13 Ağustos 2025 Çarşamba

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu

Emine Işınsu’nun Bukağı adlı romanı, XVII. yüzyıl mutasavvıfı Niyazi Mısrî’nin hayatını tasavvufî bir yolculuk, dostluk, aşk, sürgün ve hakikat arayışı üzerinden anlatır. Yazar, olay örgüsünü tarihî gerçeklerle örerken, insan ruhunun iniş çıkışlarını, nefsin merhalelerini ve dervişliğin zahirî-bâtınî boyutlarını incelikle işler.

Romanda iki doğum sahnesi yer alır. Biri Mehmet Zihni Efendi’nin oğlu Kasım, diğeri Nakşibendî şeyhi Ali Bey’in oğlu Mehmet’tir. Bu Mehmet, ileride "Niyazi Mısrî" olarak tanınacaktır. Kasım’ın babasının Malatya’ya sürgün edilmesiyle bu iki çocuğun yolları kesişir. Önce çekingen bir arkadaşlık başlar, sonra uzun yıllara yayılan bir dostluğa dönüşür. Yıllarca mektuplaşarak hem kendi hayatlarının hikâyesini hem de yaşadıkları çağın ruhunu birbirlerine aktarırlar. Mektuplaşmalar, romanın en dokunaklı damarlarından biridir; okur, bugün kaybolmuş incelikleri hatırlayıp bir iç çekmeden edemez.

Mehmet’in Kasım’ın kız kardeşine duyduğu gençlik aşkı, roman boyunca tamamına ermeyen, zamanla şekil değiştiren bir duyguya dönüşür. Niyazi Mısrî, Bursa’da bir başkasıyla evlenir; Ulu Camii kürsüsünden yıllarca vaazlar verir. Vaazlarında hem dini hem de politik meseleleri dile getirir; bu da ona hem hayranlar hem de düşmanlar kazandırır. Rodos, Limni sürgünleri...

Mısrî’nin hayatında sürgünler manevi imtihanlardır. Limni sürgünü, bunların en uzunudur. Aslında iki yıl sonra serbest bırakılma ihtimali doğar, fakat o adada kalmayı, hizmete devam etmeyi seçer. On beş yıl boyunca yaşadığı Limni, onun hem inziva hem de eser üretim mekânı olur. Mısrî, dönemin iktidarları ve tarikat çevreleri tarafından kimi zaman bağrına basılır, kimi zaman dışlanır. Açık sözlülüğü, sert eleştirileri ve hakikate bağlılığı, onu hem çok sevilir hem de çok düşman edinir hale getirir. II. Ahmet döneminde, dervişleriyle Edirne’ye yürüyüşü (niyeti savaşa katılmaktır) padişahın emrine uymadığı için yeni bir Limni sürgününe dönüşür. Bu sürgüne giderken orada öleceğini bilir. Onun hayatı, sıradan gözlerle kavranması güç, "kutlu" bir yolculuktur.

Bukağı, bir insanın hakikati ararken geçirdiği dönüşümlerin, iç hesaplaşmaların, aşkla, dostlukla, yalnızlıkla ve sürgünle sınanışının romanıdır. Emine Işınsu, sade ama yoğun bir dil kullanır; okur, anlatılan hikâyenin ardındaki hem tarihî hem de tasavvufî bilgi birikimini hisseder. Romanın bıraktığı etki, yalnızca tarihî bir şahsiyetin biyografisinin aktarılmasından ibaret değildir; metin, aynı zamanda okuyucuyu kendi varoluş serüvenini sorgulamaya davet eden bir edebî eser işlevi görür. Mektupların samimiyeti, dostluğun sürekliliği, tamamlanmamış aşkların bıraktığı boşluk ve sürgünlerin taşıdığı tecrit duygusu, eserin temel duygusal ve tematik eksenini oluşturur. Niyazi Mısrî’nin hayat yolculuğu, sıradan bir bireyin kavrayış sınırlarını aşan derinlikte olmakla birlikte, hakikati arayan her zihne aşinalık hissi verecek evrensel unsurlar taşır. Bukağı, bu yönüyle tasavvufî düşünce, bireysel dönüşüm ve tarihî bağlamın kesişim noktasında yer alan anlamlı bir eserdir.

NOT: Kitaba adını veren "bukağı", günlük kullanımda ayağa takılan bir tür zinciri ifade eder. Sözlükte ise "hayvanların kaçmasını önlemek için ayaklarına geçirilen, çoğunlukla demirden yapılmış halka ve zincir" olarak tanımlanır. Böylece bukağı, hem hareketi kısıtlayan somut bir nesne, hem de mecazen özgürlüğü engelleyen, insanı bağlayan her türlü görünmez pranganın simgesi hâline gelir. Kitabın başlığındaki bukağı, bu iki anlamı bir arada taşır. Zincirin soğuk ve ağır maddesini, aynı zamanda ruhu ve toplumu saran baskının görünmez ağırlığını...

12 Ağustos 2025 Salı

Hâlbuki

"Hâlbuki" kelimesi, Türkçedeki üçlü dil etkileşiminin (Arapça-Farsça-Türkçe) çok net bir örneğidir.

Bu tür kelimeler üç dilin öğelerinin tek bir yeni kelime çatısı altında kaynaşarak Türkçeye kazandırılması demektir. Yani,

Arapça "hâl" anlam çekirdeğini veriyor,

Türkçe "bu" yön gösteriyor,

Farsça "ki" ise cümleyi bağlayan işlevi ekliyor.

Bu bize şunu gösteriyor:

Dil etkileşiminde; dillerin ekleri, kökleri, bağlaçları da birbirine karışarak yepyeni sözcükler oluşturabiliyor.

Osmanlı Türkçesi, bu karışımın en yoğun yaşandığı dönemlerden biri olduğu için, birçok böyle birleşik kökenli kelime barındırıyor.


11 Ağustos 2025 Pazartesi

Düşünce

Ucuz kalabalıklara ruhumu rehin vermektense, asil bir yalnızlığın huzurunda ömür tüketirim.

Düşünce

Evet, keşke herkes birbirine sorsa, fikir alsa, istişare etse... Belki de o zaman "ben yaptım oldu" anlayışı yerine, ortak akıl işlerdi. Bazen fikirler uçuk kaçık olabilir ama en çılgın görünen öneriler bile bir çözümün tohumu olur. Sorulmadan, dinlenmeden, onaylanmadan alınan kararların bedelini çoğu zaman hep birlikte ödüyoruz. Demokrasi, yönetim sürecine dahil olmak, fikrini söylemek, gerektiğinde eleştirmek demektir. O yüzden, evet sorulsun, evet konuşulsun, evet eleştirilsin. Çünkü suskun bir toplum, en kolay yönetilen; ama en zor iyileştirilen toplumdur.

Siz, bizi susturacak; acılarımızı, yaralarımızı görmezden geleceksiniz.
Ne de olsa "ağabeyler" bilirmiş, "üst akıl" konuşurmuş, "ulema" buyururmuş...
Biz ise susacakmışız.

9 Ağustos 2025 Cumartesi

Voltaire

Voltaire, hikâyelerindeki olay örgüsünü çoğu zaman planlı bir biçimde sofistike eleştirilerine zemin hazırlayan bir araç olarak kullanır. Bu nedenle kimi zaman olaylar aceleyle ilerler, karakterler ise yeterince derinleştirilmez. Voltaire, neredeyse her durumda bir eleştiri unsurunu devreye sokmak ister. Bu alışkanlık yerinde kullanıldığında oldukça zekice görünür; ancak fazla tekrarlandığında okurda “zoraki” ya da “fazla didaktik” bir etki bırakabilir. Voltaire’in münzevî anlatıcı sesi sıcak değil, oldukça keskindir; kahramanlarına pek şefkat gösterdiği söylenemez. Bu da kimi zaman anlatıcıyı, dışarıdan dikte eden bir ses gibi hissetmemize neden olur.

7 Ağustos 2025 Perşembe

Sevgi

Sevgi, Tanrı’nın insan için dokuduğu en kadim hâldir; ipliği ışıktan, mayası sabırdan, desenleri ise kalbin en derin sırrındandır.

İnsanın Yalnızlığı

İnsanın Yalnızlığı

Bir yazar yalnızca kendi hayal dünyasında yaşayan biri değildir. O, ülkesinde ve dünyada yaşayan milyonlarca insanın acısını da sırtında taşır. Gözlem yapar; ama sadece bakmaz, görür. Gördüklerinin yüküyle ruhsal bir ızdırap çeker. Olan biten karşısında ne yapılabileceğini, bu acılarla nasıl baş edilebileceğini düşünür durur. Sağlıklı bir zihne, duyarlı bir vicdana sahip biri, çarpıklıkların tam ortasında yaşarken fazlasıyla yorulur. 

Düşünen insan, sustuğunda bile içten içe kanayan bir vicdanın temsilidir. Ne bir grubun adamıdır ne de kalabalıklardan alkış bekler. Oysa onun aksine, bazıları toplumun omuzlarına basa basa yükselir. Parlak cümlelerin, sahte belgelerin, göz boyayan anlatıların arkasına saklanarak...

Bizim ülkemizde yıllardır yaşananlara dışarıdan, temiz bir bilinçle bakmak bile başlı başına bir ruhsal sınavdır. Dinî söylemlerle iktidara gelenler, halkın inancını bir araç gibi kullanarak güç devşirdiler. Evet, bu toprakların büyük bir kısmı Müslüman’dı ve onlar bu inancı ustalıkla istismar ettiler. Sonra ardından gelenler: sahte diplomalarla süslenen kariyerler, yalanların üzerine inşa edilen başarı öyküleri, görkemli yolsuzluklarla örtülen gerçekler... Ve toplum, tüm bunları gördü. İçten içe parçalandı. Bazıları bu çürümüşlüğün yarattığı derin hayal kırıklığıyla inancından bile uzaklaştı.

Ama mesele bu da değil aslında. Dine inanıp inanmamak sadece bir sonuçtur. Esas sorun, hakikatin yozlaşmasıdır. İnanç bile, bu yozlaşmanın bir parçası hâline getirilmiştir.

Her şey masum başlar. Saf niyetlerle, temiz sözlerle. Ama sonra yön değişir. Sapmalar başlar. En kötüsü de, onlara karşı çıkanların zamanla benzer bir zihniyete bürünmesidir. "Benim gibi değilsen yaşama hakkın yok" diyenlerin sayısı hiç de az değildir artık. Bir kutbun içinden çıkanlar, başka bir kutbun karanlığına savrulur. Olan yine hakikate, adalete, insana olur.

Başlangıçta temizdir niyetler; gözler arınmıştır önyargılardan, kalp açıktır anlamaya. Ama zamanla kelimeler sertleşir, ifadeler keskinleşir, hakikat tekleşir. Sonra bir ses yükselir: "Benim inandığım en doğrudur." Bu ses çoğalır, büyür, hükmetmeye başlar. Ve masumiyet, yerini propaganda ruhuna bırakır. Artık hakikat değil, aidiyet önemlidir.

Ve bu yalnızca inanç ya da siyaset alanı için geçerli değildir. Hemen her yerde aynı kısır döngü var: Masum başlıyor, sonra yozlaşıyor. Ve sonunda "Benim gibi değilsen ötekisin" anlayışı hâkim oluyor. İnsanlar ötekini dışlıyor, bastırıyor, zamanla nefret etmeye başlıyor.

Gerçek çözüm, sürekli tazelenen bir bilinçte, yıpranmış olanı söküp atmaktan korkmayan bir cesarette yatar. Kendini sorgulayan, gerekirse kendine bile karşı çıkan bir arayışta...

Ben acı çekiyorum. Her gün sokakta gördüğüm insan için, uzak bir şehirde yok sayılan bir çocuk için, sosyal ve sınıfsal adaletsizlik için, inandığı şey yüzünden dışlanan, hor görülen herkes için. Tüm insanlığın acısını taşıyorum içimde. Çünkü ne zaman tarihe dönüp baksam ve tabii ki bugünüme, bir azınlığın yaptığı hatalara büyük kitlelerin nasıl boyun eğdiğini görüyorum.  Bir avuç insan karar veriyor; milyarlarca insan ya susuyor ya da mecburen kabulleniyor.

Bu, vicdanı paramparça eden bir durum. İnsan en çok elinden bir şey gelmediğinde acı çeker. Gerçek bir vicdani yüceliş işte tam da burada başlar: Başkaları için de acı çekmeye başladığında; susmak yerine, yıpranmayı göze alarak konuştuğunda.

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu

Emine Işınsu’nun Bukağı Romanında Niyazi Mısrî’nin Yolculuğu Emine Işınsu’nun Bukağı adlı romanı, XVII. yüzyıl mutasavvıfı Niyazi Mısrî ’n...