20 Haziran 2025 Cuma

Tüfek, Mikrop ve Çelik – Jared Diamond Üzerine Kişisel Notlar



Tüfek, Mikrop ve Çelik / Jared Diamond Üzerine Kişisel Notlar

Kitap okurken ilgimi çeken yerleri işaretlemeyi alışkanlık hâline getirdim. Bu bazen sadece bir kurşun kalemle bıraktığım küçük bir nokta olur, bazen de elimin altında varsa renkli, şeffaf not kâğıtlarından biriyle sayfaya bir iz bırakırım. Okuduklarım arasında kendime ait olanı ayırmak, dönüp tekrar bakabilmek, düşündüklerimi o satırlara geri çağırabilmek için yaparım bunu. Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabını bitirdikten sonra da elim yine o sayfalara döndü. Kitabın içinde dolaştım, sayfa kenarlarına bıraktığım işaretleri takip ettim. Kendime şu soruyu sordum: ‘‘Bu kitabı okuduktan sonra bende ne kaldı?’’

Yanıtı hemen bulmadım. Ama bir sayfaya gözüm ilişti. Anlatılanlar çok tanıdık gelmişti. Belki pek çok kişi tarafından bilinen bir tarihsel olaydı ama ben yine de buraya yazmak istedim. Çünkü bu anlatının içinde öyle bir kesit vardı ki, bana kalırsa insanlık tarihinin tüm yükünü bir anın içine sığdırmış gibiydi.

Yazar, Amerika kıtasındaki ilk insanların Asya’dan yola çıkarak zamanla Sibirya, Bering Boğazı ve Alaska üzerinden MÖ 11.000 yılı civarında ya da bu tarihten daha önce gelmiş olabileceklerinden söz ediyor. Haritayı açtım, Bering Boğazı’nı buldum, gözümle takip ettim o olası yolu. Bu varsayımı ortaya atan insanların haksız olduğunu düşünmek zor geliyor. Olabilir diye geçirdim içimden. Sonra yazarın gözünden Eski Dünya ile Yeni Dünya’nın insanlar arasında nasıl ayrıştığını, ne zaman ve nasıl karşılaştıklarını okumaya devam ettim.

Amerika kıtasına gelen bu ilk insanlar, güney yönüne inerek orada karmaşık tarım toplulukları kuruyorlar. Yani zaman içinde Eski Dünya’yla tamamen bağlantısı kesilmiş bir yaşam biçimi ortaya çıkıyor. Bu insanlar, yalıtılmış bir dünyada kendi ritimlerinde yaşarken, Eski Dünya’daki insanlarla olan ilk temas, yazarın belirttiğine göre avcı-toplayıcı topluluklar arasında gerçekleşiyor. Bu temaslardan biri, Güney Amerika’da yetişen tatlı patatesin okyanusu geçip Polinezya’ya ulaşmasıyla örnekleniyor.

Yeni Dünya halkının Avrupa insanlarıyla ilk karşılaşması ise MS 986 ile 1500 yılları arasında Grönland’a gelen İskandinavlarla sınırlı kalıyor. Ancak bu karşılaşma yerli halk üzerinde kalıcı bir değişim yaratmıyor. Oysa bundan sonra yaşanacak olan temas, tarihin yönünü değiştiren, büyük acılara sebep olan bir kırılma noktası olacak.

1492 yılı… Kristof Kolomb’un Karayip Adaları’na ayak bastığı o tarih. O zamanlarda bu adalarda yerli nüfus oldukça yoğundu. Fakat o gelişle birlikte hem kıtaya hem de insanlara başka bir anlam yüklenecekti. Kitabın içinde beni en çok sarsan, satır satır içime işleyen anlatı ise Pizarro ile Atauhalpa arasında geçen karşılaşma oldu. Burası artık sadece bir tarih bilgisi olmaktan çıkıp, yüzlerce yılın toplumsal uçurumunu gözler önüne seren bir sahneye dönüşüyor.

Atauhalpa, Yeni Dünya’da büyük bir devletin mutlak hükümdarı olarak karşımıza çıkıyor. Pizarro ise İspanya Kralı adına hareket eden bir kumandan. İkisi Cajamarca’da karşılaşıyor. Bu olayın bu kadar ayrıntılı bilinmesinin sebebi ise yaşananların İspanyollar tarafından kayda geçirilmiş olması. Pizarro’nun önderliğindeki İspanyollar yalnızca 168 kişiden oluşuyor. Atauhalpa’nın ise dağların eteklerine kurduğu büyük bir ordusu var. İspanyollar, yerli halkın kurduğu çadırları ve önlerinde yaktıkları ateşleri büyük bir yerleşim alanına benzetiyor. Kalabalıktan etkileniyorlar; hatta bazıları korkuyor, ürküyor.

Atauhalpa’dan bir haberci gelir. Hükümdar, tüm iyi niyetiyle Pizarro ile görüşmek istediğini bildirir. Bu, İspanyollar için bir fırsattır. Hemen plan yaparlar: Askerlerin bir kısmı meydana bakan küçük bir kalede saklanır. Diğerleri pusu kurar.

Atauhalpa, yanında halkıyla birlikte görüşmeye gelirken kimse bir saldırı beklememektedir. Çünkü yerliler hükümdarlarına güvenmektedir. Onun yanından ayrılmayan insanlar yolları otlardan temizleyerek yürürler. Atauhalpa, sekiz kişinin omuzladığı, altın ve gümüşlerle süslenmiş bir tahtırevan üzerinde ilerlemektedir. Boynunda zümrüt taşlardan bir kolye, başında altın bir taç vardır. Görkemi göz alıcıdır. İspanyollar altınların, değerli taşların çokluğundan büyülenir. Hayatlarında bu kadar ziynet eşyasını bir arada hiç görmemişlerdir. O kadar etkilenirler ki, içlerinden bazıları korkudan tuhaf tepkiler verir.

Vali Pizarro, rahip Vicente de Valverde’yi önden yollar. Rahip bir elinde haç, diğerinde kutsal kitapla Atauhalpa’ya yaklaşır. Ona Tanrı’nın dinine inanmasını, İspanya Kralı'nın buyruğunu kabul etmesini teklif eder. Atauhalpa kutsal kitaba bakmak ister, eline alır. Ne olduğunu tam anlayamaz. İlk önce kitabı açamaz, sonra açtığında ne yapması gerektiğini bilmediği için kenara fırlatır. Bu davranışı İspanyollar, kendi dinlerine yapılmış bir hakaret gibi algılar.

Ve işaret verilmiş olur. Borular çalmaya başlar, tüfekler ateşlenir, atların başındaki çıngıraklar çalınır, savaş naraları yükselir. Yerliler silahsızdır, hiçbir hazırlıkları yoktur. Panik başlar. Kalabalık kaçışır. Birbirlerini ezerek yere düşerler. Hayatta kalabilenler vurulur. Ve Atauhalpa esir alınır.

Pizarro, onu serbest bırakmak için bir fidye ister. Altınlarla doldurulacak büyüklükte bir oda ister. Bu oda, beş metre eninde, yedi metre boyunda, iki buçuk metre yüksekliğindedir. Yerliler bu fidyeyi getirir. Fakat Atauhalpa serbest bırakılmaz. Daha sonra öldürülür.

Bu olay yalnızca bir esaret ve ölüm öyküsü değildir. Kitabın bütününe yayılan temel sorgulamanın bir örneğidir aslında. Çünkü burada yaşanan, yalnızca bir uygarlığın diğerine üstün gelmesi meselesi olarak okunamaz. Bu, tarihin içinde biriken adaletsizliklerin, coğrafyanın, teknolojinin ve bilginin farklı toplumlara sağladığı olanakların sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Yazar kitabının başında, Yeni Gine’de bir siyasetçi olan Yali’nin sorusunu aktarır: “Beyazların bu kadar çok kargosu varken, bizim neden yok?” Kargo, Batı’dan gelen eşyaları, malları temsil eden bir sözcüktür. Ama bu soru yalnızca eşya üzerine değildir. Arkasında uzun bir tarihsel zincir, birikmiş bir eşitsizlik vardır.

Diamond kitabı boyunca bu soruya cevap arar. Coğrafyanın, hayvanların evcilleştirilmesinin, tarımsal üretimin, yazının, mikropların ve toplumsal yapıların uygarlıklar üzerinde ne kadar etkili olduğunu anlatır. Toplumların gelişmesi, sadece bireysel zekâ ya da irade ile açıklanamaz. Her icat, daha önce yapılan bir başka icadın ya da fikrin devamıdır. Bu nedenle tarih boyunca bilgi, güç ve teknoloji birikimi bazı bölgelerde daha kolay oluşmuştur.

Benim için bu kitap yalnızca tarihsel bilgiler sunan bir metin olmadı. Aynı zamanda insanlık tarihine başka bir gözle bakabilmemi sağladı. Coğrafyanın kader hâline geldiği, fırsatların eşit dağılmadığı bir dünyada yaşadığımızı hatırlattı. Bugün elimizde tuttuğumuz birçok şeyin, belki de binlerce yıl önce tohumları atılmış bir zincirin son halkası olduğunu gördüm.

Okudukça düşündüm. Düşündükçe kendi yerimi, geçmişimi ve çevremi daha farklı değerlendirmeye başladım. Kitabı bitirdiğimde elimde yalnızca işaretlenmiş sayfalar yoktu; zihnimde büyüyen bir sorgulama vardı.

Bu yolculuğa çıkacak herkese selamla, saygıyla.


Şimdi sıra geldi Çöküş'ü okumaya...

 


Verimsizlikle Büyüyen Refah: Jared Diamond’un Avustralya Paradoksu

    Verimsizlikle Büyüyen Refah: Jared Diamond’un Avustralya Paradoksu Avustralya, dünya haritasında göz dolduran büyüklüğüyle dikkat ...