12 Nisan 2025 Cumartesi

Bir Sözcükle Başlayan Evren / Dil üzerine Felsefi ve Şiirsel Bir Deneme

 





Bir Sözcükle Başlayan Evren / Dil üzerine Felsefi ve Şiirsel Bir Deneme

Dilin doğuşunu anlamaya çalışmak hem geçmişin izini sürmek hem de insanın içindeki en temel ihtiyacı olan anlatma arzusunu kavramaktır. Duyulmak, anlaşılmak, görülmek… İnsan, her çağda ve her coğrafyada, kelimeleri birer araç olarak ve varlığını inşa eden bir zemin olarak kullandı. Hiçbir kelime yalnızca anlam taşımaz; her biri bir nefes, bir yöneliş, bir çağrı, bir izdir. Dil, yalnızca konuşmak değildir; insanın kendini var etme biçimidir.

İlk sesin ne olduğu bilinmiyor. Belki bir hayret, belki bir acı, belki de ilkel bir coşkuydu. Belki de insan, sessizliğe dayanamayarak ilk sesi çıkardı. Belki de içinde kabaran bir şey, dışarıya taşmak zorundaydı. İlk ses, anlamdan yoksundu ama anlam arıyordu. Belirsizlikle doğdu; yönsüzdü ama var olmak istiyordu. Ve zamanla, diğer seslere karışarak bir dizge kurdu. Anlamlar doğdu, isimler verildi. İnsan, çevresini adlandırdıkça, ona bir sınır çizdi. Sınır çizdikçe, onunla mesafesini belirledi. Her ad, bir şeyin tanınmasıydı; her tanıma, bir bağlanmaydı.

Bir ağacın adı konduğunda, artık o sadece bir nesne olmaktan çıktı. Gölgesine sığınılan, yaprakları rüzgârla dans eden, meyvesi yenilen, güzün yaprakları dökülen o varlık artık bir sözcüğe büründü. Sözcük; sesi, duyguyu, deneyimi, belleği de içerdi. İnsan, diliyle çevresini tanımlarken aslında kendini konumlandırdı. Dil, insanın evrende nerede durduğunu gösteren görünmez bir pusula hâline geldi. Gördükçe adlandırdı, adlandırdıkça ilişkilendirdi, ilişkilendirdikçe anlamlandırdı.

Dil, nesneleri de, duyguları da taşımalıydı. Sevgi nasıl anlatılırdı? Özlem, pişmanlık, suçluluk? İşte burada dilin asıl ustalığı devreye girdi. İnsan, hissin içindeki titreşimi dış dünyaya aktarmak için semboller, sesler, imgeler icat etti. Bir kelime bazen bir mevsim kadar sıcak ya da bir yalnızlık kadar soğuktu. İnsan, kelimeleri kullanarak diğer insanlarla hem bağ kurdu hem bağını kesti. Dil, bir yandan kavuşmanın anahtarı oldu, bir yandan ayrılığın habercisi.

İlk topluluklar dilin etrafında örgütlendi. Ortak bir anlatım biçimi, ortak bir yaşam biçimini doğurdu. İnsanlar birlikte yaşarken, birlikte düşünmeye de başladılar. Bu da ancak dil aracılığıyla mümkündü. Dil, düşüncenin omurgasıydı. Düşünceler, dilin izin verdiği şekillerde oluşuyor, ifade ediliyordu. Bir halkın dili ne kadar zenginse, düş gücü de o kadar genişti. Ve bazen de tam tersi: dil daraldıkça, düşünce de soluklaşırdı. Dil, bireyin iç sesi olduğu kadar, toplumun da kolektif bilinciydi.

Hikâyeler burada doğdu. Başlangıçta yaşanan her şey, anlatılarla aktarıldı. Av anıları, korkular, yıldızlara dair açıklamalar, doğumun gizemi... Hepsi dilin çatısı altında toplandı. Anlatmak, öğrenmekten daha fazlasıydı. Aynı ateşin başında oturan insanlar, aynı sözlerle birbirlerine köklerini hatırlattılar. Dil, nesillere aidiyeti taşıdı.  Dualar doğdu, efsaneler büyüdü. İnsan, göğe baktığında bir anlam ararken, yere baktığında toprağın dilini çözmeye çalışırken, içinden geçenleri göklere fısıldamak istedi. Dilin bu yönü, onu yalnızca dünyevi değil, aynı zamanda kutsal bir kanal hâline getirdi. Her çağ, kendi ilahî anlatımını diliyle kurdu. Diller sadece konuşulmadı; yazılmaya başlandığında ölümsüzleşti. Yazı, zamanı durdurmanın bir yoluydu. Artık kelimeler, nesilden nesile aktarılıyordu. Bu, insanın kendi varlığını zamanın içinde sabitleme çabasıydı.

Antik uygarlıklar, dil sayesinde medeniyet inşa ettiler. Sümer tabletleri, Mısır hiyeroglifleri, Çin ideogramları, Yunan tragedya metinleri… Hepsi bir çağın düşünme biçimini taşır. Her biri, o dönemin insanının dünyaya nasıl baktığını gösterir.

Toplumlar kendi içinden gelen sese kulak vererek kendi şiirini yazdı. Dilin şiirle ilişkisi, onun doğasında saklıdır. Şiir, dili zorlar; kelimeleri eğip büker, onlara yeni anlamlar kazandırır. Çünkü bazı duygular, yalnızca şiirle anlatılabilir. Düz cümlelerin taşıyamayacağı kadar kırılgan ya da keskin olan hisler, şiirde ses bulur. Ve şiir, dilin susarak da konuşulabileceğini gösterir.

Modern çağda ise dil yeniden dönüşüyor. Teknolojiyle birlikte hızın dili doğdu. Kısaltmalar, emojiler, internet jargonları… İnsan artık daha az kelimeyle daha çok şey anlatmak istiyor. Ama bazen bu yoğunluk, derinliği zedeleyebilir. Bir duygunun içini boşaltmak, kelimeyi sıradanlaştırmak da mümkündür. Bu yüzden çağımızda dil, bir yandan genişliyor, bir yandan sığlaşıyor. Anlatmanın kolaylaştığı ama anlamanın zorlaştığı bir dönemdeyiz.

Yapay zekâ ile birlikte dilin sınırları yeniden çiziliyor. Artık insanlar diller arası sınırları kolayca aşıyor. Anlık çeviri araçları, farklı dillerdeki insanları bir araya getiriyor. Bu bir imkân olduğu kadar bir tehlike de içeriyor. Diller birbirine benzeyebilir, kültürel özgünlükler kaybolabilir. Ortak bir dil fikri cazip görünse de, çok seslilik kaybolduğunda insanlık da tek tipleşebilir. Dil, sadece iletişim değil; farklılığın, özgünlüğün ve zenginliğin de ifadesidir.

Gelecekte bizi ne bekliyor? Belki kelimelere ihtiyaç duymadan iletişim kuracağımız teknolojiler…Belki düşüncelerimizi doğrudan paylaşabileceğimiz yöntemler... Ama ne olursa olsun, anlatma ihtiyacımız sürecek. Çünkü insan, bir şeyi anlattığında ona sahip olur. Anlatmak, unutmaya karşı bir direniştir. Bir kelimeyi söylemek, bir duyguyu hatırlamaktır. Ve hatırlamak, yaşamaktır.

Dil, insanın kendini tanıma çabasıdır. Her yeni kelime, içimizde daha önce varlığını bilmediğimiz bir duyguyu ortaya çıkarır. İnsan konuştuğu dille değil, anlattığı şeyle var olur. Ve bazen sessizlik bile bir anlatım biçimidir. Dil, yalnızca sesle değil, susmayla da çalışır. Bazen en güçlü anlatım, kelimelerin gerisinde saklıdır.

İşte bu yüzden, dilin doğuşunu anlamak, insan olmanın ne demek olduğunu anlamaktır. Kelimelerle başladık bu yolculuğa; hâlâ onları taşımaya, yeniden kurmaya ve içlerinde kendimizi aramaya devam ediyoruz. Ve belki de her yazılan, her konuşulan, her fısıldanan sözcük, insanın kendine yazdığı bir mektuptur.

“İnsan, kendini anlattığı kadar vardır. Ve her söylenen kelime, kendine dönmenin başka bir yoludur.”

Aşkın Kefareti: Proust’un Hediyeleri ve Acı Arzusu

  Aşkın Kefareti: Proust’un Hediyeleri ve Acı Arzusu Proust, Yakalanan Zaman'da Gilbert'e şöyle der: Beni genç kızlarla tanıştırmanı...