O bir tohumdur. Sessizce toprağın altında bekler. Bir bakış, bir an, bir hatırlayışla yeniden filizlenebilir. Bir sabah rüzgârında, bir şiirin kıyısında, bir ağacın gölgesinde…

Kaybolmuş insan, iç sesini tekrar bulduğunda, yön de bulur. Çünkü her yön arayışı, aslında kendine doğru yapılan bir yolculuktur. O yüzden, iç sesini susturduğu yerde duran insan, kendinden uzaklaşırken, yeniden kendine dönme ihtimalini de içinde taşır.

Ve belki de umut tam burada gizlidir.

İnsan, ne kadar kaybolmuş olursa olsun, içinden gelen o eski, tanıdık, yumuşak sesi duyduğu an, tekrar yürümeye başlar. Bu kez dışarıya değil, tam da unuttuğu yere: içeri doğru.

 

Herwıg Wolfram Germenler: Kökenleri ve Roma Dünyasıyla İlişkileri

Herwıg Wolfram Germenler: Kökenleri ve Roma Dünyasıyla İlişkileri  Herwıg Wolfram Germenler: Kökenleri ve Roma Dünyasıyla İlişkileri adlı ki...