Kaybolmuş İnsan, Sessiz Rehberler
Modern
zamanlar, insanın ruhuna geniş bir boşluk çizdi. Her şey hareket hâlindeyken,
insan durdu. Zamanın, beklentilerin ve başarıya yüklenen yapay anlamların
gerisinde kaldı. Kendini, yönünü, nedenini unuttu. Bir gölge gibi, neye ait
olduğunu bilmeden var olmaya çalıştı.
Bir
zamanlar anlam arıyordu insan. Şimdi ise anlamdan çok uzak, sorularla sarhoş
bir hâlde dolaşıyor. Düşünceleri, daha filizlenemeden yok oluyor zihninde.
Yaşam, bir yarış pistine dönüştü ama insan, başlangıç çizgisini bile unuttu. Ne
için var olduğunu sorarken, neden bu kadar yalnızlaştığını fark edemez oldu.
Oysa
yalnız mıydı gerçekten?
Yeryüzünde
yalnız olmayan bir varlık varsa, o da insandır. Ama insan, yalnız olmadığını
unuttu. Gördüğünü sandığı hâlde görmeyen, dokunduğu hâlde hissedemeyen bir
varlık hâline geldi. Yanı başında duran sadakati, sıcaklığı, sükûneti fark
edemez oldu. Belki de yitirilen, sadece yön değildi, insan görme yetisini
kaybetti.
Sabahın
serinliğinde bir kuşun ötüşü, insana ne söyler? Bir kedinin, sokak köşesinde
kıvrılıp uyurken bıraktığı o minik iz ne anlatır? Bir köpeğin gözlerinde yanan
sadakat, hangi sessiz yaraya dokunur?
Hayvanlar
konuşmaz. Ama sustukları yerde, insanın en çok ihtiyacı olan şeyi fısıldarlar:
İz ve yön.
İnsan,
içindeki boşluğun farkına vardığında bir kuşun kanadında hatırlayabilir eski
bir düşü. Belki çocukken gökyüzüne bakarken kurduğu o hayali. Bir kedinin
huzurlu uykusunda, çoktan unuttuğu bir iç sükûtun hatırası yankılanabilir. Bir
köpeğin bakışında, yitirdiği güvenin sıcaklığı kalabilir.
Hayvanlar
anlamı aramazlar. Ama anlamı yaşayan varlıklardır. Onlar, sorgulamazlar;
hissederler. İnsanın kaybolmuşluğuna karşı, bir pusula gibi dururlar. Yerlerini
bilerek, zamanlarını umursamadan, sadece var olarak. İnsan için bu ‘‘varlık’’
hâli bir armağandır. Çünkü kaybolmuş biri için en büyük hediye, yönünü gösteren
bir sessizliktir.
İnsan
bazen bir köpeğin başını okşarken, kendisine dokunur. Bir kediyi izlerken,
kendi iç dünyasında dolaşır. Bir kuşun uçuşunu seyrederken, yitirdiği özgürlük
duygusunu hatırlar. Belki de bu yüzden hayvanların yanında olmak, ruhu
iyileştirir.
Çünkü
hayvanlar insanı yargılamaz. Onlar, insanın ne olduğunu değil, kim olduğunu
hisseder. Sevgiyi bilirler, korkuyu sezerler, güveni taşırlar. Oysa insan,
kendi içinde bile kendine güvenemez olmuşken, bir köpeğin ona koşulsuz bağlanışı,
başlı başına bir mucizedir.
İnsan
içindeki boşlukla yüzleşmeye karar verdiğinde, o boşluğu dolduracak sözleri
dışarıda aramamalı. Belki de bir kedinin sessizce yürüyüşü, bir köpeğin sabırla
bekleyişi, bir kuşun gökyüzüne yükselişi… Bunlar, sözsüz dualardır. Anlam
arayışındaki insan için yol haritası gibi duran, sessiz ama güçlü işaretlerdir.
Hayvanlar
hep oradaydı. Ve orada olmaya devam edecekler. İnsan, yoldan ne kadar saparsa
sapsın, bir kuşun ötüşüyle geri çağrılacak. Bir kedinin bakışıyla kendine
dönecek. Bir köpeğin varlığıyla ‘‘buradayım’’ diyebilecek.
Çünkü
bazen en doğru yol, en sessiz bakışlarda saklıdır.
Kaybolmuş
İnsan, Aynasız Ruhlar Şehrinde
Bir
şehir düşün. Herkesin yüzü var ama kimsenin aynası yok. Herkesin sesi var ama
kimse birbirini duymuyor. Herkes birbirine dokunacak kadar yakın ama kimse
kimseye değmiyor. İşte insan, böyle bir şehirde yitirdi kendini.
Kalabalıkların
ortasında yalnız kalan insan, aslında yalnızlığını bir başkasının varlığıyla
değil, kendi iç sesiyle fark eder. Ancak modern şehir, bu iç sesi boğan
duvarlarla çevrilidir. Betonlar, reklam panoları… Hepsi insanın
kendiyle baş başa kalmaması için inşa edilmiş gibidir.
İnsan
bir vakitler başka bir yüzün aynasında kendini görürdü. Bir tebessümde yerini,
bir bakışta değerini hatırlardı. Şimdi ise göz göze gelmek bile bir endişeye
dönüştü. Çünkü göz göze gelmek, bir şeyi hatırlatır: kendimizi. Ve insan, artık
kendisini görmek istemiyor.
Kaybolmuş
insan, başkalarının hikâyesine dokunmadan kendi hikâyesini yazmaya çalışıyor.
Oysa anlam, temasla çoğalır. Bir selamda, bir omuzda, bir suskunlukta… Ama şehir
artık böyle anların üstüne perde çekti. Kalabalıklar koşuyor, nefes almadan,
birbirinin yüzüne bakmadan… Herkes bir yere yetişmeye çalışıyor ama kimse
nereye gittiğini bilmiyor.
Aynası
olmayan bir şehirde, insan yüzünü unutur. Unuttuğu yüz, zamanla silikleşir, bir
gölgeye dönüşür. İşte o zaman insan kaybolur. Çünkü insan, ancak diğer yüzlerde
kendini tanır. Ama aynalar kırılmışsa, görüntü dağılır. Biri sorsa şimdi
insana: ‘‘Kimsin?’’ diye. Cevabı gecikir. Çünkü kim olduğunu hatırlamak için önce bir başka gözde
yansımasını görmesi gerekir.
Kaybolmuş
insan, bazen sokakta yürüyen bir çocuğun kahkahasında, bazen bir pencereden
sarkan bir çiçekte kendine ait bir parça bulur. Ama hemen sonra geçip gider o
an. Çünkü şehir, bu fark edişleri uzun süre taşımaya izin vermez. Gürültü
bastırır, ekranlar unutturur. Peki, çıkış yolu nerede? Belki de aynası olmayan şehirde
insan, önce kendi içinde bir ayna yapmalı. Bir yansıma aramamalı, bir yankı
bulmalı. İçinde henüz tamamen susmamış olan sesi dinlemeli. Sessizliğin içinde
kalan o küçük, kırılgan sesi.
İnsan
kendini yeniden hatırlamak için başka bir insana ihtiyaç duyar. Ama o insan
bazen bir yabancı da olabilir. Bir durakta bekleyen yaşlı bir kadın, parkta
kitap okuyan bir genç, gözleriyle ‘‘anlıyorum seni’’ diyen biri.
Belki
de bu yüzden, kaybolmuş insan hâlâ bulunabilir.
Kaybolmuş
İnsan, İç Sesin Susturulduğu Yerde
İnsanın
en derin sesi, dış dünyanın en sessiz anlarında konuşur. Ama modern yaşam bu
sessizliği sevmez. Çünkü sessizlik, insanın kendine yaklaşma ihtimalini
doğurur. Oysa her şey insanı kendinden uzaklaştırmak için tasarlanmıştır.
Bildirimler, ekranlar, gürültü, hız, zorunluluklar… İçimizde bir ses vardı,
usulca konuşan, bizden başka kimsenin duyamayacağı bir ses. Şimdi ise o ses,
bastırılmış bir çığlığa dönüştü. Ve bu çığlık artık içimizde yankılanmıyor.
İç
ses sustuğunda, insan kendini sadece dışarıdan tanımlamaya başlar. Ne
söylediğine değil, nasıl göründüğüne bakar. Ne hissettiğine değil, nasıl
algılandığına odaklanır. O iç ses bir zamanlar vicdandı, yön bulucuydu, duaydı
belki.
İnsan
içinden gelen sesi susturduğunda, yönünü kaybeder. Çünkü iç ses, insanın
kendine olan sadakatidir. Kendi duygusuna ihanet eden biri, dünyaya sadakatle
tutunamaz.
Kaybolmuş
insan, kendi iç sesine yabancılaşmıştır. Çünkü dışarıdaki sesler daha baskın,
daha parlak, daha kalabalıktır. Ama hiçbir zaman daha gerçek değildir.
İnsan
bazen durmak ister. Sadece durmak. Ama durmak, artık bir suç gibi algılanır.
Çünkü durmak, içe dönmektir. İçe dönmek, yüzleşmektir. Yüzleşmek, fark
etmektir. Fark etmek, dönüşmektir. Ve dönüşmek… Zor olan budur. Çünkü bir kez
dönüştüğünde, geri dönemeyeceğini bilir insan.
Kendi
iç sesini yeniden duymak için, önce susması gerekir. Ama susmak, artık
neredeyse mümkün değildir. Her şey bağırıyor. Her şey dikkat istiyor. Her şey
kendi gerçeğini dayatıyor. Ve insan, en çok kendini susturuyor.
Ama
iç ses asla tamamen ölmez. O bir tohumdur. Sessizce toprağın altında bekler.
Bir bakış, bir an, bir hatırlayışla yeniden filizlenebilir. Bir sabah
rüzgârında, bir şiirin kıyısında, bir ağacın gölgesinde…
Kaybolmuş
insan, iç sesini tekrar bulduğunda, yön de bulur. Çünkü her yön arayışı,
aslında kendine doğru yapılan bir yolculuktur. O yüzden, iç sesini susturduğu
yerde duran insan, kendinden uzaklaşırken, yeniden kendine dönme ihtimalini de
içinde taşır.
Ve
belki de umut tam burada gizlidir.
İnsan,
ne kadar kaybolmuş olursa olsun, içinden gelen o eski, tanıdık, yumuşak sesi
duyduğu an, tekrar yürümeye başlar. Bu kez dışarıya değil, tam da unuttuğu
yere: içeri doğru.