Ömer Seyfettin’in Hürriyet
Bayrakları, Topuz, Vire, Vermeyince Mabud, Nasıl Kurtarmış?
Ömer Seyfettin – Topuz (1917)
Topuz, Ömer Seyfettin’in
tarihsel ve milli bilinç temalı kısa hikâyelerinden biridir. 27 Aralık 1917’de
yayımlanan bu eser, Osmanlı’nın Eflak üzerindeki otoritesini ve devlet
ciddiyetini simgesel bir olayla anlatır. Hikâye, Eflak prensi Osmanlı’dan
ayrılarak bağımsızlık ilan ettiğinde başlar. Prens, halkın alkışları arasında
bir sarayda tahtına kurulmuştur. Fakat bu süslü bağımsızlık töreni, Osmanlı
elçisinin gelişiyle dramatik biçimde kesilir. Elçi, padişah fermanıyla birlikte
bir topuz ve bir davul getirmiştir. Törenin ortasında topuzu aniden prensin
başına indirerek onu öldürür ve böylece Osmanlı’nın hâlâ egemen olduğunu sert
bir biçimde gösterir.
Hikâye Maupassant tarzı
bir olay öyküsüdür: Serim, düğüm ve çözüm bölümleri belirgin; dil sade ve
sürükleyicidir. Topuz, devletin adalet ve iradesinin simgesidir. Hikâye, Ömer
Seyfettin’in Türkçülük anlayışıyla yoğrulmuş; milli şuur kazandırma amacını
taşıyan bir edebi örnektir.
Topuz, devletin
saygınlığını ve gerektiğinde şiddetle tecelli eden otoritesini, semboller
(topuz, berat, davul) aracılığıyla vurgulayan çarpıcı bir anlatıdır. Okuyucuyu
beklenmedik sonuyla sarsar; tarihsel bir atmosferde geçen kısa ama etkili bir
milli duruş öyküsüdür.
Ömer Seyfettin – Vire
(1917)
Vire, Ömer Seyfettin’in
zekâ, strateji ve milli bilinç temalarını işlediği kısa hikâyelerinden biridir.
11 Ekim 1917’de Yeni Mecmua’da yayımlanan bu öyküde, Osmanlı sınırında yer alan
bir kalede görev yapan genç komutan Barhan Bey’in akıl dolu bir planla düşman
ordusunu alt edişi anlatılır. Kale, yalnızca 150 askerle savunulmaktadır;
mühimmatları sınırlı, erzakları tükenmek üzeredir. Düşman ise yüzlerce
şövalyeyle kaleyi kuşatmıştır. Barhan Bey, doğrudan çatışmanın anlamsız
olduğunu görür ve vire (teslim) oyununu oynamaya karar verir.
Barut sandığı süsü
verilen kömür çuvalları, içilmez hale getirilmiş su sarnıcı ve teslim süsü
verilen bir kurgu yardımıyla düşman kandırılır. Düşman, kaleye giriş izni
aldığını sanırken, aslında kendi sonunu hazırlamıştır. Su ve mühimmat bulamayan
şövalyeler dört gün susuzluk çeker, sonunda teslim olur ve büyük miktarda erzak
karşılığında esirlerin iadesiyle uzaklaştırılır. Böylece kalenin onuru korunur,
tek bir kurşun atmadan düşman bozguna uğratılır.
Vire, savaşta kaba güçten
ziyade stratejik aklın önemini vurgular. Barhan Bey, aklın rehberliğinde
hareket eden bir liderdir. Hikâyenin dili sade, anlatımı akıcı, yapısı klasik
olay hikâyesi şeklindedir. Maupassant tarzı bu öyküde, Ömer Seyfettin Türk
milletine savaşta düşünmenin, planlamanın ve sabrın ne denli etkili olduğunu
göstermek ister. Aynı zamanda, cesareti kör şiddetle değil; bilgelikle
dengeleyen bir kahraman tipi sunar.
Ömer Seyfettin –
Vermeyince Mabud (Kadın Kahramanlı Öykü)
Ömer Seyfettin’in Vermeyince
Mabud adlı kısa hikâyesi, savaş yıllarının gölgesinde yoksullukla boğuşan genç
bir kadının sessiz trajedisini anlatır. Hikâyeye adını veren deyim –Vermeyince
Mabud, neylesin Mahmud – bu sefer hayatta hiçbir nasibi olmayan, toplumun en
altındaki bir kadının yazgısıyla ilişkilendirilir.
Hikâye, yoksulluğun en
ağır hâllerini yaşayan, hastane civarındaki bir gecekonduda yaşam mücadelesi
veren genç bir kadınla açılır. Kadın, hem fiziksel hem duygusal açıdan
tükenmiştir. Üstü başı yırtık, gıdasızlıktan solgun, ama hâlâ dimdik duran bir
gurur taşır. Kuru ekmeğin yanına bulabildiği tek şey zeytindir. Hayatı boyunca
eline geçen en büyük nimet, kuru bir zeytinli ekmek olmuştur. Gözlerini
pencereden dışarı dikerken, onun hayattan beklentisizliğini de hissederiz.
Bu hikâye, Ömer
Seyfettin’in çoğu milliyetçi, kahramanlık odaklı öykülerinden farklıdır.
Olaydan çok ruh hâline, kahramanlıktan çok çaresizliğe odaklanır. Kadın
merkezli olması, onu hem edebî hem pedagojik açıdan özel kılar.
Nasıl Kurtarmış?
Öyküsünde Kadı Figürü: Aşağılama mı, Eleştiri mi?
Öyküde Kadı Mustafa
Efendi; sessiz, soğuk, donuk, gülmeyen, halkla bağ kurmayan bir figür olarak
çizilir. Çarşıdaki insanlar onun gülümsememesinden, suskunluğundan, varlığıyla
etrafa bir tür baskı ve korku salmasından söz eder. Ancak esas kırılma noktası,
bir rüyada ortaya çıkar: Bir Yörük, rüyasında bu kadının bir yaban domuzuna
dönüşerek sürüye saldıran kurdu parçaladığını anlatır. Bunun üzerine halk,
kadıyı “kahraman” olarak görmeye başlar. Yani hiçbir şey yapmayan biri,
yalnızca bir hayal (rüya) ve korku üzerinden yüceltilir.
Fakat burada ince bir
detay var:Kadı bir domuz suretinde kahramanlaştırılıyor. Bu, İslamî ve Osmanlı
değerleri bağlamında düşündüğümüzde açık bir aşağılama imgesidir. Domuz, İslami
sembolizmde en aşağılık hayvanlardan biri olarak görülür. Kahramanlık
anlatısına bu türden bir dönüşümle katılması, hem grotesk hem alaycıdır.
Nasıl Kurtarmış? Adlı öykü
ilk bakışta güldüren ama derinlemesine bakıldığında kadı figürü üzerinden hem
halkın güç algısını hem de Osmanlı taşra düzenini aşağılayan, ince bir hiciv
taşır. Kahraman, halkın zihninde yaratılır; ama bu kahramanlık bile grotesk,
alaycı ve aslında aşağılayıcı bir biçimde kurulur. Kadının bir domuz suretine
bürünmesi, onun halkın bilinçaltındaki gerçek değerini ortaya koyar: korkulan
ama sevilmeyen, saygı duyulan ama küçümsenen bir figür.
Ömer Seyfettin’in Hürriyet
Bayrakları
Ömer Seyfettin’in ilk kez
1916’da Türk Yurdu Mecmuası’nda yayımlanan, ancak 1910 yılında kaleme aldığı Hürriyet
Bayrakları adlı öyküsü, II. Meşrutiyet’ten sonra Osmanlıcılık düşüncesinin
Balkanlar’daki gerçeklikle çatışmasını gözler önüne seren güçlü bir hiciv
örneğidir. Yazar, Balkan Savaşları sırasında bizzat tanık olduğu çözülme
sürecini ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu yapısının artık bir arada
tutulamayacak hale gelişini sade, ironik ve çarpıcı bir dille aktarır.
Hikâyenin merkezinde idealler ile gerçekler arasındaki derin uçurum, romantik
hayallerin trajik bir yanılsamaya dönüşmesi ve çok uluslu bir imparatorluğun
çözülüş süreci yer alır.
Öykü, Bulgaristan’daki
Demirhisar’dan Cumayıbala ve Razlık’a uzanan bir yolculuğu konu alır. Kahraman
anlatıcı, II. Meşrutiyet’in yıldönümü olan 10 Temmuz sabahı, kaldığı handa
davul ve zurna sesleriyle uyanır; dışarıda Meşrutiyet’in coşkuyla kutlandığını
gözlemler. Ancak bu coşkunun ardında, “Hangi milletin bayramı?” sorusu zihnini
kurcalamaktadır. Anlatıcı, Osmanlıcılık idealine şüpheyle yaklaşır; çünkü onun
gözünde bu ideal, birbirinden farklı tarih, dil, kültür ve hedeflere sahip
milletleri zorla bir arada tutmaya çalışan romantik ama gerçek dışı bir
hayalden ibarettir.
Yola çıkan anlatıcı, bir
teğmenle karşılaşır. Bu genç zabit, Osmanlıcılık idealine yürekten bağlıdır ve
II. Meşrutiyet’in ilanıyla artık Arap, Arnavut, Rum, Bulgar, Sırp, Yahudi,
Ermeni ve Türklerin tek bir millet olduğunu savunur. Anlatıcı ise mantıksal ve
matematiksel örnekler yoluyla bu görüşü çürütmeye çalışır; farklı milletleri
zorla bir araya getirmenin, farklı türden nesneleri toplayıp tek bir bütün
yapmaya çalışmak kadar imkânsız olduğunu vurgular. Zabit ise ideallerinin
doğruluğundan şüphe etmeyi reddeder; ona göre bu düşünceye yalnız halk değil,
devlet adamları da inanmıştır ve bu inanç yanlış olamaz.
Tartışma, bir Bulgar
köyünün uzaktan görünmesiyle farklı bir boyut kazanır. Zabit, köydeki kırmızı biber
sarkıntılarını uzaktan görünce heyecana kapılır ve bunların hürriyet bayrakları
olduğunu, Bulgarların Osmanlılık fikrine bağlılıklarının göstergesi
sayılabileceğini iddia eder. Anlatıcı şüphe içindedir, ancak zabitin ısrarıyla
köye kadar gitmeyi kabul eder. Zorlu bir yolculuğun ardından köye vardıklarında
gerçeğin acı yüzü ortaya çıkar: uzaktan bayrak gibi görünen kırmızı nesneler,
aslında Bulgar köylülerinin kış için hazırladıkları, güneşe astıkları kırmızı
biber dizileridir. Zabit’in yaşadığı hayal kırıklığı, yalnızca bireysel bir
yanılgı değil, Osmanlıcılık idealinin iflasının sembolüdür. Köylülerin
ilgisizliği, köpeklerin havlaması ve domuzların kayıtsızca gübre arayışı,
Osmanlıcılık fikrinin Balkanlar’da halk nezdinde hiçbir anlam taşımadığını, bu
topraklarda artık Osmanlılık adına bir duygu kalmadığını ortaya koyar.
Hikâye boyunca kırmızı
biber dizileri, Osmanlıcılık hayalinin görsel bir metaforu olarak öne çıkar.
Uzaktan bakıldığında umut ve birlik sembolü gibi görünen bu nesneler, yakından
bakıldığında sıradan ve gündelik bir gerçekliği temsil eder. Ömer Seyfettin’in
sade ve yalın dili, ironik anlatımı ve sembollerle kurduğu güçlü metaforik
yapı, metni yalnız bir öykü olmaktan çıkarıp çöküşteki bir imparatorluğun ruh
haline dair bir belgeye dönüştürür. Yazar bu öyküyle; bir devrin politik
atmosferini, çok uluslu imparatorlukların çözülme sürecini, sahte ideallerin ve
hayallerin toplumları nasıl yanıltabileceğini çarpıcı biçimde aktarır. Hürriyet
Bayrakları, dün olduğu gibi bugün de farklı kimliklerin bir arada yaşaması
üzerine yürütülen tartışmalara ışık tutan, tarihten dersler çıkarılması gereken
güçlü bir edebi metin olarak önemini korumaktadır.