Bir Sözcükle
Başlayan Evren / Dil üzerine Felsefi ve Şiirsel Bir Deneme
Dilin doğuşunu anlamaya çalışmak
hem geçmişin izini sürmek hem de insanın içindeki en temel ihtiyacı olan anlatma
arzusunu kavramaktır. Duyulmak, anlaşılmak, görülmek… İnsan, her çağda ve her
coğrafyada, kelimeleri birer araç olarak ve varlığını inşa eden bir zemin
olarak kullandı. Hiçbir kelime yalnızca anlam taşımaz; her biri bir nefes, bir
yöneliş, bir çağrı, bir izdir. Dil, yalnızca konuşmak değildir; insanın kendini
var etme biçimidir.
İlk sesin ne olduğu bilinmiyor.
Belki bir hayret, belki bir acı, belki de ilkel bir coşkuydu. Belki de insan,
sessizliğe dayanamayarak ilk sesi çıkardı. Belki de içinde kabaran bir şey,
dışarıya taşmak zorundaydı. İlk ses, anlamdan yoksundu ama anlam arıyordu.
Belirsizlikle doğdu; yönsüzdü ama var olmak istiyordu. Ve zamanla, diğer
seslere karışarak bir dizge kurdu. Anlamlar doğdu, isimler verildi. İnsan,
çevresini adlandırdıkça, ona bir sınır çizdi. Sınır çizdikçe, onunla mesafesini
belirledi. Her ad, bir şeyin tanınmasıydı; her tanıma, bir bağlanmaydı.
Bir ağacın adı konduğunda, artık
o sadece bir nesne olmaktan çıktı. Gölgesine sığınılan, yaprakları rüzgârla
dans eden, meyvesi yenilen, güzün yaprakları dökülen o varlık artık bir sözcüğe
büründü. Sözcük; sesi, duyguyu, deneyimi, belleği de içerdi. İnsan, diliyle
çevresini tanımlarken aslında kendini konumlandırdı. Dil, insanın evrende
nerede durduğunu gösteren görünmez bir pusula hâline geldi. Gördükçe
adlandırdı, adlandırdıkça ilişkilendirdi, ilişkilendirdikçe anlamlandırdı.
Dil, nesneleri de, duyguları da
taşımalıydı. Sevgi nasıl anlatılırdı? Özlem, pişmanlık, suçluluk? İşte burada
dilin asıl ustalığı devreye girdi. İnsan, hissin içindeki titreşimi dış dünyaya
aktarmak için semboller, sesler, imgeler icat etti. Bir kelime bazen bir mevsim
kadar sıcak ya da bir yalnızlık kadar soğuktu. İnsan, kelimeleri kullanarak diğer insanlarla hem bağ kurdu
hem bağını kesti. Dil, bir yandan kavuşmanın anahtarı oldu, bir yandan ayrılığın
habercisi.
İlk topluluklar dilin etrafında
örgütlendi. Ortak bir anlatım biçimi, ortak bir yaşam biçimini doğurdu.
İnsanlar birlikte yaşarken, birlikte düşünmeye de başladılar. Bu da ancak dil
aracılığıyla mümkündü. Dil, düşüncenin omurgasıydı. Düşünceler, dilin izin
verdiği şekillerde oluşuyor, ifade ediliyordu. Bir halkın dili ne kadar
zenginse, düş gücü de o kadar genişti. Ve bazen de tam tersi: dil daraldıkça,
düşünce de soluklaşırdı. Dil, bireyin iç sesi olduğu kadar, toplumun da
kolektif bilinciydi.
Hikâyeler burada doğdu.
Başlangıçta yaşanan her şey, anlatılarla aktarıldı. Av anıları, korkular,
yıldızlara dair açıklamalar, doğumun gizemi... Hepsi dilin çatısı altında
toplandı. Anlatmak, öğrenmekten daha fazlasıydı. Aynı ateşin başında oturan
insanlar, aynı sözlerle birbirlerine köklerini hatırlattılar. Dil, nesillere aidiyeti
taşıdı. Dualar doğdu, efsaneler büyüdü.
İnsan, göğe baktığında bir anlam ararken, yere baktığında toprağın dilini
çözmeye çalışırken, içinden geçenleri göklere fısıldamak istedi. Dilin bu yönü,
onu yalnızca dünyevi değil, aynı zamanda kutsal bir kanal hâline getirdi. Her
çağ, kendi ilahî anlatımını diliyle kurdu. Diller sadece konuşulmadı; yazılmaya
başlandığında ölümsüzleşti. Yazı, zamanı durdurmanın bir yoluydu. Artık kelimeler,
nesilden nesile aktarılıyordu. Bu, insanın kendi varlığını zamanın içinde
sabitleme çabasıydı.
Antik uygarlıklar, dil sayesinde
medeniyet inşa ettiler. Sümer tabletleri, Mısır hiyeroglifleri, Çin
ideogramları, Yunan tragedya metinleri… Hepsi bir çağın düşünme biçimini taşır.
Her biri, o dönemin insanının dünyaya nasıl baktığını gösterir.
Toplumlar kendi içinden gelen
sese kulak vererek kendi şiirini yazdı. Dilin şiirle ilişkisi, onun doğasında
saklıdır. Şiir, dili zorlar; kelimeleri eğip büker, onlara yeni anlamlar
kazandırır. Çünkü bazı duygular, yalnızca şiirle anlatılabilir. Düz cümlelerin
taşıyamayacağı kadar kırılgan ya da keskin olan hisler, şiirde ses bulur. Ve
şiir, dilin susarak da konuşulabileceğini gösterir.
Modern çağda ise dil yeniden
dönüşüyor. Teknolojiyle birlikte hızın dili doğdu. Kısaltmalar, emojiler,
internet jargonları… İnsan artık daha az kelimeyle daha çok şey anlatmak
istiyor. Ama bazen bu yoğunluk, derinliği zedeleyebilir. Bir duygunun içini
boşaltmak, kelimeyi sıradanlaştırmak da mümkündür. Bu yüzden çağımızda dil, bir
yandan genişliyor, bir yandan sığlaşıyor. Anlatmanın kolaylaştığı ama anlamanın
zorlaştığı bir dönemdeyiz.
Yapay zekâ ile birlikte dilin
sınırları yeniden çiziliyor. Artık insanlar diller arası sınırları kolayca
aşıyor. Anlık çeviri araçları, farklı dillerdeki insanları bir araya getiriyor.
Bu bir imkân olduğu kadar bir tehlike de içeriyor. Diller birbirine benzeyebilir,
kültürel özgünlükler kaybolabilir. Ortak bir dil fikri cazip görünse de, çok
seslilik kaybolduğunda insanlık da tek tipleşebilir. Dil, sadece iletişim
değil; farklılığın, özgünlüğün ve zenginliğin de ifadesidir.
Gelecekte bizi ne bekliyor? Belki
kelimelere ihtiyaç duymadan iletişim kuracağımız teknolojiler…Belki
düşüncelerimizi doğrudan paylaşabileceğimiz yöntemler... Ama ne olursa olsun,
anlatma ihtiyacımız sürecek. Çünkü insan, bir şeyi anlattığında ona sahip olur.
Anlatmak, unutmaya karşı bir direniştir. Bir kelimeyi söylemek, bir duyguyu
hatırlamaktır. Ve hatırlamak, yaşamaktır.
Dil, insanın kendini tanıma
çabasıdır. Her yeni kelime, içimizde daha önce varlığını bilmediğimiz bir
duyguyu ortaya çıkarır. İnsan konuştuğu dille değil, anlattığı şeyle var olur.
Ve bazen sessizlik bile bir anlatım biçimidir. Dil, yalnızca sesle değil,
susmayla da çalışır. Bazen en güçlü anlatım, kelimelerin gerisinde saklıdır.
İşte bu yüzden, dilin doğuşunu
anlamak, insan olmanın ne demek olduğunu anlamaktır. Kelimelerle başladık bu
yolculuğa; hâlâ onları taşımaya, yeniden kurmaya ve içlerinde kendimizi aramaya
devam ediyoruz. Ve belki de her yazılan, her konuşulan, her fısıldanan sözcük,
insanın kendine yazdığı bir mektuptur.
“İnsan, kendini anlattığı kadar
vardır. Ve her söylenen kelime, kendine dönmenin başka bir yoludur.”