29 Haziran 2025 Pazar

Ömer Seyfettin’in Hürriyet Bayrakları, Topuz, Vire, Vermeyince Mabud, Nasıl Kurtarmış?

Ömer Seyfettin’in Hürriyet Bayrakları, Topuz, Vire, Vermeyince Mabud, Nasıl Kurtarmış?

Ömer Seyfettin – Topuz (1917)

Topuz, Ömer Seyfettin’in tarihsel ve milli bilinç temalı kısa hikâyelerinden biridir. 27 Aralık 1917’de yayımlanan bu eser, Osmanlı’nın Eflak üzerindeki otoritesini ve devlet ciddiyetini simgesel bir olayla anlatır. Hikâye, Eflak prensi Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlık ilan ettiğinde başlar. Prens, halkın alkışları arasında bir sarayda tahtına kurulmuştur. Fakat bu süslü bağımsızlık töreni, Osmanlı elçisinin gelişiyle dramatik biçimde kesilir. Elçi, padişah fermanıyla birlikte bir topuz ve bir davul getirmiştir. Törenin ortasında topuzu aniden prensin başına indirerek onu öldürür ve böylece Osmanlı’nın hâlâ egemen olduğunu sert bir biçimde gösterir.

Hikâye Maupassant tarzı bir olay öyküsüdür: Serim, düğüm ve çözüm bölümleri belirgin; dil sade ve sürükleyicidir. Topuz, devletin adalet ve iradesinin simgesidir. Hikâye, Ömer Seyfettin’in Türkçülük anlayışıyla yoğrulmuş; milli şuur kazandırma amacını taşıyan bir edebi örnektir.

Topuz, devletin saygınlığını ve gerektiğinde şiddetle tecelli eden otoritesini, semboller (topuz, berat, davul) aracılığıyla vurgulayan çarpıcı bir anlatıdır. Okuyucuyu beklenmedik sonuyla sarsar; tarihsel bir atmosferde geçen kısa ama etkili bir milli duruş öyküsüdür.

Ömer Seyfettin – Vire (1917)

Vire, Ömer Seyfettin’in zekâ, strateji ve milli bilinç temalarını işlediği kısa hikâyelerinden biridir. 11 Ekim 1917’de Yeni Mecmua’da yayımlanan bu öyküde, Osmanlı sınırında yer alan bir kalede görev yapan genç komutan Barhan Bey’in akıl dolu bir planla düşman ordusunu alt edişi anlatılır. Kale, yalnızca 150 askerle savunulmaktadır; mühimmatları sınırlı, erzakları tükenmek üzeredir. Düşman ise yüzlerce şövalyeyle kaleyi kuşatmıştır. Barhan Bey, doğrudan çatışmanın anlamsız olduğunu görür ve vire (teslim) oyununu oynamaya karar verir.

Barut sandığı süsü verilen kömür çuvalları, içilmez hale getirilmiş su sarnıcı ve teslim süsü verilen bir kurgu yardımıyla düşman kandırılır. Düşman, kaleye giriş izni aldığını sanırken, aslında kendi sonunu hazırlamıştır. Su ve mühimmat bulamayan şövalyeler dört gün susuzluk çeker, sonunda teslim olur ve büyük miktarda erzak karşılığında esirlerin iadesiyle uzaklaştırılır. Böylece kalenin onuru korunur, tek bir kurşun atmadan düşman bozguna uğratılır.

Vire, savaşta kaba güçten ziyade stratejik aklın önemini vurgular. Barhan Bey, aklın rehberliğinde hareket eden bir liderdir. Hikâyenin dili sade, anlatımı akıcı, yapısı klasik olay hikâyesi şeklindedir. Maupassant tarzı bu öyküde, Ömer Seyfettin Türk milletine savaşta düşünmenin, planlamanın ve sabrın ne denli etkili olduğunu göstermek ister. Aynı zamanda, cesareti kör şiddetle değil; bilgelikle dengeleyen bir kahraman tipi sunar.

Ömer Seyfettin – Vermeyince Mabud (Kadın Kahramanlı Öykü)

Ömer Seyfettin’in Vermeyince Mabud adlı kısa hikâyesi, savaş yıllarının gölgesinde yoksullukla boğuşan genç bir kadının sessiz trajedisini anlatır. Hikâyeye adını veren deyim –Vermeyince Mabud, neylesin Mahmud – bu sefer hayatta hiçbir nasibi olmayan, toplumun en altındaki bir kadının yazgısıyla ilişkilendirilir.

Hikâye, yoksulluğun en ağır hâllerini yaşayan, hastane civarındaki bir gecekonduda yaşam mücadelesi veren genç bir kadınla açılır. Kadın, hem fiziksel hem duygusal açıdan tükenmiştir. Üstü başı yırtık, gıdasızlıktan solgun, ama hâlâ dimdik duran bir gurur taşır. Kuru ekmeğin yanına bulabildiği tek şey zeytindir. Hayatı boyunca eline geçen en büyük nimet, kuru bir zeytinli ekmek olmuştur. Gözlerini pencereden dışarı dikerken, onun hayattan beklentisizliğini de hissederiz.

Bu hikâye, Ömer Seyfettin’in çoğu milliyetçi, kahramanlık odaklı öykülerinden farklıdır. Olaydan çok ruh hâline, kahramanlıktan çok çaresizliğe odaklanır. Kadın merkezli olması, onu hem edebî hem pedagojik açıdan özel kılar.

Nasıl Kurtarmış? Öyküsünde Kadı Figürü: Aşağılama mı, Eleştiri mi?

Öyküde Kadı Mustafa Efendi; sessiz, soğuk, donuk, gülmeyen, halkla bağ kurmayan bir figür olarak çizilir. Çarşıdaki insanlar onun gülümsememesinden, suskunluğundan, varlığıyla etrafa bir tür baskı ve korku salmasından söz eder. Ancak esas kırılma noktası, bir rüyada ortaya çıkar: Bir Yörük, rüyasında bu kadının bir yaban domuzuna dönüşerek sürüye saldıran kurdu parçaladığını anlatır. Bunun üzerine halk, kadıyı “kahraman” olarak görmeye başlar. Yani hiçbir şey yapmayan biri, yalnızca bir hayal (rüya) ve korku üzerinden yüceltilir.

Fakat burada ince bir detay var:Kadı bir domuz suretinde kahramanlaştırılıyor. Bu, İslamî ve Osmanlı değerleri bağlamında düşündüğümüzde açık bir aşağılama imgesidir. Domuz, İslami sembolizmde en aşağılık hayvanlardan biri olarak görülür. Kahramanlık anlatısına bu türden bir dönüşümle katılması, hem grotesk hem alaycıdır.

Nasıl Kurtarmış? Adlı öykü ilk bakışta güldüren ama derinlemesine bakıldığında kadı figürü üzerinden hem halkın güç algısını hem de Osmanlı taşra düzenini aşağılayan, ince bir hiciv taşır. Kahraman, halkın zihninde yaratılır; ama bu kahramanlık bile grotesk, alaycı ve aslında aşağılayıcı bir biçimde kurulur. Kadının bir domuz suretine bürünmesi, onun halkın bilinçaltındaki gerçek değerini ortaya koyar: korkulan ama sevilmeyen, saygı duyulan ama küçümsenen bir figür.

Ömer Seyfettin’in Hürriyet Bayrakları

Ömer Seyfettin’in ilk kez 1916’da Türk Yurdu Mecmuası’nda yayımlanan, ancak 1910 yılında kaleme aldığı Hürriyet Bayrakları adlı öyküsü, II. Meşrutiyet’ten sonra Osmanlıcılık düşüncesinin Balkanlar’daki gerçeklikle çatışmasını gözler önüne seren güçlü bir hiciv örneğidir. Yazar, Balkan Savaşları sırasında bizzat tanık olduğu çözülme sürecini ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu yapısının artık bir arada tutulamayacak hale gelişini sade, ironik ve çarpıcı bir dille aktarır. Hikâyenin merkezinde idealler ile gerçekler arasındaki derin uçurum, romantik hayallerin trajik bir yanılsamaya dönüşmesi ve çok uluslu bir imparatorluğun çözülüş süreci yer alır.

Öykü, Bulgaristan’daki Demirhisar’dan Cumayıbala ve Razlık’a uzanan bir yolculuğu konu alır. Kahraman anlatıcı, II. Meşrutiyet’in yıldönümü olan 10 Temmuz sabahı, kaldığı handa davul ve zurna sesleriyle uyanır; dışarıda Meşrutiyet’in coşkuyla kutlandığını gözlemler. Ancak bu coşkunun ardında, “Hangi milletin bayramı?” sorusu zihnini kurcalamaktadır. Anlatıcı, Osmanlıcılık idealine şüpheyle yaklaşır; çünkü onun gözünde bu ideal, birbirinden farklı tarih, dil, kültür ve hedeflere sahip milletleri zorla bir arada tutmaya çalışan romantik ama gerçek dışı bir hayalden ibarettir.

Yola çıkan anlatıcı, bir teğmenle karşılaşır. Bu genç zabit, Osmanlıcılık idealine yürekten bağlıdır ve II. Meşrutiyet’in ilanıyla artık Arap, Arnavut, Rum, Bulgar, Sırp, Yahudi, Ermeni ve Türklerin tek bir millet olduğunu savunur. Anlatıcı ise mantıksal ve matematiksel örnekler yoluyla bu görüşü çürütmeye çalışır; farklı milletleri zorla bir araya getirmenin, farklı türden nesneleri toplayıp tek bir bütün yapmaya çalışmak kadar imkânsız olduğunu vurgular. Zabit ise ideallerinin doğruluğundan şüphe etmeyi reddeder; ona göre bu düşünceye yalnız halk değil, devlet adamları da inanmıştır ve bu inanç yanlış olamaz.

Tartışma, bir Bulgar köyünün uzaktan görünmesiyle farklı bir boyut kazanır. Zabit, köydeki kırmızı biber sarkıntılarını uzaktan görünce heyecana kapılır ve bunların hürriyet bayrakları olduğunu, Bulgarların Osmanlılık fikrine bağlılıklarının göstergesi sayılabileceğini iddia eder. Anlatıcı şüphe içindedir, ancak zabitin ısrarıyla köye kadar gitmeyi kabul eder. Zorlu bir yolculuğun ardından köye vardıklarında gerçeğin acı yüzü ortaya çıkar: uzaktan bayrak gibi görünen kırmızı nesneler, aslında Bulgar köylülerinin kış için hazırladıkları, güneşe astıkları kırmızı biber dizileridir. Zabit’in yaşadığı hayal kırıklığı, yalnızca bireysel bir yanılgı değil, Osmanlıcılık idealinin iflasının sembolüdür. Köylülerin ilgisizliği, köpeklerin havlaması ve domuzların kayıtsızca gübre arayışı, Osmanlıcılık fikrinin Balkanlar’da halk nezdinde hiçbir anlam taşımadığını, bu topraklarda artık Osmanlılık adına bir duygu kalmadığını ortaya koyar.

Hikâye boyunca kırmızı biber dizileri, Osmanlıcılık hayalinin görsel bir metaforu olarak öne çıkar. Uzaktan bakıldığında umut ve birlik sembolü gibi görünen bu nesneler, yakından bakıldığında sıradan ve gündelik bir gerçekliği temsil eder. Ömer Seyfettin’in sade ve yalın dili, ironik anlatımı ve sembollerle kurduğu güçlü metaforik yapı, metni yalnız bir öykü olmaktan çıkarıp çöküşteki bir imparatorluğun ruh haline dair bir belgeye dönüştürür. Yazar bu öyküyle; bir devrin politik atmosferini, çok uluslu imparatorlukların çözülme sürecini, sahte ideallerin ve hayallerin toplumları nasıl yanıltabileceğini çarpıcı biçimde aktarır. Hürriyet Bayrakları, dün olduğu gibi bugün de farklı kimliklerin bir arada yaşaması üzerine yürütülen tartışmalara ışık tutan, tarihten dersler çıkarılması gereken güçlü bir edebi metin olarak önemini korumaktadır.

 

 


26 Haziran 2025 Perşembe

Gölyazı Bursa / Tarihî ve Kültürel Sürekliliği



Gölyazı Bursa Tarihî ve Kültürel Sürekliliği

Gölyazı, antik dönemdeki adıyla Apollonia ad Rhyndacum, günümüz Türkiye’sinin kuzeybatısında, Bursa iline bağlı Nilüfer ilçesi sınırlarında yer alan tarihî bir yerleşimdir. Coğrafi konumunu Apolyont (Uluabat) Gölü kıyısında alması ve antik Rhyndakos (bugünkü Mustafakemalpaşa) Nehri’ne yakınlığı, bölgeyi tarih boyunca hem ekonomik hem de stratejik açıdan değerli kılmıştır. Yerleşimin tarihi, MÖ 6. yüzyıla kadar uzanmakta olup, Mysia bölgesi sınırları içerisinde konumlanmaktadır. Antik çağlarda ‘‘Apollonia ad Rhyndacum’’ adıyla anılan bu yerleşim, adını ışık tanrısı Apollon’a ithafen almış ve Apollon’a adanmış tapınaklarıyla ün kazanmıştır.

Antik dönem boyunca Gölyazı, dinsel kimliğiyle öne çıkan bir kent olmuş; özellikle Helenistik ve Roma dönemlerinde, Apollon kültünün yaygınlığına bağlı olarak bölgede yoğun bir tapınak mimarisi ve heykeltraşlık faaliyeti gelişmiştir. Bu dönemden kalan lahitler, yazıtlar, mimari bloklar ve heykel parçaları, tapınak çevresinde gelişen yoğun bir kamusal yaşamın izlerini taşımaktadır. Roma döneminde Gölyazı bir polis statüsü kazanmış, ekonomik yapısı özellikle tarım, balıkçılık ve ticaret üzerinden şekillenmiştir. Aynı zamanda Roma’nın bölgesel ağı içinde imparatorluk kültünün taşıyıcısı hâline gelmiştir.






Bizans döneminde, Gölyazı’nın karakteri daha belirgin bir biçimde Hristiyanlık merkezli bir yapıya bürünmüştür. Hristiyanlığın resmî din olarak kabul edilmesiyle birlikte burada inşa edilen dini yapılar, kentin bir piskoposluk merkezi olabileceğini düşündürmektedir. Özellikle halk arasında ‘‘Zambaklı Kilise’’ olarak bilinen yapı, plan düzeni, duvar freskleri ve mimari elemanlarıyla erken Bizans dönemi ruhaniyetini ve estetiğini yansıtmaktadır. Aynı şekilde, bugün hâlâ görülebilir durumda olan Aziz Panteleimon Kilisesi, bu dinsel sürekliliğin önemli bir taşıyıcısıdır. Gölyazı, bu dönemde hem dinsel otoritenin hem de yerel üretimin bir arada bulunduğu istikrarlı bir yerleşim formuna kavuşmuştur.

Osmanlılar, bölgeye ilk kez 1302’de Bafeus Savaşı sonrası ulaşmış; daha sonra bölge, Kara Ali Bey tarafından fethedilmiştir. Osmanlı döneminde Gölyazı, farklı etnik ve dini kimliklerin bir arada yaşadığı çok kültürlü bir Osmanlı kasabasına dönüşmüştür. 16. yüzyıl tahrir defterlerinde, nüfusun büyük çoğunluğunu Rum Ortodoks toplulukların oluşturduğu; halkın ise balıkçılık, zeytincilik ve özellikle ipek böcekçiliği gibi faaliyetlerle geçimini sağladığı görülmektedir. Rum nüfus, kendi dini yapıları, okulları ve zanaatkârlıklarıyla kasabanın sosyal dokusunu şekillendirmiştir.




Bu çokkültürlü yapı, 1923 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi ile kesintiye uğramıştır. Lozan Antlaşması kapsamında gerçekleşen zorunlu göç sonucu, Gölyazı’daki Rum halk 1924 yılında Yunanistan’a göç etmiş; yerlerine Selanik, Kavala, Drama ve Girit’ten gelen Müslüman Türk göçmenler yerleştirilmiştir. Yeni gelen halk, kendilerine yabancı olan bu coğrafyada geçmişin izlerini dönüştürerek, çoğu zaman üzerine kendi hikâyelerini yazarak yaşam alanlarını yeniden tanımlamıştır.

Günümüzde Gölyazı, hem tarihsel sürekliliği hem de kültürel dönüşümü aynı anda barındıran bir bellek mekânı olarak öne çıkar. Nüfusu görece azdır; halk büyük ölçüde balıkçılık, zeytinyağı üretimi ve giderek artan kırsal turizm faaliyetleriyle geçimini sağlamaktadır. Özellikle kadınlar, yerel üretim, el sanatları ve kültür turizmi alanlarında aktif bir rol üstlenmektedir. Gölyazı’da mübadele belleği hâlâ canlıdır; yaşlı kuşaklar göç anlatılarını nesiller boyunca aktarmakta, yerel halk her yıl düzenlenen Mübadele Anma Günü etkinlikleriyle bu tarihsel travmanın kültürel izdüşümünü yaşatmaktadır.

Mimari olarak Gölyazı, üç ana katmanı bir arada taşır: antik dönem kalıntıları, Bizans yapıları ve Osmanlı–mübadele dönemi sivil mimarisi. Antik kentten kalan sur parçaları, Apollon Tapınağı izleri, lahitler ve yazıtlar, Gölyazı’nın Apollonia kimliğini günümüze taşıyan unsurlar olarak varlığını sürdürmektedir. Bizans döneminden kalan kiliseler, özellikle freskli duvarlarıyla dikkat çekerken; Osmanlı ve mübadele sonrası inşa edilen taş evler, cumbalı yapılar ve dar sokaklar, yerleşimin sosyomekânsal sürekliliğini açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca 750 yıllık Ağlayan Çınar, bölgenin doğal ve efsanevi belleğini taşıyan sembolik bir varlık olarak dikkat çeker.

Arkeolojik araştırmalar, bu çok katmanlı yapının bilimsel belgelenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bursa Arkeoloji Müzesi ve Uludağ Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından yürütülen çalışmalar, bölgenin tarihsel dönemleri arasındaki geçişleri açığa çıkaran önemli veriler sunmuştur. Yüzey araştırmaları; Apollonia’nın kent planı, tapınak mimarisi, mezar tipolojisi ve yazıt kültürü üzerine disiplinlerarası yorumları mümkün kılmakta, özellikle nekropol alanları, antik inanç sistemlerine dair kapsamlı bilgiler sağlamaktadır.

Tüm bu özellikleriyle Gölyazı, geçmişin bir tanığı ve geçmişle bugün arasında sürekli yeniden kurulan bir ilişkinin mekânı olarak değerlendirilebilir. Tarihî sürekliliği, kültürel çoğulluğu, mekânsal dönüşümü ve yaşayan belleğiyle, Gölyazı Anadolu’nun kültürel miras coğrafyası içinde özel ve ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bu nedenle bölge; tarihçiler ve arkeologlar, mimarlık, şehir planlama, antropoloji ve kültürel çalışmalar alanlarında çalışan araştırmacılar için dikkate değer, yaşayan bir araştırma sahasıdır.



Mitolojik ve Efsanevi Katman: Gölyazı’nın Ruhunu Besleyen Anlatılar

Gölyazı, tarihsel katmanlarıyla; taşıdığı mitolojik ve efsanevi anlatılarla çok boyutlu bir belleğe sahiptir. Bu anlatılar, bölgenin kültürel sürekliliğini sözlü hafızayla biçimlendirmiştir. Gölyazı’nın taşlarında, gölünde ve ağaçlarında saklı olan bu öyküler, zamanın dışında bir hafızayı bugüne taşır.

1. Apollon’un Gölü ve Kehanetler

Gölyazı’nın antik adı Apollonia ad Rhyndacum, bir tanrının adıyla, bir inanç biçimiyle şekillenmiştir. Apollon’un ışık, sanat ve özellikle kehanetle ilişkilendirilen doğası, yerleşimi kutsal bir zemin hâline getirmiştir. Antik kaynaklarda, tapınak rahiplerinin Uluabat Gölü’nün suyuna bakarak kehanetlerde bulunduğu, gölde yansıyan ışığın tanrısal bir mesaj taşıdığına inanıldığı aktarılır. Bu anlatı, Gölyazı’nın gölle kurduğu bağı metafizik bir düzleme de taşır.

2. Prensesin Adası Efsanesi

Yörede anlatılagelen bir başka efsane, Gölyazı’nın oluşumuna mitolojik bir açıklama getirir. Rivayete göre, Apollonia kralının çok güzel bir kızı vardır. Komşu krallığın prensi bu kıza âşık olur; fakat prenses, bu aşkı geri çevirir. Öfkesine yenik düşen Melde kralı, kentin yakınındaki nehir yatağını değiştirerek bölgeyi sular altında bırakır. Prensesin saklandığı tepe, sularla çevrilir ve bugünkü Gölyazı yarımadası böyle oluşur. Bu efsane, doğal coğrafyanın halk belleğinde nasıl masalsı bir dile dönüştüğünü gösteren özgün örneklerden biridir.

3. Ağlayan Çınar ve Eleni ve Mehmet’in Aşkı

Gölyazı’nın belki de en dokunaklı anlatısı, Eleni ile Mehmet’in hüzünlü aşkıdır. Mübadelenin kasabayı ikiye böldüğü yıllarda, bir Rum kızı olan Eleni ile Türk genci Mehmet birbirine âşık olur. Ancak Eleni’nin ağabeyi Yorgi, bu aşkı kabul etmez ve Mehmet’i öldürür. Eleni, sevdiğinin cansız bedenini göl kıyısındaki ulu çınarın altında bulduğunda, oracıkta canına kıyar. O günden sonra bu ağaç, ‘‘Ağlayan Çınar’’ olarak anılır. Gövdesinden süzülen su damlalarının iki âşığın gözyaşları olduğuna inanılır. Bu anlatı, mübadele travmasını bireysel bir trajediye dönüştürerek tarihsel olayları duygusal bir derinliğe taşır.

Bu mitolojik ve efsanevi anlatılar, Gölyazı’nın ruhsal ve imgesel katmanlarla örülü bir bellek mekânı olduğunu ortaya koyar. Tapınak taşları kadar, anlatılan efsaneler de bu coğrafyanın hakikatidir; kehanet gölünde yansıyan bir ışık, suda kalan bir çığlık ya da ağacın gövdesinde donmuş bir yas olarak…

Gölyazı’nın Ekolojik ve Biyolojik Zenginliği

Gölyazı, tarihî ve kültürel katmanlarının ötesinde, barındırdığı doğal zenginlikleriyle de dikkat çeken özgün bir peyzaj alanıdır. Özellikle Uluabat Gölü çevresinde şekillenen ekosistem, biyolojik çeşitliliği ve uluslararası koruma statüsüyle bölgeyi bir tarih mekân ve doğa mirası olarak tanımlar. Bu doğal çevre, Gölyazı’nın toplumsal yaşamına, ekonomisine ve hatta mitolojik anlatılarına derinlemesine işlemiştir.

 

Uluabat Gölü: Uluslararası Öneme Sahip Bir Sulak Alan

Gölyazı’nın kıyısında yer alan Uluabat Gölü, 1998 yılında Ramsar Sözleşmesi kapsamında koruma altına alınmıştır. Bu statü, gölün yalnızca yerel bir doğal kaynak olmadığını, aynı zamanda küresel ekosistem hizmetleri ve biyolojik çeşitlilik açısından da kritik bir öneme sahip olduğunu göstermektedir. Uluabat, su rejimi, besin zinciri, karbon döngüsü gibi sistemlerde oynadığı rolle doğal dengenin sürdürücüsü niteliğindedir.

Kuş Cenneti: Göç Yollarının Kalbinde

Uluabat Gölü, Avrupa–Afrika kuş göç yolları üzerinde yer almakta ve bu nedenle yıl boyunca farklı dönemlerde 200’ü aşkın kuş türünü ağırlamaktadır. Tepeli pelikan, suna, gri balıkçıl, leylek ve karabatak, gölde hem barınmakta hem de üremektedir. Gölyazı sokaklarında elektrik direklerine yuva yapan leylekler, bu zenginliğin gündelik hayata yansıyan en görünür ve sevimli örneklerindendir. Bu durum, insanla doğa arasındaki barışçıl yakınlığın sembolü hâline gelmiştir.




Bitki Örtüsü ve Endemik Türler

2003–2005 yılları arasında Uluabat Gölü kıyısı ve adalarında yürütülen floristik araştırmalar, bölgede 675 farklı bitki taksonu bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu taksonlar, 96 ayrı familyaya aittir ve içlerinde 24 endemik tür yer almaktadır. Papatyagiller, baklagiller, ballıbabagiller gibi yaygın familyalar, Gölyazı çevresinin botanik açıdan ne denli çeşitli ve değerli olduğunu göstermektedir.

Su Canlıları ve Balıkçılık Geleneği

Uluabat Gölü, turna, yayın ve sazan gibi balık türlerinin yanı sıra, geçmişte oldukça bol bulunan kerevit gibi kabuklu canlılara da ev sahipliği yapmıştır. Ancak son yıllarda aşırı avlanma ve ekolojik dengesizlikler, bu türlerin popülasyonlarında ciddi azalmaya yol açmıştır. Yine de balıkçılık, Gölyazı halkının temel geçim kaynaklarından biri olmayı sürdürmektedir

Ekolojik Tehditler ve Koruma Sorunları

Tüm bu zenginliğe rağmen, Gölyazı ve çevresi ekolojik tehditlerle karşı karşıyadır. Özellikle evsel atıklar, tarımsal kimyasallar ve kontrolsüz yapılaşma baskısı, gölün su kalitesini olumsuz etkilemekte; göçmen kuşların barınma alanlarını daraltmaktadır. Ayrıca bilinçsiz turizm, doğal ve kültürel miras üzerinde kalıcı tahribatlar yaratabilecek boyutlara ulaşmıştır. Bu nedenle, bölgede sürdürülebilir turizm politikalarının hayata geçirilmesi ve ekolojik farkındalığın artırılması, Gölyazı’nın hem doğal hem kültürel sürekliliği açısından yaşamsal önemdedir.



Güncel Sosyoekonomik Dinamikler

Gölyazı, son on beş yılda hızla değişen bir kırsal peyzajın içinden geçmektedir. Özellikle kırsal turizmin yükselişi, Bursa, İstanbul ve Kocaeli gibi büyük şehirlerden gelen günübirlik ziyaretçilerin artışıyla ivme kazanmış; bölgenin hem doğal güzellikleri hem de tarihî dokusu üzerindeki ilgi yoğunlaşmıştır. Ancak bu yoğunlaşma, beraberinde çeşitli sosyoekonomik ve kültürel gerilimleri de getirmiştir.

Gölyazı’da turizmin getirdiği ekonomik canlanma, gelir dağılımında dengesizlik yaratmıştır. Göl kenarında konumlanan işletmeler, kafeler ve pansiyonlar ekonomik hareketliliğin merkezinde yer alırken; geçimini hâlâ balıkçılık, zeytin üretimi ve el sanatıyla sağlayan geleneksel kesimler bu döngüden yeterince fayda sağlayamamaktadır. Böylece, görünmeyen bir içsel eşitsizlik haritası oluşmakta; kırsalın ekonomik aktörleri arasında yeni sınırlar belirginleşmektedir.

Mekânsal olarak da dönüşüm belirgindir. Gölyazı’nın geleneksel taş evlerinden bazıları pansiyonlara ve ticari mekânlara dönüştürülürken, bu dönüşüm çoğu zaman yerel mimariyle uyumsuz yapılarla desteklenmekte ve kültürel peyzajın bütünlüğünü tehdit etmektedir. Göl manzaralı yapıların estetik kaygılardan çok, ticari beklentilerle şekillenmesi, hem görsel kültürü hem de mekânsal hafızayı zayıflatmaktadır.

Özellikle 14 Şubat, bayramlar ve hafta sonları gibi özel günlerde Gölyazı, taşıma kapasitesinin çok üzerinde ziyaretçiyi ağırlamakta; günlük 10.000’i aşan insan akışı, hem çevresel baskı hem de yerel halkın yaşam kalitesinde gözle görülür bir düşüş yaratmaktadır. Bu durum, göl ekosistemine zarar vermekte; çöp, trafik ve gürültü gibi sorunlar bölgenin kırılgan yapısını zorlamaktadır. Kırsal bir yerleşim için bu denli yoğun ve kontrolsüz ziyaret, hem yaşam biçimini hem de kimliği aşındıran bir sürece dönüşmektedir.

Görsel Kültür ve Medya Temsilleri: Gölyazı’nın Yeni Yüzü

Gölyazı, son yıllarda akademik literatürde ya da turistik broşürlerde; görsel kültür ve medya üretimleri içerisinde görünürlük kazanmıştır. Mekân, hem doğal hem de duygusal katmanlarıyla bir anlatı yüzeyi olarak yeniden inşa edilmektedir.

Özellikle Derviş Zaim’in ‘‘Balık’’ adlı filmi, Gölyazı’nın hem doğal atmosferini hem de insani yalnızlığını sinemaya taşımış; izleyiciye bu yerleşimin görsel olduğu kadar anlamsal derinliğini de sunmuştur. Filmde, gölün durgun yüzeyi kadar, insanların içsel sessizliği de anlatının merkezine yerleştirilmiştir.

Bunun dışında Gölyazı, fotoğrafçılar ve sosyal medya kullanıcıları için bir açık hava stüdyosu hâline gelmiştir. Gün doğumu ve gün batımı fotoğrafları, sazlıklar arasında süzülen kayıklar ve çınar gölgesinde oturan yaşlı kadınlar, Instagram’da binlerce kez dolaşıma girmiştir. Bu görsel temsiller, Gölyazı’nın imajını romantize etmiş; böylece bölgeye ‘‘Instagram turizmi’’ yapan daha genç ve görsellik odaklı bir kitle de yönelmiştir. Görselliğin tüketimle birleştiği bu yeni turizm formu, mekânın anlamını yeniden kurarken, aynı zamanda geleneksel dokuyu da dönüştürmektedir.

 Katılımcı Koruma ve Yerel Bellek Pratikleri

Gölyazı’da kültürel ve doğal mirasın korunması, profesyonel uzmanlarca, yerel halkın ve yerel yönetimlerin aktif katılımıyla yürüyen, çok katmanlı bir koruma pratiğidir. Bu bağlamda Nilüfer Belediyesi’nin 2025 yılında düzenlediği “Gölyazı Çalıştayı”, kültürel peyzaj, ekolojik denge ve sürdürülebilir turizm gibi konularda katılımcı bir vizyon ortaya koymuştur.

 Gölyazı bugün, tarihsel, doğal, mitolojik ve sosyolojik katmanların iç içe geçtiği; bir yandan görsel kültürle yeniden üretildiği, bir yandan da yerel belleğin direnç noktalarında korunduğu çok yönlü bir araştırma ve deneyim alanıdır. Bu yönüyle Gölyazı, gezilip görülmesi gereken bir yer; dinlenmesi, okunması ve yaşanması gereken bir anlatı mekânıdır.




 


Cesur Yeni Dünya Aldous Huxley




Cesur Yeni Dünya Aldous Huxley

Yapay Cennetin Karanlığı: Cesur Yeni Dünya’da Birey, Sistem ve Ruhun Çöküşü

Aldous Huxley’nin 1932 yılında kaleme aldığı Cesur Yeni Dünya, insanoğlunun teknolojik ilerleme ve bilimsel gelişmelerle kendine ütopya yaratmaya çalışırken, aslında nasıl bir distopya inşa ettiğini gözler önüne seren çarpıcı bir romandır. Kitap, bireyselliğin yok sayıldığı, özgürlüğün mutluluk adına feda edildiği, duyguların ve düşüncelerin sistemli bir biçimde bastırıldığı bir geleceği tasvir eder. İnsanlar artık birer mühendislik projesi olarak ‘‘kuluçka’’ merkezlerinde doğar; annelik, babalık, doğum gibi kavramlar neredeyse ahlaksızlıkla eş değer görülür. Bu toplumda bireyler, daha doğmadan önce hangi sosyal sınıfa (Alfa, Beta, Gama, Delta, Epsilon) ait olacaklarına göre genetik olarak tasarlanır ve bu sınıfa uygun düşünce kalıplarına göre şartlandırılır.

İnsanlar düşünmez, sorgulamaz, üretmezler; onlar için önemli olan sadece ‘‘iyi hissetmek’’tir. Bu yapay mutluluğu sağlamak için cinsellik rastlantısal ve denetim altındadır, mutsuzluk hissettiklerinde ise onları hemen uyuşturan ve hiçbir yan etkisi olmayan ‘‘soma’’ adlı ilaç devreye girer. Sanat, felsefe, din, aile ve aşk gibi kavramlar ortadan kaldırılmış; insanlık tarihinin derinliğini yansıtan her şey birer tehlike unsuru olarak sistem dışına itilmiştir. Toplumun istikrarı uğruna bireysellikten ve duygulardan vazgeçilmiş, insanların ‘‘insan olma’’ halleri yok edilmiştir. Ancak tüm bu kusursuzluğun içinde, sistemin çarkları arasında sıkışıp kalmış ve ruhları bu yapay cennetle uyum sağlayamayan bazı karakterler vardır ki, onlar aracılığıyla Huxley bizlere bu yeni dünyanın ne denli korkunç ve acımasız olduğunu anlatır.

Bernard Marx

Bernard Marx, Alfa sınıfına mensup olmasına rağmen, fiziksel olarak diğer Alfalar kadar güçlü ve gösterişli değildir; bu nedenle kendi sınıfında dışlanan, alaya alınan bir figürdür. Bu fiziksel farklılık, onun toplumun yapay mutluluğunu ve şartlandırmalarını sorgulamasına neden olur. Sürekli olarak içsel bir yabancılık hissi yaşayan Bernard, sistemin sağladığı hazlara tam olarak adapte olamaz; insanların sürekli mutluluk içinde yaşıyor görünmelerine karşın, bu mutluluğun sahte olduğunu ve insanların düşünmeden, sorgulamadan yaşadıklarını fark eder. Ancak Bernard’ın bu karşı duruşu, dışlanmışlığının ve tatmin olamayan egosunun sonucudur. Yine de o, düzenin çatlaklarını fark eden ilk karakterlerden biridir.

Lenina Crowne

Lenina, Beta sınıfına mensup, toplumun normlarına tamamen uyum sağlamış, dış görünüşüyle beğeni toplayan ve sistemin kendisinden beklediği rolleri sorgulamadan kabul eden bir kadındır. Bernard’a olan ilgisi, onun farklılığına duyduğu hayranlıktan kaynaklanır; ancak Bernard’ın sorgulayıcı ve duygusal yapısı karşısında çoğu zaman kafası karışır. Lenina, sistemin ‘‘mutlu ol, düşünme’’ mantığına bağlı kaldığı sürece huzurludur; fakat John’un ortaya çıkışı ve onunla olan ilişkisi, iç dünyasında daha önce deneyimlemediği duyguların doğmasına sebep olur. Bu durum, Lenina’nın temsil ettiği yüzeysel mutluluk ile insan olmanın derin karmaşası arasındaki çatışmayı gözler önüne serer.

John (Vahşi)

John, romanın en trajik ve en derinlikli karakteridir. Doğal yollarla dünyaya gelmiş, annesiyle birlikte ‘‘Vahşi Rezervasyonu’’ adı verilen, modern uygarlığın dışında kalan bir bölgede büyümüştür. Annesinden öğrendiği uygarlık bilgileri ile yerlilerin dünyası arasında sıkışmış bir hayat sürer. John, uygarlığa getirildiğinde, onun değer verdiği her şeyin sistemli biçimde ortadan kaldırıldığını görür, büyük bir kültürel ve psikolojik yıkım yaşar. Onun varoluşsal isyanı, sistemin yapay düzenine karşı gerçek insanlığın ve bireysel iradenin bir haykırışıdır. Ancak bu haykırış, sonunda onun trajik sonunu hazırlar.

Helmholtz Watson

Her ne kadar dışarıdan bakıldığında Alfa kastına mensup, toplumun ideal birey modeline uygun, fiziksel olarak çekici ve entelektüel açıdan üstün bir iletişim mühendisi olarak görülse de, iç dünyasında bu sistematik mükemmelliğin huzur getirmediği, ruhunu sıkan ve kısıtlayan bir boşlukla yüzleşmektedir. Resmî görevi, Duygu Mühendisliği Bölümünde toplumun istikrarını ve yüzeysel mutluluğunu sürdürmeye yönelik propaganda metinleri, sloganlar ve şiirsel dizeler üretmektir; ancak bu yaratım süreci, sanatın ve edebiyatın gerçek anlamıyla bağdaşmayan, içi boş, yapay ve mekanik bir üretimden ibarettir.

Mustapha Mond

Mustapha Mond, Dünya Denetçileri’nden biridir ve sistemin koruyucusu konumundadır. Eskiden bir bilim insanı olan Mond, özgürlüğü ve bilimi seçmek yerine sistemi ve iktidarı tercih etmiştir. O, bireysel özgürlüğün toplumun istikrarını tehdit ettiğine inanır ve bu nedenle sanatın, bilimin ve dinin bastırılmasını savunur. Mond’un en çarpıcı yönü, sistemin kusurlarını çok iyi bilmesine rağmen onun içinde yer almayı bilinçli olarak seçmesidir. John ile yaptığı diyaloglar, romanın felsefi doruk noktalarından birini oluşturur; çünkü bu konuşmalar, özgürlük ile mutluluk, gerçek ile illüzyon, birey ile toplum arasında süregelen kadim çelişkinin merkezine iner.

John:

John, yeni dünyaya uyum sağlayamayınca sistemden uzaklaşmak ister ve bir ışıldayan fener kulesine yakın, terkedilmiş bir kırsal kulübeye çekilerek inzivaya girer. Burada kendi ahlaki değerlerine uygun bir yaşam sürmeye çalışır; doğayla iç içe yaşar, kendini cezalandırarak arınmak ister, dua eder, oruç tutar, hatta kamçıyla kendini döver. Bu yaşamı, temizlenme ve özünü kurtarma arayışıdır.

Ancak medya bu durumu fark eder. Onun yalnızlığı, kısa sürede toplumun eğlence nesnesine dönüşür. Helikopterlerle insanlar kulübenin çevresine toplanır, onun yaşamını izler, onun ıstırabından haz alır. Lenina’nın gelmesiyle John’un bastırdığı duygular ve arayış kırılır; duygusal bir patlama yaşar, önce bir şiddet nöbeti geçirir, sonra ise yoğun bir suçluluk duygusuna kapılır.

Ertesi sabah, John’un cesedi, kulübenin içinde, tavana asılı halde bulunur. Kendini iple asarak intihar etmiştir. Huxley bu sahneyi dramatize etmeden, ama ağır bir çöküş hissiyle verir: Toplum, onu önce egzotik bir vahşi olarak sergilemiş, sonra onun trajedisini gözler önünde tüketmiştir. John’un kendini asması, insanlığın bu yeni dünyada artık yaşanamayacağını, ruhun bu sistemde nefes alamayacağını haykırır adeta.

Uygarlığın dışındaki Vahşi Rezervasyonunda doğmuş ve orada büyümüş olan John, annesi Linda’dan öğrendiği uygarlık hikâyeleriyle kendine bir ahlaki ve duygusal bir evren kurmuştur. Bu evren, doğrudan duyguların yaşandığı, aşkın ve acının bir arada hissedildiği, anlamın arandığı bir dünyadır. Ancak John, uygarlığa getirildiğinde, buradaki insanların sürekli bir mutluluk hâli içinde yaşamalarının ardında ne denli derin bir ruhsuzluk, yüzeysellik ve şartlandırma olduğunu fark eder. Gerçek aşk, özgürlük, bireysellik gibi değerlerin yerini cinselliğin araçsallaştığı, duyguların bastırıldığı ve uyuşturucu somayla kontrol edilen bir düzene bırakmıştır.

İçine düştüğü bu yapay dünya John'u hem ahlaki hem de varoluşsal anlamda bir uçuruma sürükler. Toplumun değerlerini benimseyemez; fakat onları değiştirecek gücü de yoktur. Kendi inançları doğrultusunda sisteme karşı direnmeye çalışır, inzivaya çekilir, bir kulübede yaşamaya başlar, bedeniyle kefaret ödemek istercesine kendini cezalandırır, acı çekerek arınmaya çalışır. Ancak bu acıdan arınma çabası da medyanın ve halkın eğlence nesnesi hâline gelir. Onun acısı bile artık sistem için bir gösteridir.

Romanın sonunda John, dayanamayıp intihar eder. Kendi değerlerini, ahlakını, duygularını ve insanlığını korumak adına çıktığı yolda, bu değerlerin bu yeni dünyada yer bulamadığını ve toplumun onun ruhsal derinliğine tahammül edemediğini görür. İpi kendi elleriyle boynuna geçirmesi, Huxley’nin insanlık değerlerinin tamamen silindiği bir geleceğe dair yaptığı karanlık uyarının zirve noktasıdır.

 

 

 

21 Haziran 2025 Cumartesi

Zeyniler Köyü Bursa Feride’nin Ayağının Değdiği Yer

 


Zeyniler Köyü Bursa Feride’nin Ayağının Değdiği Yer

Uludağ’ın eteklerinde, Bursa’nın Yıldırım ilçesine bağlı bir köy düşünün. Eski taş yolların kıvrılarak ulaştığı, çam ve kestane ağaçlarıyla çevrili küçük bir yerleşim burası. Bugün Teleferik Mahallesi’nden daha yukarıda, geçmişte ise yalnızca keçi yollarıyla varılan bu köy, Türk edebiyatında unutulmaz bir yere sahiptir. Çünkü burası, Reşat Nuri Güntekin’in kaleminden doğan Feride’nin Anadolu’daki ilk durağıdır. Romanın ve gerçek tarihin sayfalarında da bu köyün bir izi vardır.

Zeyniler, 19. yüzyılda Bursa’ya göç eden Ahıska Türkleri tarafından kurulmuştur. Ancak köyün adı daha da eskilere dayanır. Osmanlı’nın ilk dönemlerinde bu çevrede faaliyet gösteren Zeyniye Tarikatı’nın adı köye yansımıştır. Bu manevi hisler ve doğayla iç içe hâl, belki de Feride karakterine ruh kazandıran arka planı oluşturur.

Reşat Nuri Güntekin’in yolu Zeyniler’e 1917’de düşer. O yıllarda Bursa Erkek Lisesi’ne Fransızca öğretmeni olarak atanmış, aynı zamanda Işıklar Askerî Lisesi’nde de ders vermektedir. Gençtir, içinde kıpır kıpır bir gözlem isteği taşır. Kâh tiyatroya gider, kâh Bursa sokaklarını dolaşır. Derken bir gün, köyün üst taraflarında, halkın ‘‘Seyir Tepe’’ dediği yere varır. Elinde bir defter, gözünde uzaklara dalmış bir bakışla, çevredeki çocukların ilgisini çeker. Onların arasında ise biri farklıdır: Yedi sekiz yaşlarında, çevik, hazır cevap, dikkatli bir kız çocuğu. Adı Feride Özkaya’dır.

Reşat Nuri, onu bir ağaca tırmanmış hâlde görünce seslenir: “Çalıkuşu, düşeceksin, in aşağı.” Ve belki o an, edebiyatımızda Feride’nin ilk kıvılcımı çakar.

Bu karşılaşmanın gerçekliği, Feride Özkaya’nın yeğeninin yıllar sonra yaptığı anlatımla ortaya çıkar. Elbette Çalıkuşu karakteri yalnızca bu çocuğa indirgenemez; Feride, çok sayıda gözlem, duygu ve hayalin birleşiminden doğar. Ancak Zeyniler Köyü, bu hayalin ete kemiğe büründüğü yerdir. Romanın Feride’si, öğretmen olarak ilk tayinini bu köye alır. Okulsuz, yolsuz, yabancılara kapalı bir dağ köyünde, İstanbul terbiyesiyle yetişmiş bir genç kadının ayakta kalma çabası başlar. Feride’nin direnci, idealizmi ve yalnızlığı burada billurlaşır.

Zeyniler, romanda uzun bir bölümde anlatılmaz, fakat karakterin ruhsal çatısının örüldüğü en somut mekândır. Feride, burada şehirli yanıyla köylü gerçeklik arasında sıkışır. Ne tamamen dışlanır, ne tam anlamıyla kabul edilir. Öğretmenlik yaptığı kısa süre içinde bu yabancı coğrafyayla arasına bir bağ kurar, yalnız hayat onu başka yerlere sürükleyecektir.

Zeyniler bugün küçük bir mahalle olarak yaşamını sürdürüyor. Ancak tabelalarda hâlâ ‘‘Çalıkuşu Köyü’’ olarak anılır. Reşat Nuri’nin bıraktığı bu iz, yalnızca romanla sınırlı kalmamış, Bursa’nın kültürel kimliğine de sinmiştir.


Bir Kültürel Sembol Olarak Feride

Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu adlı romanındaki Feride karakteri, Cumhuriyet öncesi ve erken Cumhuriyet döneminde kadına biçilen rolleri hem taşıyan hem de bu rolleri aşmaya çalışan bir figür olarak karşımıza çıkar. Fransız mürebbiyelerle yetişmiş, şehirli, eğitimli, kültürlü bir kadın profili sunar. Aynı zamanda toplumsal geleneklerle, aile baskısıyla ve aşk ile meslek arasındaki çatışmalarla da mücadele eder. Bu çelişkili yapı, onu kültürel bir sembol hâline getirir. Kadınların Feride’yle özdeşleşmesi bu noktada anlam kazanır. Çünkü Feride hem tarihsel bağlamda modern kadın fikrinin bir yansımasıdır hem de bireysel seçimlerinin sorumluluğunu üstlenen bir karakter olarak dönemin kadın okurları üzerinde derin bir etki bırakmıştır.

Çalıkuşu lakabı ise doğrudan doğayla ilişkilidir. Bu isim; sürekli hareket hâlinde olan küçük bir kuştan gelir. Bu kuşun adı, dönemin halk anlatılarında da geçer ve genellikle özgürlüğüne düşkün, ele avuca sığmaz kişilikler için kullanılır. Feride’ye bu ismin verilmesi, onun toplumsal kalıplara uymayan mizacını anlatmak için kültürel olarak oldukça yerindedir.

İlginç olan ise, bu karakterle yalnızca kadınların değil, erkeklerin de zaman zaman özdeşleşmesidir. Bu durum ilk bakışta şaşırtıcı gibi görünse de, aslında oldukça yapıcı ve kültürel açıdan dikkat çekici bir özelliktir. Erkeklerin Çalıkuşu kimliğini benimsemeleri, kalıplaşmış erkeklik normlarının dışında bir hassasiyet geliştirdiklerini gösterir. Bu hassasiyet, eril iktidar anlayışına yaslanmadan da güçlü olunabileceğini düşünen, bireysel duruşa değer veren bir bakış açısına işaret eder.

Toplumun uzun süre erkeklere yüklediği güçlü, duygusuz, kararlı ve sessiz kalıpları, Çalıkuşu’nda kendini gören erkekler kırmış olur. Onlar için Feride’nin içsel çatışmaları, kararsızlıkları, duygularını bastırmadan yaşayabilmesi bir örnek teşkil eder. Bu özdeşleşme, kültürel kodlarla da hesaplaştığını gösterir.

Bu anlamda Feride’yle özdeşleşen erkek figürü, bireyci, özgürlükçü ve hassas bir duruşun temsilcisi olarak okunabilir. Çalıkuşu ismi onlar için bir lakaptan öte, alternatif bir yaşam tarzının, farklı bir kişilik yapısının sembolüne dönüşür. Bu da hem edebiyatın gücünü hem de toplumsal dönüşümün birey üzerindeki etkisini ortaya koyar.







Zeyniler Köyünün Tarihi

Zeyniler, Bursa’nın doğusunda, Uludağ’ın eteklerine yaslanmış eski bir yerleşim yeridir. Bugün idari olarak Yıldırım ilçesine bağlı bir mahalle statüsünde olsa da, geçmişte köy niteliği taşıyan bu yerleşim, hem doğal yapısı hem de tarihsel izleriyle dikkat çeker.

Köyün adı, Zeyniyye Tarikatı ile bağlantılıdır. Bu tarikat, 14. yüzyılda yaşamış olan Zeynüddin Hafi’nin kurduğu, tasavvufi çizgisi Halvetiyye ile benzerlik taşıyan bir yapıya sahiptir. Osmanlı’nın ilk dönemlerinden itibaren özellikle Batı Anadolu’da ve Bursa civarında etkili olmuştur. Zeyniler adı da büyük olasılıkla bu tarikata mensup dervişlerin ya da müritlerin bu bölgede yerleşik hâle gelmesiyle anılmaya başlanmıştır. Böylece köyün adı, dini ve kültürel bir geçmişin taşıyıcısı olmuştur.

Zeyniler’in bugün yaşayan halkının önemli bir kısmı Ahıska Türkleri’dir. Ahıska Türkleri, 19. yüzyılda Çarlık Rusyası’nın Kafkasya’ya yönelik baskıcı politikaları sonucunda Osmanlı topraklarına göç etmek zorunda kalmışlardır. Bu göç dalgasının bir bölümü de Bursa’ya ulaşmış, yerleşim için Uludağ’ın eteklerinde stratejik ve tarıma elverişli yerler tercih edilmiştir. Zeyniler de bu tercihlerden biridir. Ahıska Türkleri burada hem tarım ve hayvancılıkla uğraşmış, hem de kültürel geleneklerini yaşatarak köyün sosyal dokusunu oluşturmuştur.

Köy, uzun yıllar boyunca dışa kapalı, doğayla uyumlu bir yaşam sürmüştür. Geçmişte ulaşım zordur, yollar dardır. Ancak bu zorluklar, köyün kendi içine dönük kültürel yapısını güçlendirmiştir. Aile bağları kuvvetli, komşuluk ilişkileri sıkıdır. Düğünler, bayramlar, cemiyetler geleneksel Ahıska örflerine uygun biçimde sürdürülmüştür. Bugün bile Zeyniler’de halkın bir kısmı bu gelenekleri yaşatmaya devam eder.

Cumhuriyet döneminde köy, eğitimle ve okulla daha sıkı ilişki kurmaya başlamıştır. Özellikle 20. yüzyılın ortalarında Bursa ile bağlantı yollarının iyileşmesiyle birlikte şehirle daha yakın bir ilişki kurulmuştur. Ancak yine de Zeyniler, Uludağ’ın doğasına yaslanmış, dinginliğini ve içtenliğini koruyan nadir yerlerden biri olmaya devam etmektedir.

 












 

 

20 Haziran 2025 Cuma

Tüfek, Mikrop ve Çelik – Jared Diamond Üzerine Kişisel Notlar



Tüfek, Mikrop ve Çelik – Jared Diamond Üzerine Kişisel Notlar

Kitap okurken ilgimi çeken yerleri işaretlemeyi alışkanlık hâline getirdim. Bu bazen sadece bir kurşun kalemle bıraktığım küçük bir nokta olur, bazen de elimin altında varsa renkli, şeffaf not kâğıtlarından biriyle sayfaya bir iz bırakırım. Okuduklarım arasında kendime ait olanı ayırmak, dönüp tekrar bakabilmek, düşündüklerimi o satırlara geri çağırabilmek için yaparım bunu. Tüfek, Mikrop ve Çelik kitabını bitirdikten sonra da elim yine o sayfalara döndü. Kitabın içinde dolaştım, sayfa kenarlarına bıraktığım işaretleri takip ettim. Kendime şu soruyu sordum: ‘‘Bu kitabı okuduktan sonra bende ne kaldı?’’

Yanıtı hemen bulmadım. Ama bir sayfaya gözüm ilişti. Anlatılanlar çok tanıdık gelmişti. Belki pek çok kişi tarafından bilinen bir tarihsel olaydı ama ben yine de buraya yazmak istedim. Çünkü bu anlatının içinde öyle bir kesit vardı ki, bana kalırsa insanlık tarihinin tüm yükünü bir anın içine sığdırmış gibiydi.

Yazar, Amerika kıtasındaki ilk insanların Asya’dan yola çıkarak zamanla Sibirya, Bering Boğazı ve Alaska üzerinden MÖ 11.000 yılı civarında ya da bu tarihten daha önce gelmiş olabileceklerinden söz ediyor. Haritayı açtım, Bering Boğazı’nı buldum, gözümle takip ettim o olası yolu. Bu varsayımı ortaya atan insanların haksız olduğunu düşünmek zor geliyor. Olabilir diye geçirdim içimden. Sonra yazarın gözünden Eski Dünya ile Yeni Dünya’nın insanlar arasında nasıl ayrıştığını, ne zaman ve nasıl karşılaştıklarını okumaya devam ettim.

Amerika kıtasına gelen bu ilk insanlar, güney yönüne inerek orada karmaşık tarım toplulukları kuruyorlar. Yani zaman içinde Eski Dünya’yla tamamen bağlantısı kesilmiş bir yaşam biçimi ortaya çıkıyor. Bu insanlar, yalıtılmış bir dünyada kendi ritimlerinde yaşarken, Eski Dünya’daki insanlarla olan ilk temas, yazarın belirttiğine göre avcı-toplayıcı topluluklar arasında gerçekleşiyor. Bu temaslardan biri, Güney Amerika’da yetişen tatlı patatesin okyanusu geçip Polinezya’ya ulaşmasıyla örnekleniyor.

Yeni Dünya halkının Avrupa insanlarıyla ilk karşılaşması ise MS 986 ile 1500 yılları arasında Grönland’a gelen İskandinavlarla sınırlı kalıyor. Ancak bu karşılaşma yerli halk üzerinde kalıcı bir değişim yaratmıyor. Oysa bundan sonra yaşanacak olan temas, tarihin yönünü değiştiren, büyük acılara sebep olan bir kırılma noktası olacak.

1492 yılı… Kristof Kolomb’un Karayip Adaları’na ayak bastığı o tarih. O zamanlarda bu adalarda yerli nüfus oldukça yoğundu. Fakat o gelişle birlikte hem kıtaya hem de insanlara başka bir anlam yüklenecekti. Kitabın içinde beni en çok sarsan, satır satır içime işleyen anlatı ise Pizarro ile Atauhalpa arasında geçen karşılaşma oldu. Burası artık sadece bir tarih bilgisi olmaktan çıkıp, yüzlerce yılın toplumsal uçurumunu gözler önüne seren bir sahneye dönüşüyor.

Atauhalpa, Yeni Dünya’da büyük bir devletin mutlak hükümdarı olarak karşımıza çıkıyor. Pizarro ise İspanya Kralı adına hareket eden bir kumandan. İkisi Cajamarca’da karşılaşıyor. Bu olayın bu kadar ayrıntılı bilinmesinin sebebi ise yaşananların İspanyollar tarafından kayda geçirilmiş olması. Pizarro’nun önderliğindeki İspanyollar yalnızca 168 kişiden oluşuyor. Atauhalpa’nın ise dağların eteklerine kurduğu büyük bir ordusu var. İspanyollar, yerli halkın kurduğu çadırları ve önlerinde yaktıkları ateşleri büyük bir yerleşim alanına benzetiyor. Kalabalıktan etkileniyorlar; hatta bazıları korkuyor, ürküyor.

Atauhalpa’dan bir haberci gelir. Hükümdar, tüm iyi niyetiyle Pizarro ile görüşmek istediğini bildirir. Bu, İspanyollar için bir fırsattır. Hemen plan yaparlar: Askerlerin bir kısmı meydana bakan küçük bir kalede saklanır. Diğerleri pusu kurar.

Atauhalpa, yanında halkıyla birlikte görüşmeye gelirken kimse bir saldırı beklememektedir. Çünkü yerliler hükümdarlarına güvenmektedir. Onun yanından ayrılmayan insanlar yolları otlardan temizleyerek yürürler. Atauhalpa, sekiz kişinin omuzladığı, altın ve gümüşlerle süslenmiş bir tahtırevan üzerinde ilerlemektedir. Boynunda zümrüt taşlardan bir kolye, başında altın bir taç vardır. Görkemi göz alıcıdır. İspanyollar altınların, değerli taşların çokluğundan büyülenir. Hayatlarında bu kadar ziynet eşyasını bir arada hiç görmemişlerdir. O kadar etkilenirler ki, içlerinden bazıları korkudan tuhaf tepkiler verir.

Vali Pizarro, rahip Vicente de Valverde’yi önden yollar. Rahip bir elinde haç, diğerinde kutsal kitapla Atauhalpa’ya yaklaşır. Ona Tanrı’nın dinine inanmasını, İspanya Kralı'nın buyruğunu kabul etmesini teklif eder. Atauhalpa kutsal kitaba bakmak ister, eline alır. Ne olduğunu tam anlayamaz. İlk önce kitabı açamaz, sonra açtığında ne yapması gerektiğini bilmediği için kenara fırlatır. Bu davranışı İspanyollar, kendi dinlerine yapılmış bir hakaret gibi algılar.

Ve işaret verilmiş olur. Borular çalmaya başlar, tüfekler ateşlenir, atların başındaki çıngıraklar çalınır, savaş naraları yükselir. Yerliler silahsızdır, hiçbir hazırlıkları yoktur. Panik başlar. Kalabalık kaçışır. Birbirlerini ezerek yere düşerler. Hayatta kalabilenler vurulur. Ve Atauhalpa esir alınır.

Pizarro, onu serbest bırakmak için bir fidye ister. Altınlarla doldurulacak büyüklükte bir oda ister. Bu oda, beş metre eninde, yedi metre boyunda, iki buçuk metre yüksekliğindedir. Yerliler bu fidyeyi getirir. Fakat Atauhalpa serbest bırakılmaz. Daha sonra öldürülür.

Bu olay yalnızca bir esaret ve ölüm öyküsü değildir. Kitabın bütününe yayılan temel sorgulamanın bir örneğidir aslında. Çünkü burada yaşanan, yalnızca bir uygarlığın diğerine üstün gelmesi meselesi olarak okunamaz. Bu, tarihin içinde biriken adaletsizliklerin, coğrafyanın, teknolojinin ve bilginin farklı toplumlara sağladığı olanakların sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Yazar kitabının başında, Yeni Gine’de bir siyasetçi olan Yali’nin sorusunu aktarır: “Beyazların bu kadar çok kargosu varken, bizim neden yok?” Kargo, Batı’dan gelen eşyaları, malları temsil eden bir sözcüktür. Ama bu soru yalnızca eşya üzerine değildir. Arkasında uzun bir tarihsel zincir, birikmiş bir eşitsizlik vardır.

Diamond kitabı boyunca bu soruya cevap arar. Coğrafyanın, hayvanların evcilleştirilmesinin, tarımsal üretimin, yazının, mikropların ve toplumsal yapıların uygarlıklar üzerinde ne kadar etkili olduğunu anlatır. Toplumların gelişmesi, sadece bireysel zekâ ya da irade ile açıklanamaz. Her icat, daha önce yapılan bir başka icadın ya da fikrin devamıdır. Bu nedenle tarih boyunca bilgi, güç ve teknoloji birikimi bazı bölgelerde daha kolay oluşmuştur.

Benim için bu kitap yalnızca tarihsel bilgiler sunan bir metin olmadı. Aynı zamanda insanlık tarihine başka bir gözle bakabilmemi sağladı. Coğrafyanın kader hâline geldiği, fırsatların eşit dağılmadığı bir dünyada yaşadığımızı hatırlattı. Bugün elimizde tuttuğumuz birçok şeyin, belki de binlerce yıl önce tohumları atılmış bir zincirin son halkası olduğunu gördüm.

Okudukça düşündüm. Düşündükçe kendi yerimi, geçmişimi ve çevremi daha farklı değerlendirmeye başladım. Kitabı bitirdiğimde elimde yalnızca işaretlenmiş sayfalar yoktu; zihnimde büyüyen bir sorgulama vardı.

Bu yolculuğa çıkacak herkese selamla, saygıyla.


Şimdi sıra geldi Çöküş'ü okumaya...

 


Kayıp Zamanın İzinde Marcel Proust

 


Kayıp Zamanın İzinde Marcel Proust

Marcel Proust (1871–1922), belleğin doğasını, zamanın çözülüşünü ve bireyin içsel evrenini eşsiz bir titizlikle ele alan Fransız yazardır. Tüm hayatını bu seriye adamış, ölümünden önce ilk birkaç cildi yayımlamış, kalanları ölümünden sonra yayımlanmıştır. Anlatı, otobiyografik kırılmalarla örülür; Proust’un kendi hayatından yola çıkarak kurguladığı anlatıcı karakteri, zamanın katmanlarını aşarak geçmişi yeniden kurar.

Proust’un anlatımı, bireyin hafıza aracılığıyla geçmişle kurduğu ilişkiyi romanın ana yapısı haline getirir. Kitabın merkezinde, zamanın mutlak çizgiselliği yer almaz; aksine, belleğin devinimiyle zaman yeniden şekillenir, akış bozulur, içsel dünyada yankılanarak çok katmanlı bir şiirselliğe dönüşür.

 

1. Swann’ların Tarafı

İlk ciltte çocukluk, duyumsal deneyim ve belleğin kapıları açılır. Anlatıcının Combray kasabasındaki çocukluk anıları, bir madeleine kurabiyesinin çaya batırılmasıyla geri çağrılır. Bu sahne, edebiyat tarihinin en unutulmaz bellek anlarından biri olarak öne çıkar.

Kitabın ikinci bölümünde, Charles Swann’ın Odette de Crécy ile olan tutkulu ve aşağılayıcı ilişkisi anlatılır. Swann, burjuva dünyasının kültürel düşkünlüğüyle aristokrat geçmişi arasında sıkışmış bir figürdür. Aşkı, saplantıya dönüşür. Bu aşk, toplumsal sınıflar, estetik düşkünlük ve içsel kırılganlıklarla örülüdür.

2. Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde

Bu ciltte anlatıcı Paris ve Balbec’teki yaşamıyla birlikte ergenlikten gençliğe geçer. Sanatçı duyarlılığı ve estetik algısı gelişir. Ressam Elstir ve genç kızlardan oluşan bir topluluk –özellikle Albertine– bu cildin merkezindedir.

Burada zaman yalnızca anlatıcının geçmişi değildir; büyüme, özlem ve güzelliğin geçiciliğiyle örülü yeni bir boyuttur. Anlatıcının duygusal arayışları, toplumsal yapılarla ve sınıfsal geçişlerle harmanlanır. Balbec otelindeki yaz atmosferi, hem mekânsal hem duygusal olarak derin bir dönüşüm alanı oluşturur.

3. Guermantes Tarafı

Paris aristokrasisinin simgesi olan Guermantes ailesi, bu cildin ana figürüdür. Anlatıcı, yüksek sosyetenin yüzeysel gösterişiyle içi boş yapısını gözlemler. Burada toplumsal gözlem ve ironik mesafe ön plana çıkar.

Anlatıcının büyükannesi bu ciltte ölür ve ölüm, anlatının felsefi bir derinlik kazanmasına neden olur. Belleğin dönüşümleri, artık geçmişi hatırlanarak kaybın tanıklığına dönüşür. Guermantes salonları, estetik duyarlık ve yapaylık arasında sıkışan bir dünyanın aynasıdır.

4. Sodom ve Gomorra

Toplumsal yüzeyin altındaki cinsel kimlikler, bu ciltte büyük bir cesaretle ele alınır. Baron de Charlus’un eşcinselliği, toplumun iki yüzlü değer yargılarıyla çarpışır. Anlatıcı, aşkı, arzuyu ve gizlenmiş hayatları gözlemler.

Albertine ile olan ilişki, giderek daha karmaşık ve sahiplenici hale gelir. Bu cilt, bireysel bir arayışı ve zamanda ahlaki bir sorgulamayı, bastırılmış arzuların toplum içinde nasıl biçimlendiğini tartışır. Proust, burada bir gözlemci kimliğiyle çözümleyici bir düşünür olarak karşımıza çıkar.

5. Mahpus

Anlatıcı Albertine’i evinde tutar; bu durum, aşkın, korkunun ve kontrolün tezahürüdür. Bu cilt, varlıkla yokluk arasındaki duygusal esareti ele alır. Albertine evin içinde olsa da ulaşılmazdır.

Anlatıcının içsel monologları yoğunlaşır. Kıskançlık, belleğin dağınıklığı ve gerçekliğin parçalanışı anlatının ana eksenini oluşturur. Bu bölümde Albertine’i, anlatıcının nasıl inşa ettiği ön plana çıkar. Aşk artık bir deneyim olmaktan çıkıp, zihinsel bir kurguya dönüşür.

6. Albertine Kayıp

Albertine’in evden ayrılışı ve ölüm haberiyle anlatı daha soyut ve melankolik bir biçim alır. Anlatıcı hem kaybın yasını tutar hem de kaybettiği kişinin ne kadar gerçek olduğunu sorgular.

Belleğin yapıcılığı burada daha belirginleşir. Anlatıcı, Albertine’i yeniden yaratır, geçmişiyle oynar, onu hem idealize eder hem küçümser. Aşka yüklenen anlamdır bu cildin ana izleği. Sanatın, kaybı onarma gücü bu bölümde daha çok hissedilir.

7. Yakalanan Zaman

Son cilt, tüm anlatının felsefi çerçevesini sunar. Zaman, artık bir düşman ya da kayıp değildir; sanatla yakalanabilir bir şey haline gelir. Anlatıcı, belleğin ve yazının gücüyle zamanı ‘’yeniden bulur’’.

Bir davette karşılaştığı yaşlanmış dostlarıyla zamanın izlerini bedenlerde ve davranışlarda görür. Bu çürümüşlük karşısında edebiyat, tek kurtuluş alanı olarak belirir. Anlatıcı, artık anlatıyı yazmaya karar verir. Bu metin, yazılmakta olan Kayıp Zamanın İzindedir. Eser, kendi kendini tamamlayan bir halkaya dönüşür.

Proust’un Kayıp Zamanın İzinde adlı serisi; zamanın, belleğin, arzunun ve sanatın varoluşsal bir çözümlemesidir. Serinin her cildi, insan deneyiminin farklı bir yönünü işlerken, sonunda hepsi tek bir hakikatte birleşir: Zaman, kaybedilmez; doğru bir bakışla ve sanatsal bir dille yeniden kurulur.

 


19 Haziran 2025 Perşembe

HAMİDİYE TARIM LİSESİ BURSA: BİR ZİRAAT İDEALİNİN ZAMANLAR ÜSTÜ HAFIZASI

 



HAMİDİYE TARIM LİSESİ BURSA: BİR ZİRAAT İDEALİNİN ZAMANLAR ÜSTÜ HAFIZASI

Hamidiye Ziraat Mektebi, 1891 yılında Sultan II. Abdülhamid’in doğrudan himayesinde kurulduğunda bir teknik okul olarak toprağın devlet zihninde yeniden anlam kazandığı bir kalkınma projesinin parçasıydı. Tanzimat’tan sonra giderek ivme kazanan modernleşme çabaları içinde, tarımın ekonomik bir faaliyet alanı olarak sosyal düzenin temel taşı olduğu fikri güçlenmiştir. Sanayileşmenin geciktiği ve kırsal yapının egemenliğini koruduğu Osmanlı coğrafyasında, II. Abdülhamid, köylüyü modern bilgiyle buluşturarak hem üretkenliği artırmak hem de merkezi idareyi güçlendirmek istemiştir. Bu amaçla kurulan ziraat mektepleri içinde Bursa’daki Hamidiye, hem sembolik hem de işlevsel anlamda merkezî bir yere sahiptir.

Bursa, payitaht ya da tarihsel katmanların birikimiyle öne çıkan bir şehir olarak, Osmanlı tarım kültürünün ve bağ-bahçe medeniyetinin kodlarını taşıyan bir coğrafyadır. Hamidiye Ziraat Mektebi'nin bu topraklarda inşa edilmesi, Yeşil Bursa'nın verimli toprakları, Uludağ’dan süzülen kaynak suları ve kadim bağcılık geleneği; bu okulun bir eğitim kurumu, tarım laboratuvarı, bir medeniyet okuluna dönüşmesini sağlamıştır. Mektebin geniş arazisi, uygulama bahçeleri, seraları ve hayvancılık alanları, bilgiyi toprağa temas ettiren bir eğitimin taşıyıcısı olmuştur.

Hamidiye Ziraat Mektebi’nin eğitim modeli, dönemin klasik medrese anlayışından oldukça farklıdır. Mektep; uygulamalı dersleri, gözleme dayalı öğrenme biçimi, arazi üstünde doğrudan yapılan tarımsal çalışmalarla pedagojik açıdan yenilikçi bir çizgi benimsemiştir. Öğrencilere tarım teknikleri, iklim, toprak analizi, bitki hastalıkları, hayvan bakımı gibi alanlarda temel bilimsel bilgiler de verilmiştir. Böylece ziraat, geleneksel köylü bilgisi olmaktan çıkıp sistematik, kayıt altına alınan ve analiz edilebilir bir bilgi alanına dönüşmüştür. Bu anlayış, Cumhuriyet döneminde kurulan Ziraat Fakültelerinin temelini oluşturacak düşünsel birikimin habercisidir.

Hamidiye Tarım Lisesi, Batı’dan aktarılan bilimsel yöntemleri, yerli tarım bilgisiyle harmanlamaya çalışan bir sentez kurumudur. Osmanlı coğrafyasına özgü üretim biçimleri ve mevsim döngüleri gözetilmiştir. Bu durum, Hamidiye’yi; Osmanlı coğrafyasına uyarlanmış özgün bir eğitim laboratuvarına dönüştürmüştür. Böylece modernlik ve yerellik arasında örnek teşkil eden bir denge kurulmuştur.

Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, Hamidiye Ziraat Mektebi yeni rejimin kalkınma hamlelerine entegre edilmiştir. Adı zamanla değişmiş; ''Tarım Lisesi'', ''Ziraat Meslek Lisesi'' ve son olarak ''Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi''ne dönüşmüştür. Ancak eğitim anlayışı köklü bir dönüşüm yaşamamıştır. Cumhuriyet döneminde ''Köy Enstitüsü’'' ruhuyla benzeşen bu okul, kırsal kalkınmanın taşıyıcısı olan öğretmen, teknisyen ve ziraatçılar yetiştirmeye devam etmiştir. Tarımı bir hayat biçimi olarak benimseyen kuşaklar, bu okulun bahçesinde yetişmiş, toprağın insanla kurduğu bağın ne kadar derin ve dönüştürücü olduğunu orada öğrenmiştir.

Bugün Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, Osmanlı’dan günümüze taşınan bir tarım hafızasının canlı taşıyıcısıdır. Bursa’nın kalbinde yer alan bu yapı, geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir köprü gibi varlığını sürdürmektedir. Mezunları toprağın hikâyesini bilen, yaşadığı çevrenin doğal dengesine saygı duyan birer hafıza taşıyıcısıdır. Eğitim bahçeleri, arşivleri ve uygulama alanlarıyla bu okul, geçmişin ve geleceğin de tarımsal vizyonuna yön verecek potansiyele sahiptir.












Hamidiye Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nin kampüsü, bir eğitim alanı ve aynı zamanda şehirle kurduğu açık diyaloğun bir uzantısı olarak yaşamaya devam eden bir kamusal mekândır. Okulun geniş bahçeleri, seraları ve gölgelikli ağaçlarının altı, öğrencilerin, ziyaretçilerin huzurla soluk alabileceği alanlara dönüşmüştür. Bu yönüyle Hamidiye, eğitim mekânlarının bilgi aktarılan noktalar olduğu gibi, yaşama alanları olarak da kurgulanabileceğini gösteren nadir örneklerden biridir.

Bahçeye yayılan oturma alanlarında insanlar dilediklerinde dinlenebilir, yanlarında getirdikleri bir kitabı okuyabilir, arkadaşlarıyla kahve içerek uzun uzun sohbet edebilirler. Bu alanlar, doğayla temasın unutulmaya yüz tuttuğu modern kent yaşamı içinde, toprağa yakın bir teneffüs imkânı sunar.

Daha da önemlisi, okulun kendi seralarında öğrenciler tarafından yetiştirilen sebzeler, meyveler ve aromatik bitkiler, okul bahçesinde bulunan işletmenin mutfağında değerlendirilerek menülere dâhil edilir. Böylece orada yenilen öğün, emeğin, bilgeliğin ve toprağın birleşiminden doğan yaşayan bir tarım pratiğinin somut sonucu hâline gelir. Ziyaretçiler, okulun kendi üretimi olan ürünlerle hazırlanmış yemeklerin tadına bakarak hem öğrencilerin emeğine ortak olur hem de geleneksel lezzetlerin modern yorumlarını deneyimler.

Bu bütünsel yapı, Hamidiye’nin yalnızca bir eğitim kurumu olmadığını; yaşamla, üretimle, doğayla ve misafirlikle bütünleşen bir kültürel alanı olduğunu gösterir. Bu yönüyle Hamidiye, tarımı kitap sayfalarından çıkarıp gündelik hayatın içine yerleştiren; bilgiyi, toprakla kurulan dostluğun içine işleyen bir örnektir.

 















 


Ömer Seyfettin’in Hürriyet Bayrakları, Topuz, Vire, Vermeyince Mabud, Nasıl Kurtarmış?

Ömer Seyfettin’in Hürriyet Bayrakları, Topuz, Vire, Vermeyince Mabud, Nasıl Kurtarmış? Ömer Seyfettin – Topuz (1917) Topuz, Ömer Seyfett...