15 Nisan 2025 Salı

Sözcüklerin Gölgelerinde

 





Sözcüklerin Gölgelerinde

Sözcükler, bazen fazla gelir. Bir şeyi ne kadar anlatmaya çalışırsan, o kadar kayar avuçlarından. Cümleler uzar, uzadıkça anlam incelir. Sonra o kırılgan ip kopar. Geriye, anlamaya çabalayan yorgun bir zihin ve suskun bir kalp kalır.

Kimseyi kırmamak için konuştuğum her cümlede biraz kendimden vazgeçtim. Kelimeleri eğip bükerek, anlamı kendime doğru çevirmeye çalıştım. Ama anlam, başkasının gözlerinde başka türlüydü. Hep öyle oldu. Düşüncelerimi incelikle örerken, onların duymak istediği sesi çıkarmak zorunda kaldım. Ve sonra fark ettim ki: bazen en hakiki kelime, söylenmeyendir. Bir duvar gibi yükseliyor suskunluk. Kimi zaman koruyor, kimi zaman hapsediyor. Ama her iki halde de başka bir dili doğuruyor: iç sesin dili. O ses, dış dünyanın kalabalığından geçip sana ait olan tek sığınağa ulaşır: kendine. Denemekle başlıyor her şey.


Anlatmakla, yanılmakla, yeniden başlamakla. Çünkü susmak sadece sessizlik değil; bazen beklemektir, bazen yorgunluk, bazen de sadece ‘anlaşılmamak’ korkusu. Ve biz, her kelimede biraz daha anlaşılmak isteriz. Ama anlaşıldığımızda bile, tam olarak görünmeyiz. Çünkü kelimeler, hep biraz eksik bırakır insanı. Belki de yazmak, tam da bu yüzden kıymetli.


Çünkü yazarken kimseyi ikna etmeye çalışmazsın. Yazarken kendini duymaya çalışırsın. Ve o uğraş, seni kelimelerle değil, sessizlikle tamamlar.

 

İçimizde Susan Biri Var

Bazen bir şey anlatmak istemem. Cümle kurmak, virgül koymak, noktaya varmak… yorucu gelir. Çünkü anlatmak, anlaşılma ihtimaline karşı duyulan kırılgan bir cesarettir. Ve ben çoğu zaman, bu cesareti içimde taşımam. Taşımam çünkü ne söylesem yarım kalıyor, ne yazsam tam ben olmuyor. İçimde bir suskun var. Konuşmayan, yazmayan ama hisseden biri. Kimi zaman gece yatağa uzandığımda, kimi zaman kalabalıkların ortasında bir anda beliriverir. ‘‘Boşuna’’ der. ‘‘Boşuna uğraşıyorsun. Kimse o kadar derine inmek istemiyor.’’ Ve haklıdır. Çünkü dünya artık hızlı, anlamak istemiyor ya da belki anlamak istese de derin olmayan gerçeği görmek istiyor. Herkes her şeyi biliyor gibi davranıyor ama kimse hiçbir şeyi tam duymuyor. Sözcükler, o yüzden bir çarpışma değil, bir kaçış alanı oldu. ‘‘İyiyim’’ demek, ‘‘anlatırsam da bir şey değişmeyecek’’ demek oldu. ‘‘Boş ver’’ demek, ‘‘yeterince kıymetli bulmayacaklar’’ demek. O yüzden ben de yazarken bile kelimeleri sakınıyorum. Bir sırrı açık etmenin utangaçlığıyla, bir yarayı kanatmamak için elini geri çeken biri gibi… Her satıra önce biraz suskunluk serpiyorum. Belki okuyan, o sessizlikte kendi sesini bulur diye. Belki durur, düşünür diye. İçimizde susan biri var. O, belki en çok konuşmak isteyenimizdir. Ama en çok o, susmanın ne kadar onurlu ve ne kadar yorgun bir şey olduğunu bilir. Belki de bu yüzden, yazmak içimizdeki o susanı yormamaktır.

 

Kim Konuşacak Bizim Yerimize?

Biz ne zaman sustuk, dünya biraz daha gürültüye gömüldü. Çünkü bizim susmamız, başkalarının daha çok konuşmasına yol açtı. Ve ne tuhaf… en çok susturulanlar, en doğru cümleleri içinde taşıyanlardı. Konuşmadılar. Çünkü inandılar ki; hakikat, yalnızlıkta yeşerir. Ama unuttular: yalnızlık çoğalırsa çürür. Bir gün, biri çıkıp bizim adımıza konuşacak sandık. ‘‘Birileri anlar, birileri savunur, birileri sahip çıkar’’ dedik. Ama olmadı. Sustuğumuz yerde eğreti cümleler büyüdü, Suskunluğumuzun yerini bağıran cehalet aldı. Şimdi dönüp kendime soruyorum: Ben konuşsaydım, ne değişirdi? Sesimi yükseltseydim, elim titremeseydi, ‘‘Bu da benim hikâyem’’ deseydim… Acaba o kalabalık, bir anlığına olsun susar mıydı?

Bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey var: Eğer biz konuşmazsak, bizim yerimize mutlaka birileri konuşur. Ve söyledikleri, bizim acımızı değil, kendi gündemlerinde olanlardır. Bizim suskunluğumuzun üzerine kendi hikâyelerini yazarlar. Sonra bir sabah uyanır, kendimizi hiç olmadığımız bir yerde, hiç olmadığımız gibi buluruz. İşte bu yüzden sormak zorundayım: Kim konuşacak bizim yerimize? Cevap belli aslında. Eğer biz konuşmazsak, hiç kimse. O yüzden susmanın da, konuşmanın da bedelini en çok biz ödeyeceğiz.

Sonunda Sessizlik de Bizi Bıraktı

Bir zamanlar sessizlik, sığınılacak bir yerdi. Kırıldığında içine dönülecek, yorulduğunda kalınacak, anlaşılmadığında derinleşecek bir yer. Ama şimdi…o bile bizi terk etti. Artık sustuğumuzda bile içimiz sessiz değil. Çünkü içimiz, yıllardır söylemediklerimizin yankısıyla çınlıyor. Ne zaman biri sustu, biz başka birinin çığlığına maruz kaldık. Ne zaman bir söz boğazda kaldı, başka bir söz onun yerini aldı. Ama bizim sözümüz değildi onlar. Başka diller, başka niyetler, başka gürültüler vardı o boşlukta.

Zamanla fark ettik: Sessizlik bile aitlik istermiş. Yani bir yere ait olduğunda anlam kazanırmış: Bir omzun sessizliğiyle bir duvarın sessizliği aynı değilmiş meğer. Bir annenin sustuğu gibi susamazmış bir yabancı.

Biz ne kadar susarsak susalım, o eski sessizlik dönmüyor geri. Çünkü artık her yer çok kalabalık. İçimizde bile kalabalığız.

Belki de bu yüzden en çok artık kendi iç sesimizden yorulduk. Çünkü içimizde kurulan cümleler bile başkalarının ses tonunda yankılanıyor.

Suskunluğun en hüzünlü hâli: Artık sussak bile, bu bir sükûnet halinde olmuyor. Bir boşluk, bir terk edilmişlik, bir anlam kaybı. O yüzden diyorum ki: Sonunda, sessizlik de bizi bıraktı. Çünkü biz onu hak ettiği gibi sahiplenemedik. Onu anlamadık. Onu paylaştıkça değersizleştirdik. Ve o da gitti.

Şimdi geriye ne kaldı biliyor musun? Ne konuşmalar ne susmalar. Sadece arada kalmış, tanımsız bir uğultu. Ne duyan var ne dinleyen. Belki de bundan sonra yeniden öğrenmeliyiz. Konuşmayı, susmayı, dinlemeyi.

 

Herwıg Wolfram Germenler: Kökenleri ve Roma Dünyasıyla İlişkileri

Herwıg Wolfram Germenler: Kökenleri ve Roma Dünyasıyla İlişkileri  Herwıg Wolfram Germenler: Kökenleri ve Roma Dünyasıyla İlişkileri adlı ki...