7 Ekim 2025 Salı

Sümer’den Vahye: Tevrat, İncil ve Kur’an’da Mezopotamya İzleri/ Muazzez İlmiye Çığ Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni

 



Sümer’den Vahye: Tevrat, İncil ve Kur’an’da Mezopotamya İzleri/ Muazzez İlmiye Çığ Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni

Muazzez İlmiye Çığ, Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümer’deki Kökeni adlı çalışmasında hem kişisel gözlemini hem de bu konudaki bilimsel eksikliği ortaya koyar. Batı’da 19. yüzyıldan beri araştırmacılar, Sümer tabletlerinde yer alan mitlerle Tevrat anlatıları arasındaki paralellikleri incelemişti. Ancak Çığ’a göre Türkçede bu konuda sistemli bir karşılaştırma yapılmamıştı. Bu nedenle, hem Sümer kaynaklarını Türk okuruna tanıtmak hem de İbrahimî dinlerin metinlerinde bu izleri göstermek amacıyla kitabını hazırlar. Kullandığı yöntem de önemlidir: Çığ, modern akademik eleştiri geleneğini değil de doğrudan metinlerarası karşılaştırmayı tercih eder. Sümer destanlarını ve mitlerini alır, onların Tevrat, İncil ve Kur’an’daki karşılıklarını yan yana koyar. Bu sırada “Diyanet’in iki farklı Kur’an çevirisini” esas alır: Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı ile Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali. Böylece Arapça orijinal yerine güncel Türkçe yorumlara dayanan bir okuma yapar. Bu tercih, Çığ’ın aslında akademiden ziyade geniş okur kitlesine hitap etmek istediğini de gösterir. Bir diğer boyut: Çığ, Sümer metinlerinin henüz tümüyle ortaya çıkarılmadığını, binlercesinin hâlâ toprak altında olduğunu vurgular. Ona göre bugün elimizde olan parçalar bile Tevrat ve Kur’an’daki anlatıların köklerini anlamak için yeterlidir; ama gelecekte yapılacak yeni kazılar bu tabloyu derinleştirebilir, hatta bazı yorumları değiştirebilir. Yani kitabını bir başlangıç noktası olarak sunar.

Çığ ayrıca Atatürk’e özel bir minnettarlık gösterir. Atatürk çivi yazısı kullanan toplumlarla Türk dili arasında bağlantılar kurulması gerektiğini söylemiş, Sümer dili ve Türkçe üzerine çalışmaların açılmasına öncülük etmişti. Çığ’a göre Atatürk’ün bu vizyonu sayesinde Türkiye’de Sümeroloji kurumsallaşmış, kendisi de bu alanda çalışma imkânı bulmuştur. Çığ’ın yaklaşımının merkezinde şu tez vardır: Batı uygarlığının kökeni olarak gösterilen Tevrat aslında tek başına “ilahi vahiy” ürünü değildir; kökleri Sümer’e, yani Mezopotamya’nın çoktanrılı, tarıma ve gök cisimlerine dayalı uygarlığına uzanır. Sümer ilk yazıyı icat eden, Batı düşüncesinin ve İbrahimî dinlerin temel şablonlarını yaratan bir kültürdür.

Sümer’in Uygarlığa Katkıları

Mimari ve Sanat

Sümerler, bilinen en eski şehir uygarlıklarını kurarak tapınak, saray ve kamu yapılarında gelişmiş teknikler geliştirdiler. Zigguratlar tapınaktı, idari ve ekonomik merkezlerdi; depolama, paylaştırma ve ticaretin kontrol noktaları olarak işlev gördüler. Erken dönemden itibaren kemer ve tonoz benzeri örtü çözümleri kullandılar; bu teknikler, daha sonra farklı coğrafyalarda gelişen kubbe mimarisine öncüllük etti. Duvar kabartmaları ve mühürlerde görülen kartal, boğa ve ejder figürleri hem mitolojik semboller hem de iktidar göstergeleriydi. Bu ikonografi Yunan ve Roma sanatına, hatta Orta Çağ Avrupa’sına kadar uzanan uzun bir süreklilik yarattı.

Teknik ve Tarım

Sümer’in kalbi olan Mezopotamya bataklık ve nehir taşkınlarının hâkim olduğu bir bölgeydi. Sümerler, kanallarla sulama ve bataklık kurutma teknikleri geliştirerek verimli tarımı mümkün kıldılar. Yollar ve kervan konaklama noktaları (hanlar, kervansarayların atası) oluşturuldu. En önemli buluşlardan biri olan tekerlek, M.Ö. 3000’lerde Ur Krallığı mezarlarında arabalarla birlikte bulundu. Denizcilikte de ileriydiler; yelkenli tekneler yaparak Basra Körfezi’nden Akdeniz’e kadar ticaret ağı kurdular.

Yazı ve Eğitim

İlk yazı, ekonomik kayıtlar için kullanılan işaretlerden doğdu. M.Ö. 3200’lerde bu sistem çivi yazısına evrildi. Kil tabletler üzerine yazılan bu yazı, Asurlular, Babilliler, Hititler ve Persler tarafından da benimsendi. Sümerler yazıyla birlikte okullar açtılar. Bu, çocukların yazı öğrenip devlet memuru olabilmesini sağladı. Eğitim kurumlarının ortaya çıkışı, insanlık tarihinde ilk defa bilginin kurumsallaşması anlamına geliyordu.

Siyaset ve Hukuk

Sümer şehir devletleri hem dini hem siyasi liderliğin kral-rahip figüründe birleştiği yapılar kurdu. Bu devletlerde en büyük yeniliklerden biri yazılı hukuk oldu. M.Ö. 2100 civarında derlenen Ur-Nammu Yasaları, tarihin en eski hukuk belgelerindendir. Evlilik, boşanma, miras, borçlanma ve mülkiyet konularında düzenlemeler getirdi. Örneğin zina yapan kadına taşlama cezası Sümer’den Tevrat’a kadar uzanır; İslam’da ise bu hüküm Kur’an’da yer almaz, sonraki rivayetler ve fıkıh tartışmalarında ele alınmıştır. Kadın-erkek haklarının dengelenmesi, boşanma ve miras konularında yazılı ilk kurallar bu dönemde ortaya çıktı.

Bilim

Gökyüzünü gözlemleyerek ay yılını 12 aya böldüler, artan günleri toplayarak 13. ayı oluşturdular. Bu sistem, takvim tarihinin başlangıç noktalarından biridir. Altılı sistem bugün hâlâ saat, dakika, daire ölçülerinde yaşamaktadır. Matematikte çarpım tabloları, karekök ve geometrik problemler için tabletler kullanıldı. Bazı tabletlerde Pisagor teoremi benzeri geometrik hesaplar bulunur. Tıpta bitkisel ilaç reçeteleri hazırladılar. Ancak hastalık tedavisinde sihir ve büyü de hâlâ önemliydi; bu yönüyle bilim ile mistisizm bir arada yürüyordu.

Edebiyat

Sümerler insanlık tarihinin ilk büyük edebî birikimini yarattılar. Gılgamış Destanı ilk kahramanlık destanı olarak, tufan hikâyesiyle Tevrat ve Kur’an’a geçmiş en önemli anlatıdır. Sümer tabletlerinde yakınma şiirleri, Eyüp kıssasının öncülleri olarak görülür. Atasözleri ve mitolojik hikâyeler, gündelik yaşamın ve dini inanışların yazıya yansımasıdır. Sümer edebiyatı, insanın tanrılarla ilişkisini, ölüm karşısındaki çaresizliğini ve ahlaki sorgulamalarını yansıtan ilk yazılı miras oldu.

Çığ’ın Yorumu

Çığ’a göre bu katkılar yalnızca Sümer çağıyla sınırlı kalmamış, İbrahimî dinlere kültürel bir miras bırakmıştır. Yazı, hukuk, astronomi, takvim, tapınak, kurban, ahiret inancı, seçilmiş halk anlayışı ve hatta kadın-erkek ilişkileriyle ilgili kurallar Sümer’den çıkmış; Tevrat, İncil ve Kur’an’da farklı formlarda yeniden işlenmiştir.

Dini Çerçeve: Ortak Motifler

Muazzez İlmiye Çığ, İbrahimî dinlerin temelinde görülen birçok motifin aslında Sümer kökenli olduğunu söyler. Ona göre insanın çamurdan yaratılması ve tanrısal nefesle can bulması, Tanrı iradesinin rüya ve vahiy yoluyla bildirilmesi, kurban kültü, tapınak ritüelleri, kavimlerin gazapla helak edilmesi, seçilmiş halk anlayışı, hatta yazgının önceden yazılı olduğu levha fikri Sümer diniyle başlar. Aynı şekilde yedi sayısının kutsallığı, Sümer’de göksel düzenle bağlantılıdır; bu sayı daha sonra Yahudilikte Şabat, Hristiyanlıkta haftalık düzen, İslam’da yedi gök ve yedi kapı anlayışı olarak yaşamaya devam etmiştir. Çığ’ın yorumu şudur: biçim değişmiş, tanrıların çokluğu tek Tanrı inancına dönüşmüş, ama kalıplar ve imgeler yerinde kalmıştır.

Vaka 1: Hârût-Mârût / Zühre (Venüs)

Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Hârût-Mârût ve Zühre kıssasıdır. Sümer’de aşk ve bereket tanrıçası İnanna, Akadlarda İştar adını alarak Venüs gezegeniyle özdeşleştirilmişti. İnanna mitlerinde sık sık tanrıları ve kahramanları baştan çıkarır, aşkı karşılığında bilgi ve güç elde ederdi. Bu “kadının cazibesi ile ilahi sırların açığa çıkması” teması, Babil ve Asur dönemlerinde yıldız Venüs’ün kişileştirilmiş biçimi olan Zühre’ye dönüştü. Böylece gökte parlayan sabah ve akşam yıldızı, büyüleyici güzelliğin ve baştan çıkarıcı gücün sembolü oldu.

Yahudi geleneğinde bu motif yeni bir biçim kazandı. Tevrat’ın kendisinde Hârût ve Mârût adı yoktur, fakat Babil sürgünüyle şekillenen Midraş rivayetlerinde anlatı ayrıntılıdır. Hikâyeye göre melekler Tanrı’ya insanın yaratılışına itiraz eder. Tanrı da iki meleği sınamak için dünyaya gönderir. Hârût ve Mârût yeryüzüne indiklerinde olağanüstü güzel bir kadınla karşılaşırlar: Zühre.

Kadın onlara ancak üç ağır günah karşılığında yaklaşabileceğini söyler: şarap içmeleri, cinayet işlemeleri ve Tanrı’ya şirk koşmaları. Melekler sonunda bu günahlara düşer, Zühre’den göğe yükselme duasını öğrenirler. Kadın bu duayı söyleyerek göğe çıkar ve yıldız olur: Venüs.

Hârût ve Mârût ise cezalandırılır; Babil’de bir kuyunun içinde baş aşağı asılı kalır, halka büyü öğretmekle sınanırlar. Bu anlatıda kadının cazibesi, meleklerin düşüşü, büyünün doğuşu ve göksel dönüşüm zincir halinde birbirine bağlanmıştır.

Kur’an’da ise aynı hikâye Bakara suresinde çok daha kısaltılmış ve mitolojik ayrıntılardan arındırılmış biçimde karşımıza çıkar. Babil’de Hârût ve Mârût adında iki meleğin insanlara sihir öğrettikleri, ama her defasında “Biz imtihan için gönderildik, sakın inkâra düşmeyin” diyerek uyardıkları anlatılır. Ne Zühre’den söz edilir, ne de şarap, cinayet ve şirk gibi günah ayrıntılarından. Kıssanın özü sadece şu mesajda toplanır: büyü bir fitnedir, imtihandır, aldanan kendi zararına aldanır.

Çığ’ın yorumu bu üç evreyi bir arada okumaktır. Sümer’de İnanna, Venüs yıldızıyla özdeşleşmiş baştan çıkarıcı tanrıça olarak ilahi sırları açığa çıkarır. Babil ve Yahudi rivayetlerinde bu, Zühre adıyla melekleri düşüren bir kadına dönüşür. Kur’an’da ise aynı kıssa sadeleşerek ahlaki bir uyarı olarak kalır. Mitolojik motif, farklı dinlerde yeniden biçimlenmiş, fakat kökeni Mezopotamya kültüründe sabit kalmıştır.

Vaka 2: Kutsal Evlilik (İnanna ve Dumuzi / Ezgiler Ezgisi ve İbrahim- Saray Anlatıları)

Sümer toplumunun kalbi tarımdı ve tarımın sürekliliği için en büyük kutsal hedef bereketti. Bu bereket düşüncesi dinsel bir ritüele dönüştü: “kutsal evlenme”. Aşk tanrıçası İnanna ile çoban tanrısı Dumuzi’nin birleşmesi, toprakların verimli olması ve sürülerin çoğalması için şart görülürdü. Bu mitoloji toplumsal bir tören biçiminde yaşanıyordu. Yeni yıl kutlamalarında kral ile başrahibe, Tanrı ve Tanrıça’yı temsilen sembolik bir evlilik gerçekleştirir, bu tören şarkılar, danslar ve metoforik şiirlerle kutlanırdı. Tabletlerde yer alan aşk ilahilerinde tanrıça sevgilisine “güvey kalbimin sevgilisi, bal tatlısı, beni yatağa götür” diye seslenir. Açık erotizm burada doğanın bereket döngüsünün kutsal bir yansımasıdır.

Bu şema daha sonra Tevrat’ta bambaşka bir biçimde karşımıza çıkar. Süleyman’a atfedilen Ezgiler Ezgisi bölümünde sevgililerin birbirine söylediği aşk sözleri, üzüm bağları, baharatlar, bal, şarap ve öpüşler üzerinden aktarılır. Metin doğrudan Tanrı ile ilişkilendirilmese de Sümer’deki aşk-bereket bağlantısının bir izini taşır. İlahi aşk ile dünyevi aşk arasındaki sınır kaybolur, şiirsel dille bereket metaforları sürdürülür.

Bir başka izdüşüm ise İbrahim ve Saray’ın Mısır’a iniş hikâyesinde görülebilir. Tevrat’ta İbrahim Mısır’a gider ve karısı Saray’ı “kız kardeşim” diye tanıtır. Firavun Saray’ı kendine eş olarak alır, Tanrı araya girer, Firavun’un sarayına felaketler gönderir. Bu olayın sonunda İbrahim’e Saray, mal, sürü ve cariye Hacer verilir. Yani kadın güzelliği kralların ilgisini çeker, ilahi müdahale olur ve bereket, zenginlik ve soyun devamı sağlanır. Kumran metinlerinde de benzer bir anlatı vardır; İslam rivayetlerinde de aynı motif korunur.

Muazzez İlmiye Çığ bu öykülerin temelinde Sümer’in kutsal evlilik mitini görür. İnanna ile Dumuzi’nin birleşmesi bolluk ve bereketin kaynağıydı; İbrahim-Saray-Firavun öyküsünde de benzer bir şema işler: güzel kadın, kralların ilgisi, Tanrı’nın müdahalesi ve sonunda bereketin yeniden kazanılması. Bu çizgi, aşkın toplumsal düzeyde bir “kutsal güç” olarak görüldüğünün göstergesidir. Sümer’den Tevrat’a ve İslam rivayetlerine kadar uzanan bu motif, toplumların doğurganlık ve süreklilik kaygısını dinsel bir çerçevede dile getirmiştir.

Vaka 3: Tufan Anlatısı (Ziusudra / Utnapiştim- Nuh)

Sümer mitolojisinin en güçlü ve en tanıdık öykülerinden biri tufandır. Sümer tabletlerinde tufan, tanrıların öfkesinin sonucu olarak ortaya çıkar. İnsanlar çoğalıp gürültü yaptığında Enlil, onları yok etmeye karar verir. Ancak bilgelik tanrısı Enki, insanlığa acır ve Ziusudra’ya tufanı önceden bildirir. Ona geniş bir gemi yapmasını, içine ailesini, sanatkârları ve hayvanlardan çiftler almasını söyler. Tufan altı gün altı gece sürer, sonunda gemi bir dağın tepesine oturur. Ziusudra dışarı çıkmak için kuşlar salar: güvercin, kırlangıç ve karga. Karga dönmeyince karanın açıldığını anlar. Kurban sunar, tanrılar kurbanın hoş kokusunu alınca yatışır. Enlil öfkelidir ama Enki’nin araya girmesiyle Ziusudra’ya ölümsüzlük bağışlanır ve o “Dilmun” denen uzak, saf ülkeye gönderilir.

Aynı anlatı Akad destanı Gılgamış’ta da Utnapiştim adıyla yer alır. Gılgamış ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek istediğinde Utnapiştim ona tufanı anlatır. Böylece tufan, Sümer’den Akadlara, oradan Babil’e aktarılan bir “kültürel hatıra” hâline gelir.

Tevrat’ta tufan, Nuh’un kıssası olarak yeniden biçimlenmiştir. Rab, insanlığın bozulduğunu görür ve onları yok etmeye karar verir, ancak Nuh’u ve ailesini seçer. Nuh’a büyük bir gemi yapmasını emreder; her hayvandan birer çift alır. Yağmur kırk gün kırk gece yağar, sular yüz elli gün boyunca yeryüzünü kaplar. Gemi Ararat Dağı’na oturur. Nuh da güvercin salar ve geri dönmemesiyle karanın açıldığını anlar. Tanrı’ya kurban sunar, Rab hoş kokuyu alır ve bir daha tufan yapmayacağına söz verir. Bunun işareti olarak gökyüzüne gökkuşağını koyar. Burada Sümer anlatısının temel yapısı korunmuş, fakat çoktanrılı yapı yerine tek Tanrı’nın iradesi öne çıkmıştır.

Kur’an’daki tufan kıssası daha kısa ve semboliktir. Nuh kavmine yıllarca Allah’a kulluk etmelerini söyler, onlar reddeder. Nuh’a gemi yapması vahyedilir. Her cinsten hayvanlardan birer çift gemiye alınır. Nuh’un oğlu iman etmez ve “dağa sığınırım” der, ancak sular onu boğar. Sonunda sular çekilir, gemi Cûdi Dağı’na oturur. Kurban, gökkuşağı ya da ölümsüzlük motifi yoktur. Anlatının amacı daha çok ahlaki ders vermektir: inkâr eden helak olur, iman eden kurtulur.

Muazzez İlmiye Çığ bu benzerliği özellikle vurgular. Ona göre Sümer tufanının bütün yapısal taşları-ilahi öfke, seçilmiş kurtarıcı, gemi, hayvanlar, dağa oturuş, kuşların salınması, kurban- daha sonra Tevrat’a ve Kur’an’a farklı biçimlerde taşınmıştır. Tevrat’taki gökkuşağı ahdi ve Kur’an’daki ahlaki vurgular farklılıklar yaratır, ama kökeni Mezopotamya’da aranmalıdır. Sümer’in çok sesli tanrı panteonu, Yahudilik ve İslam’da tek Tanrı’nın mutlak iradesine dönüşmüştür.

Bu tufan anlatısı insanlık hafızasının ortak arketipidir. Sümer’de tanrıların gazabı ve insanın kurtuluşu, Tevrat’ta Tanrı ile insan arasında bir ahit, Kur’an’da ise imtihan ve iman dersine dönüştürülmüştür. Çığ’a göre bu zincir, Sümer’den başlayan bir kültürel mirasın üç farklı dinsel yorumudur.

Vaka 4: Eyüp’ün Yakınmaları (Sümer’in Sabır Şiirleri- Eyüp Kitabı- Kur’an’daki Eyüp)

Sümer edebiyatının en dikkat çekici belgelerinden biri yakınma şiirleridir. Tabletlerde karşımıza çıkan bu şiirlerde, kendini suçsuz gören bir insan sürekli felaketlerle karşılaşır. Malı elinden alınır, hastalıklara yakalanır, dostları tarafından terk edilir. O ise Tanrı’ya “Neden bana bu kadar acı çektiriyorsun?” diye seslenir. Bu şiirler bir bakıma teolojik sorgulamalardır: İnsan iyi olduğu halde neden kötülük görür? Çaresiz kalan kişi yine de Tanrı’ya yakarır, sabırla dua eder. Şiirlerin sonunda Tanrı onun sesini duyar, dertlerini giderir ve ona bir “koruyucu melek” verir. Yani sabır ve yalvarış, sonunda affa ve rahmete dönüşür.

Bu tema Tevrat’ta Eyüp Kitabı’nda güçlü bir dramatik biçim kazanır. Eyüp, çok zengin ve dindar bir kuldur. Şeytan, onun sadakatinin sadece bolluk içinde yaşamasından kaynaklandığını öne sürer. Tanrı buna izin verir, Eyüp’ün sınanmasına müsaade eder. Malı, çocukları ve sağlığı elinden alınır. Eyüp bedeninde yaralarla, acılarla yaşar. Eşi ona “Tanrı’ya lanet et ve öl” der; dostları da onun mutlaka günah işlediğini, bu yüzden cezalandırıldığını savunur. Eyüp ise isyanla dua eder, Tanrı’ya sorular yöneltir. Uzun diyaloglar sonunda Eyüp Tanrı karşısında aczini kabul eder. Tanrı onu bağışlar, sağlığını geri verir ve önceki nimetlerinin iki katıyla ödüllendirir. Burada Sümer’deki yakınma şiirlerinin temel yapısı korunmuş, ancak daha felsefi ve dramatik bir derinlik kazanmıştır.

Kur’an’da Eyüp kıssası çok daha kısa ve özdür. Enbiya suresinde Eyüp’ün Rabbine “Bana dert dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin” diye yalvardığı anlatılır. Allah onun duasını kabul eder, ona şifa verir, ailesini ve kaybettiklerini geri bağışlar. Sad suresinde ise Eyüp’ün sabrı övülür, hastalığıyla sınanmasına rağmen Allah’a bağlılığını sürdürdüğü belirtilir. Kur’an’daki Eyüp, dramatik ayrıntılardan arındırılmıştır; sabrın sembolü ve müminler için bir örnektir.

Muazzez İlmiye Çığ bu kıssanın köklerini Sümer’in yakınma şiirlerine dayandırır. Sümer’de bir adamın haksız yere cezalandırılması, dostlarının onu suçlaması, Tanrı’ya yönelttiği isyan ve sonunda gelen ilahi merhamet, Eyüp kıssasının temel iskeletini oluşturur. Tevrat’ta bu iskelet genişletilmiş, felsefi bir diyalog haline getirilmiş, Kur’an’da ise sabır ve tevekkül dersi olarak kısaltılmıştır.

Eyüp anlatısı bu yönüyle insanlık tarihinin en eski sorularından birini gündeme getirir: Neden iyiler acı çeker? Sümer şairi, Tevrat’ın bilgesi ve İslam peygamberi aynı soruya farklı yanıtlar verir, ama ortak nokta değişmez: Tanrı’ya sadakat ve sabır, sonunda kurtuluşun yoludur.

Vaka 5: Adapa’nın Rüzgârla Mücadelesi ve Miraç Bağı

Sümer efsanelerinde önemli bir figür olan Adapa, bilgelik tanrısı Enki’nin oğludur. İnsanlığa uygarlığın armağanlarını getiren bir kahraman olarak tasvir edilir. Bir gün balık avlarken güney rüzgârını kızdırır ve onun “kanadını kırar”. Rüzgâr esmez hâle gelir. Bunun üzerine gök tanrısı An, Adapa’yı hesap vermek üzere göğe çağırır. Enki ona öğüt verir: Tanrıların sunacağı ekmeği ve suyu sakın yeme, bu bir tuzak olabilir. Adapa öğüde uyar; fakat aslında kendisine ölümsüzlük sunulmaktadır. Böylece ölümsüzlük fırsatını kaybeder ve insanlar ölümlü kalır. Bu hikâye hem “doğaya hükmetme” (rüzgârı susturma), hem “göğe yükselme” hem de “ölümsüzlükten mahrum kalma” temalarını bir arada taşır.

Hristiyanlık’ta bu motif İsa’nın mucizelerinde yeniden karşımıza çıkar. Matta İncili’nde İsa havarileriyle birlikte gölde yol alırken büyük bir fırtına çıkar. Havariler korkuyla onu uyandırır. İsa rüzgâra ve dalgalara seslenir, fırtına diner. Bu mucize, onun doğa güçleri üzerinde otoritesini gösterir. Adapa’nın rüzgârı kırması ile İsa’nın fırtınayı susturması arasında doğrudan bir paralellik kurulur: Tanrısal bilgelik ya da ilahi kudret, rüzgârı durdurma yoluyla ifade edilir.

İslam geleneğinde bu motif Miraç anlatısıyla birleşir. Rivayetlere göre Peygamber, Burak adlı bineğe binerek Mescid-i Aksa’dan göğe yükselir. Yedi kat semada farklı peygamberlerle görüşür; Sidretü’l-Müntehâ’ya varır ve Tanrı’nın huzuruna çıkar. Burada ümmetine elli vakit namaz farz kılındığı, Musa’nın tavsiyesiyle bu sayının beşe indirildiği anlatılır. Miraç, bir peygamberin göğe yükselip Tanrı ile doğrudan temas kurmasının en güçlü örneğidir.

Muazzez İlmiye Çığ, Adapa ile İsa ve Muhammed arasındaki bu bağı vurgular. Adapa’nın göğe çağrılması ve ölümsüzlük ekmeğini reddetmesi, insanın ölümlü yazgısının sembolüdür. İsa’nın rüzgârı susturması, ilahi kudretin doğa üzerindeki hâkimiyetidir. Muhammed peygamberin miraç yolculuğu ise insan-Tanrı buluşmasının zirvesidir. Aynı arketip üç farklı biçimde yeniden yorumlanmıştır: Sümer’de bilgelik ve kaybedilen ölümsüzlük, Hristiyanlık’ta doğaya hükmeden Mesih, İslam’da göğe yükselen elçi.

Bu motif, insanoğlunun en eski arzularını yansıtır: rüzgârı kontrol etmek, göğe çıkmak, ölümsüzlüğe ulaşmak. Mezopotamya tabletlerinde başlayan bu hayal, Tevrat ve İncil’de yeni anlamlar kazanmış, Kur’an’da ise peygamberin kutsal yolculuğu olarak yeniden doğmuştur. Çığ’a göre Sümer mitlerinin İbrahimî dinler içinde nasıl sadeleşip teolojik bir derse dönüştüğünün en parlak örneklerinden biridir.

Vaka 6: İbrahim, Saray ve Firavun Anlatısı

Tevrat’ın Tekvin bölümünde anlatılan hikâyeye göre İbrahim, Kenan ülkesinde kıtlık çıkınca eşi Saray ile birlikte Mısır’a gider. Karısının güzelliği yüzünden öldürülmekten korktuğu için onu “kız kardeşim” olarak tanıtır. Firavun Saray’ı almak ister; fakat Tanrı araya girer, Firavun’un sarayına felaketler gönderir. Gerçeği anlayan Firavun, Saray’ı geri verir, üstüne İbrahim’e bolca mal, sürü ve cariye Hacer’i bağışlar. Böylece İbrahim zenginleşmiş ve Hacer aracılığıyla da yeni bir soy hattı oluşmuştur.

Bu öykü, Kur’an’da doğrudan yer almaz. Ancak hadislerde ve İslam tarihçilerinde benzer varyantlar vardır. Rivayetlere göre İbrahim yine karısını “kız kardeşim” diye tanıtır. Melik ya da Firavun Saray’a yaklaşmak isteyince Allah müdahale eder, hükümdarın eli ayağı felç olur. Kadına dokunamaz. Bunun üzerine Saray korunur, Hacer ona cariye olarak verilir. Böylece Hacer’in İbrahim’in hayatına girişi bu anlatıyla açıklanır.

Kumran yazmalarında da bu hikâyenin farklı versiyonları görülür. Saray’ın güzelliği, kralların ilgisini çeker; Tanrı rüyalarla ya da felaketlerle müdahale ederek kadını korur. Farklı kültürel varyantlarda ayrıntılar değişse de ana kalıp aynıdır: güzel bir kadın hükümdarın ilgisini çeker, ilahi müdahale olur, sonunda bereket ve zenginlik ortaya çıkar.

Muazzez İlmiye Çığ, bu öykünün kökenini yine Sümer’e bağlar. Ona göre İnanna ile Dumuzi’nin kutsal evlilik törenleri aşkı, ülkenin bolluğunu ve bereketini de temsil ediyordu. İnanna’nın cazibesi, Dumuzi’nin çoban kimliğiyle birleşince bereketin kaynağı sayılıyordu. İbrahim-Saray-Firavun anlatısı da bu şemayı sürdürür: kadının güzelliği hükümdarların dikkatini çeker, Tanrı müdahale ederek onu korur ve sonunda bolluk ve bereket İbrahim’in hanesine girer. Yani kadının güzelliği, Tanrı’nın müdahalesi ve bereket döngüsü, Sümer’in kutsal evlilik mitlerinden Tevrat’a ve İslami rivayetlere taşınan bir kültürel kalıptır.

Çığ’a göre bu tür kıssalarda ahlaki öğretiler sonradan eklenmiştir; fakat arka planda toplumsal kaygı aynıdır: soyun devamı, bereketin artışı ve kutsallığın korunması. İbrahim ve Saray öyküsü de bu anlamda Mezopotamya’nın eski bereket mitlerinin tek tanrılı dinlerde aldığı yeni biçimlerden biridir.

Vaka 7: Lut ve Sodom-Gomorra Anlatısı

Tevrat’ta Lut’un hikâyesi, Tanrı’nın gazabıyla helak edilen şehirler üzerinden aktarılır. Sodom ve Gomorra halkı ahlaki bozulmaları, özellikle de sapkınlıklarla betimlenir. Tanrı, bu şehirleri yok etmeye karar verir ve iki melek Lut’un evine gelir. Şehir halkı, misafir meleklere saldırmak ister; Lut onlara direnir. Bunun üzerine Tanrı gökten ateş ve kükürt yağdırır, şehirleri yok eder. Lut’un karısı Tanrı’nın “geriye bakma” emrine rağmen arkasına döner ve tuz direğine dönüşür. Şehirlerden kurtulan yalnızca Lut ve kızlarıdır. Ancak bu kez yeni bir tabu işlenir: kızları soyun devamı için babalarını sarhoş edip ondan çocuk sahibi olurlar. Bu çarpıcı detay, Tevrat’ın Lut anlatısına damgasını vurur.

Kur’an’da Lut kıssası farklı bir odak taşır. Burada Lut kavmi, “erkeklere şehvetle yaklaşmaları” nedeniyle uyarılır, fakat uyarıları dikkate almaz. Helak ateş ve taş yağmuru ile gelir. Lut’un eşi kavmiyle birlikte anılır ve kurtuluşu hak etmez. Ancak Kur’an’da kızlarla ensest ilişkisi anlatısı yoktur; bu detay tamamen çıkarılmıştır. Böylece kıssa, ahlaki bir ders ve toplumsal yozlaşmaya karşı ilahi bir uyarı olarak sadeleştirilmiştir.

Muazzez İlmiye Çığ, bu hikâyenin de kökeninde Mezopotamya mitlerini görür. Sümer ve Akad tabletlerinde Tanrıların gazabıyla şehirlerin yok edilişi sık sık işlenmiştir. Şehir tanrısının gücünü kaybetmesi ya da halkın günahları yüzünden bir kentin helak olması yaygın bir motiftir. Aynı zamanda, tufanda olduğu gibi, gökten ateş ya da felaket yağdırılması Mezopotamya kültüründe bilinen bir cezalandırma biçimidir. Lut’un karısının tuza dönüşmesi motifi, Mezopotamya’da “geriye bakma” tabusuyla ve kutsalı ihlal edenin taş kesilmesi mitleriyle ilişkilidir.

Tevrat’taki anlatı bu eski şablonu alır, fakat onu İsrailoğulları’nın ahlaki dünyasına taşır. Kur’an’da ise kıssa, özellikle kavmin sapkınlığına vurgu yapar ve helakı ilahi adaletin kaçınılmaz sonucu olarak sunar. Çığ’a göre burada da Mezopotamya’dan gelen bir felaket miti, farklı dönemlerde farklı toplumsal ve ahlaki anlamlar kazanarak yeniden biçimlenmiştir.

Bu kıssa Çığ’ın genel tezine güçlü bir örnek daha sunar: Sümer’de çoktanrılı kozmik cezalandırmalar, Tevrat’ta Tanrı’nın gazabı, Kur’an’da ise tek Tanrı’nın ahlaki yargısı olarak sürer. Böylece aynı kültürel motif, farklı inanç sistemlerinin ihtiyaçlarına göre yeniden yazılır.

Vaka 8: Yaratılış ve Âdem’in Cennetten Kovuluşu

Sümer mitolojisinin en eski tabletlerinden biri, yaratılışın başlangıcını sularla açıklar. Her şeyin kaynağı olan Tanrıça Nammu, sudan gök ve yeri ayırır. Ardından tanrılar özellikle Enki ve doğum tanrıçaları, çamurdan insanı şekillendirir. İnsanların yaratılma nedeni tanrıların ağır işlerini üstlenmektir; insan emeğiyle tanrılara hizmet etsin diye yaratılır. Bu anlatıda insan, doğrudan çamur ve tanrısal nefesin birleşimidir.

Tevrat’taki Yaratılış Kitabı aynı şemayı sürdürür. “Rab, adamı topraktan yaptı, burnuna hayat nefesini üfledi” ifadesi Sümer anlatısını andırır. Ardından Tanrı, Adem’i Aden bahçesine yerleştirir. Burada yasak meyve motifi devreye girer. Tanrı, iyiyle kötüyü bilme ağacının meyvesinden yememelerini söyler. Havva Adem’in kaburgasından yaratılır. Yılan Havva’yı kandırır, yasak meyveden yerler, gözleri açılır, çıplaklıklarını fark ederler. Bunun üzerine Tanrı onları bahçeden kovar. Burada Sümer’deki kaburga motifi de dikkat çekicidir: Enki yasak meyveyi yiyip hastalanınca Tanrıça Ninti onun kaburgasını iyileştirir. Ninti’nin adı “yaşam” ve “kaburga” anlamına gelir. Bu, Tevrat’taki Havva’nın kaburgadan yaratılması hikâyesiyle paralellik kurar.

Kur’an’daki yaratılış anlatısı yine aynı temeli taşır. İnsanın süzme çamurdan, kara balçıktan, pişmiş balçığa benzer çamurdan yaratıldığı ayetlerde tekrarlanır. Allah insana ruhundan üfler. Yasak ağaç kıssasında ise Tevrat’tan ayrılır: Kur’an’da Havva adı geçmez, yılan yoktur. Şeytan doğrudan Adem ve eşini kandırır. Yasak ağaç “sonsuzluk ağacı” olarak anılır. Meyveden yiyince çıplaklıkları açılır, yapraklarla örtünürler. Allah onları yeryüzüne gönderir. Böylece Sümer’deki “tanrılar için hizmetçi yaratılan insan” anlayışı, İbrahimî dinlerde “Tanrı’nın halifesi olarak yaratılan insan” kavramına dönüşür.

Muazzez İlmiye Çığ bu paralellikleri özellikle vurgular. Çamurdan yaratılış, nefesle canlanma, yasak ağaç ve kaburga motifi Sümer’den Tevrat’a, oradan Kur’an’a taşınan bir zincirin halkalarıdır. Ancak her din, bu motifi kendi teolojik çerçevesine göre yeniden yorumlamıştır. Sümer’de insan tanrıların hizmetçisi iken, Tevrat’ta Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır, Kur’an’da ise Tanrı’nın yeryüzündeki halifesi olmuştur. Yani insanın yaratılışı aynı malzeme ile anlatılır ama anlamı değişir.

Çığ’a göre Âdem’in cennetten kovuluşu da Mezopotamya’dan devralınan bir anlatıdır. Dilmun adı verilen kusursuz diyar, Aden bahçesinin öncülü gibidir. Yasak meyve ve kaburga ayrıntıları Sümer kaynaklarında bulunur. Tek fark, çoktanrılı yapıdan tek tanrı inancına geçilirken hikâyenin ahlaki mesajının güçlendirilmesidir. Böylece insanın yaratılışı ve cennetten kovuluşu, Mezopotamya mitlerinin en kalıcı miraslarından biri hâline gelmiştir.

Vaka 9: Habil- Kabil Anlatısı

Sümer tabletlerinde karşımıza çıkan bir başka hikâye, aşk tanrıçası İnanna ile ilgilidir. İnanna hem çoban tanrısı Dumuzi’ye hem de çiftçi Enkimdu’ya gönül verir. İki tanrı, ürünlerini ve armağanlarını överek tanrıçanın sevgisini kazanmak için yarışırlar. En sonunda İnanna çoban Dumuzi’yi seçer. Burada tarımla hayvancılığın rekabeti, kardeşler arası kıskançlık gibi bir karşıtlık ortaya çıkar. Bu anlatı, daha sonra insan figürlerine uyarlanarak ilk cinayet hikâyesine dönüşecektir.

Tevrat’ta bu motif Âdem’in oğulları Habil ve Kabil üzerinden anlatılır. Habil çobandır, Kabil ise çiftçi. İkisi de Tanrı’ya kurban sunar. Tanrı, Habil’in kurbanını kabul eder, Kabil’inkini reddeder. Kıskançlığa kapılan Kabil kardeşini kıra götürüp öldürür. Bu insanlık tarihindeki ilk cinayet olarak kutsal metinlerde yerini alır. Kabil’in suçunun ardından Tanrı onu lanetler; toprağı işlerken verim alamayacak, yeryüzünde serseri gibi dolaşacaktır. Böylece kıskançlık, cinayet ve Tanrı’nın yargısı motifi kalıcı bir dini anlatıya dönüşür.

Kur’an’da ise hikâye daha kısa ve semboliktir. Âdem’in iki oğlunun Allah’a kurban sunduğu, birinin kabul edildiği, diğerinin reddedildiği anlatılır. Reddedilen kardeş ötekini öldürmeye kalkışır ve cinayet gerçekleşir. Ardından Allah, ona bir karganın toprağı eşeleyerek kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesiyle defin ritüelini öğretir. Burada kurbanın kabulü-reddi ve kıskançlık motifi Sümer’deki İnanna-Dumuzi-Enkimdu öyküsünü hatırlatır; defin ritüeli ise Kur’an’a özgü yeni bir katman olarak eklenir.

Muazzez İlmiye Çığ’a göre bu anlatı tarım ile hayvancılık arasındaki eski ekonomik ve kültürel karşıtlığın mitolojik bir yansımasıdır. Sümer’de tanrılar arası rekabet olarak görülen motif, Tevrat’ta insan kardeşler arasındaki ilk cinayete dönüşmüş, Kur’an’da ise kıssanın özü korunarak ibret dersi haline getirilmiştir. Böylece bir tarım-toplum çatışması, insanlık tarihinin evrensel ahlaki derslerinden birine dönüştürülmüştür.

Çığ’ın yorumuyla Habil-Kabil anlatısı, Sümer mitlerinden Tevrat ve Kur’an’a uzanan zincirin başka bir halkasıdır. Kıskançlık ve şiddetin doğuşu insanın içindeki hırsın ve günahın sembolik kaynağıdır.

Vaka 10: Sayılar, Yedili Kutsallık ve Kozmik Düzen

Sümer uygarlığında sayıların özellikle dini anlamı vardı. Yedi sayısı başta olmak üzere bazı rakamlar kutsal kabul edilirdi. Tabletlerde “yedi tanrı meclisi”, “yedi bilge”, “yedi kapı” gibi ifadelere sıkça rastlanır. Yeraltı dünyasının da yedi kapısı olduğuna inanılırdı; İnanna’nın yeraltına iniş mitinde her kapıda giysilerinden birini bırakması, insanlığın bilinçaltına kazınmış bir ritüel öyküsü gibidir. Bu yedili düzen mitoloji, takvim ve astronomiye yansımış, gökyüzündeki yedi gezegen kavramı Sümer gökbiliminde kökleşmiştir.

Tevrat’ta bu sayı özellikle haftanın yedi günü ve Şabat anlayışıyla yaşamaya devam eder. Tanrı altı günde evreni yaratmış, yedinci gün dinlenmiştir. Bu düzen İsrailoğulları için mutlak bir kutsal zaman çerçevesi olmuştur. Yedi, aynı zamanda kutsal şenliklerin ve arınma ritüellerinin de temel ölçüsü olmuştur.

Kur’an’da yedi sayısı hem kozmik hem de ahlaki boyutuyla yer alır. “Yedi gök” kavramı defalarca tekrar edilir, cehennemin yedi kapısı olduğundan söz edilir. Yeminlerde ve ilahi kudretin vurgusunda da yediye atıf vardır. Bu anlayış, Sümer’in kozmik düzen kavramının İslam dünyasında metafizik bir simgeye dönüşmüş biçimi olarak yorumlanabilir.

Muazzez İlmiye Çığ’a göre sayıların kutsallaştırılması, Mezopotamya’nın dini şablonlarından biridir. Sümer’de göksel gözlemlere dayanan yedi anlayışı, Tevrat’ta kutsal zamanın ölçüsü, Kur’an’da ise Tanrı kudretinin göstergesi olmuştur. Böylece matematiksel bir gözlem, dini sembolizme evrilmiş ve üç büyük dinin dokusuna işlemiştir.

Yedi sayısının bu evrimi, Çığ’ın genel tezini bir kez daha doğrular: Sümer kültüründe doğan kozmik semboller, sonraki dinlerde farklı anlam katmanları kazanarak yaşamaya devam etmiştir. Bu süreklilik, eski Mezopotamya’nın tarihsel bir uygarlık olarak modern inançların derin bir arka planı olduğunu gösterir.

Vaka 11: Ölüm, Ahiret ve “Levhi Mahfuz”

Sümer inanışında ölüm, yaşamın doğal ama karanlık bir devamıydı. Ölenler yeraltı dünyasına, “kur” denen gölgeli bir mekâna giderdi. Orada ruhlar ne cennet ne cehennem gibi kutuplaşmış bir kader yaşar, yalnızca gölge gibi varlığını sürdürürdü. Eğer geride kalanlar yiyecek ve içecek sunmazsa ruhlar huzursuz olur, yaşayanlara musallat olabilirdi. Bu yüzden ölülerin ardı sıra düzenlenen törenlerde yiyecek sunmak, onların ruhunu yatıştırmanın bir yolu sayılırdı. Aynı zamanda “ölünün arkasından çok ağlama, ruhunu rahatsız edersin” düşüncesi de Sümer kökenliydi.

Tevrat’ta ölüm sonrası inanç, “Şeol” adı verilen yeraltı ile anlatılır. Şeol, Sümer’in “kur”una benzer şekilde gölgeli, belirsiz bir âlemdir. Ancak Yahudi geleneği zamanla Zerdüştlük etkisiyle cennet, cehennem ve diriliş fikirlerini benimsemiş, Şeol’ün yanı sıra ilahi yargı fikri de gelişmiştir. “Seçilmiş halk” düşüncesi de burada belirleyici olur: Tanrı İsrailoğulları’nı ayrı tutar, onlara vahiy verir, onları ahlaki bir sınavdan geçirir.

Kur’an’da ölüm sonrası inanç daha keskin çizgilerle işlenir. Cennet ve cehennem, mahşer günü, mizan (terazi) gibi kavramlar öne çıkar. İnsanların yazgısının önceden yazılı olduğu “Levhi Mahfuz” anlayışı, Sümer’deki “yazgı levhası” inancıyla paraleldir. Mezopotamya tanrılarının kararlarının yazıldığı levha, İslam’da Allah’ın ilahi ilminde korunmuş olan levh-i mahfuz biçimini almıştır. Böylece yazgının önceden kayıtlı olduğuna dair düşünce, çoktanrılı bir evrenden tek Tanrı’nın mutlak bilgisine dönüşür.

Muazzez İlmiye Çığ’a göre Sümerlerin ölüm ve kader anlayışı, hem Tevrat’ın Şeol’ünde hem de Kur’an’ın cennet-cehennem dengesinde yaşamaya devam etmiştir. Sümer’de ölüm gölgeli bir yaşamın sürmesi, Tevrat’ta belirsiz bir yeraltı, Kur’an’da ise kesin bir hesap günü ve ahiret hayatı hâline gelmiştir. Farklılıklar barizdir, fakat kökteki düşünce aynıdır: insanın yaşamı ölümle bitmez; kaderi, ilahi bir otorite tarafından belirlenmiştir.

Bu süreklilik, Çığ’ın iddiasını destekler: Mezopotamya’nın en eski dini kavramları, üç büyük tek tanrılı dinin çekirdeğinde farklı formlarda hâlâ varlığını sürdürür.

Vaka 12: Lilith ve Kadın-Erkek Dengesi

Sümer mitolojisinin en canlı tanrıçalarından biri İnanna’dır; aşkı, savaşçılığı, baştan çıkarıcılığı ve özgürlüğüyle erkek tanrıların bile sınırlarını zorlar. Onun bu güçlü ve bağımsız kimliği daha sonraki kültürlerde farklı biçimlere bürünür. Yahudi geleneğinde bunun yankılarından biri Lilith motifidir. Ortaçağ’a kadar uzanan midraş ve halk anlatılarına göre Lilith, Adem’le aynı anda, aynı topraktan yaratılmış ilk kadındır. Ancak Adem’le eşitlik iddiasında bulunur, onun otoritesine boyun eğmek istemez. Bu nedenle cennetten ayrılır, bir cin veya şeytani varlığa dönüşür ve erkekleri baştan çıkaran, çocukları tehdit eden bir figür haline gelir.

Tevrat’ın resmi metninde Lilith’ten söz edilmez; fakat “vahşi kuş” ya da “gece yaratığı” anlamında geçen bazı ifadeler sonradan Lilith’le özdeşleştirilmiştir. Yahudi geleneği onu “itaat etmeyen kadın” imgesiyle Adem’in karşısına koymuş, Havva’yı ise Adem’in kaburgasından yaratılmış uysal eş olarak yüceltmiştir. Bu karşıtlık kadın kimliği üzerine köklü bir mitolojik ve ahlaki mesaj taşır.

Kur’an’da Lilith benzeri bir figür yoktur. Havva’nın adı da geçmez; sadece “Adem’in eşi” olarak anılır. Kadının şeytana uyması ya da erkekten bağımsız bir kimliği olması gibi vurgular Kur’an’da yer almaz. Yine de İslam kültüründe kadınların örtünmesi, sınırlanması, fitne kaynağı olarak görülmesi gibi anlayışların kökeninde Sümer’in İnanna kültünün ve Yahudilikteki Lilith imgesinin izlerini aramak mümkündür.

Muazzez İlmiye Çığ’a göre Lilith anlatısı, İnanna’nın bağımsız ve baştan çıkarıcı yönünün bir versiyonudur. Sümer’de tanrıçanın gücü kutsal sayılırken, Yahudi geleneğinde bu güç şeytani bir tehdit olarak kodlanmıştır. İslam’da ise tamamen silinmiş, ama kadınla ilgili düzenlemeler ve “fitne” anlayışı eski korkuların izlerini taşımaya devam etmiştir.

Lilith’in hikâyesi Çığ’ın büyük tezi içinde önemli bir örnektir: Kadın figürünün mitolojik temsilleri, Sümer’in tanrıça kültünden başlayarak Tevrat’ta günahın kaynağına, Kur’an’da ise ahlaki sınavın tamamlayıcısına dönüştürülür. Kadının yeri, Mezopotamya’dan gelen bir mirasın farklı kültürlerde farklı biçimlerde yorumlanmasıyla belirlenmiştir.

Vaka 13: Kurban, İbadet ve Tapınak Kültü

Sümer dünyasında dinin merkezinde tapınaklar vardı. Zigguratlar Tanrı’nın evi olarak şehir ekonomisinin ve siyasal düzenin kalbiydi. Burada tanrılar için kurbanlar kesilir, tütsüler yakılır, ilahiler söylenirdi. Kurbanın amacı tanrıyı memnun etmek, öfkesini yatıştırmak ya da sağlık, bereket, günah affı dilemekti. Etin bir kısmı tanrılara sunulur, geri kalanı insanlar arasında pay edilirdi. Böylece kurban, hem dini hem toplumsal dayanışmanın bir ritüeli hâline gelmişti.

Tevrat’ta kurban ibadeti aynı çizgide sürer. Musa’ya verilen yasalar içinde kurban en geniş yer tutan konulardan biridir. Günah için, şükran için, adak için çeşitli kurbanlar tarif edilir. Hayvanların nasıl kesileceği, hangi organlarının Tanrı’ya sunulacağı ayrıntılarıyla anlatılır. Kurban, Tanrı ile halk arasında bir ahit yenileme aracıdır. Yine de Tevrat’ta kurbanların amacı tanrıyı yatıştırmakla birlikte ahlaki bir düzeni pekiştirmektir.

Kur’an’da kurban anlayışı daha sade ve ahlaki bir çerçevede ele alınır. Hac ibadetinde kurban kesmek önemlidir, fakat ayetlerde özellikle “Onların ne etleri ne kanları Allah’a ulaşır, O’na ulaşan sizin takvanızdır” denilerek ibadetin manevi yönü vurgulanır. Kurban, Sümer’deki gibi tanrıların ihtiyaç duyduğu bir sunu değildir, kulların imanını gösteren sembolik bir eylemdir. Kur’an ayrıca hayvanların belirli günlerde kesilmesi, etin fakirlere dağıtılması gibi toplumsal yönlere de dikkat çeker.

Muazzez İlmiye Çığ’a göre kurban geleneği, Sümer’den başlayarak Yahudilik ve İslam’a taşınmış bir ritüeldir. Sümer’de tanrıların öfkesini yatıştıran bir armağan olan kurban, Tevrat’ta ilahi yasa içinde detaylı bir ibadet, Kur’an’da ise takvanın göstergesi hâline gelmiştir. Zigguratlardaki tanrı evleri daha sonra sinagog, kilise ve cami biçiminde yeniden doğmuştur. İlahiler, ilahî metinlere dönüşmüş, tütsüler yerini dua ve zikir pratiklerine bırakmıştır.

Bu çizgi, dinlerin maddi ritüellerden manevi öğretilere doğru nasıl evrildiğini de gösterir. Çığ’ın yorumu, tek tanrılı dinlerdeki ibadet biçimlerinin bile çoktanrılı Sümer’in ritüel dünyasında köklendiğini ortaya koyar. Kurbanın ardındaki fikir değişmiş olsa da, kökeninde aynı ihtiyaç vardır: insan ile kutsal olan arasındaki ilişkiyi canlı tutmak.

Vaka 14: Tek Dil ve Babil Kulesi

Sümer efsanelerinde, tanrılar insanların çok gürültü yapıp düzeni bozduğunu düşündüklerinde onların dilini karıştırır. Başlangıçta tek bir dil vardır, insanlar aynı sözlerle birbirini anlayabilir. Ancak tanrılar insanların gücünü sınırlamak için farklı diller yaratır. Bu mit, insanların neden farklı diller konuştuğunu açıklayan en eski anlatılardan biridir.

Tevrat’ta bu motif “Babil Kulesi” hikâyesine dönüşür. İnsanlar göğe ulaşmak için bir kule yapmaya karar verirler. Tanrı onların niyetini görür, “Bunlar tek dil konuştuğu sürece yapmak istediklerini engellemek imkânsız” der ve dillerini karıştırır. Böylece birbirini anlayamayan insanlar dünyaya dağılır. Kur’an’da Babil Kulesi doğrudan geçmez. Çığ’a göre bu mitolojik çekirdek Sümer’de doğmuş, Tevrat’ta ahlaki bir dersle pekişmiş, Kur’an’da dolaylı biçimde yerini almıştır.

Vaka 15: Meryem’in Mabede Adanması

Mezopotamya’da çocukların tanrılara adanması yaygın bir uygulamaydı. Özellikle kıtlık ya da felaket zamanlarında aileler çocuklarını tapınaklara vererek tanrıların gazabını yatıştırmaya çalışırdı. Tapınaklarda yetiştirilen bu çocuklar rahip ya da hizmetkâr olarak görev yapardı.

Tevrat’ta Samuel’in annesi Hanna, çocuğunu adak olarak mabede verir. İncil’de Meryem’in küçük yaşta mabede adanması anlatılır. Kur’an’da ise bu motif çok belirgin bir biçimde yer alır: İmran’ın karısı, karnındaki çocuğu Allah’a adar. Çocuk Meryem doğduğunda onu mabede teslim eder ve Zekeriya’nın korumasına bırakır. Çığ’a göre bu gelenek doğrudan Sümer tapınak kültünden alınmış ve hem Yahudilikte hem de Hristiyanlıkta ve ardından İslam’da sürdürülmüştür.

Vaka 16: Başörtüsü ve Ziynet Anlayışı

Sümer’de tapınak rahibeleri özel bir yere sahipti. Bu kadınlar “Tanrı’nın gelinleri” sayılır, bazı ritüellerde hizmet karşılığı kutsal sayılan birleşmeler yaşanırdı. Bu rahibelerin başlarını örtmeleri zorunluydu. Örtü hem tanrıya adanmışlık hem de toplum içinde farklı bir statü işaretiydi.

Yahudilikte kadınların başlarını örtmeleri bir temizlik ve iffet göstergesi haline geldi. Hristiyanlıkta Pavlus’un mektuplarında kadınların başlarını örtmesi gerektiği vurgulanır. Kur’an’da da Nur ve Ahzab surelerinde kadınların ziynetlerini örtmeleri emredilir. “Ziynet” kavramı kimi yorumlara göre takılar, kimine göre bedenin özel bölgeleridir. Çığ, bu geleneğin kökeninin Sümer rahibelerinin örtünme pratiği olduğunu, dinlerin bunu farklı anlamlarla sürdürdüğünü söyler.

Vaka 17: İsa ve “Tanrı’nın Oğlu” İnancı

Sümer mitolojisinde tanrılar insanların arasına karışır, onlarla birleşir ve “yarı tanrı” çocuklar doğar. Bu yarı tanrılar kahramanlıklarıyla tanınır, bazen ilahi güçlere sahip olurlar. Gılgamış Destanı’ndaki Gılgamış bile tanrıça Ninsun’un oğludur. Yani “tanrı çocuğu” anlayışı Sümer kültüründe köklüdür.

Hristiyanlıkta İsa’nın “Tanrı’nın oğlu” olarak tanımlanması bu eski inançların yeni bir biçimi gibidir. Mucizeler de bu kalıbı destekler: ölüyü diriltmek, çamurdan kuş yapıp ona can vermek, hastaları iyileştirmek. Çığ, bu mucizelerin Mezopotamya’daki “tanrısal nefesle hayat verme” motifine dayandığını vurgular. Kur’an ise bu anlayışı reddeder: Allah’ın çocuk edinmeyeceğini söyler, ama İsa’nın mucizelerini kabul eder; sadece onların Allah’ın izniyle gerçekleştiğini ekler. Böylece motif korunur ama teolojik yorumu değişir.

Vaka 18: Kutsal Kitapların Yazıya Geçirilmesi

Sümer’in en büyük mirası yazıdır. Çivi yazısı insanlığın ilk kayıt sistemi olarak binlerce yıl boyunca kullanıldı. Sümer’den Asur’a, Babil’e, Hitit’e ve Pers’e yayıldı. Bu yazı geleneği olmasaydı kutsal kitapların da yazıya geçirilmesi mümkün olmayacaktı.

Tevrat, Babil sürgününden sonra farklı geleneklerin bir araya getirilmesiyle yazıya geçirilmiştir. İnciller, İsa’nın ölümünden onlarca yıl sonra farklı cemaatler tarafından kaleme alınmış, MS 1-4. yüzyıllar boyunca tedricen kanonlaşmıştır; Nikaia Konsili (325) doğrudan bir kanon listesi belirlememiş, süreç sonraki yüzyıllarda tamamlanmıştır. Kur’an ise Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebubekir döneminde derlenmeye başlanmış, Hz. Osman döneminde resmî mushaf haline getirilmiştir. Çığ’a göre bu üç kutsal kitabın yazıya geçirilmesi, Sümer’in başlattığı “dini hafızayı yazıyla koruma” geleneğinin bir devamıdır.

Çığ’a göre Sümer’in mitleri, ritüelleri ve kurumları kendi dönemini ve sonraki üç büyük tek tanrılı dini de beslemiştir. Yaratılış, tufan, kurban, tapınak kültü, ahiret inancı, kadın-erkek ilişkileri, başörtüsü, kutsal sayı ve yazgı levhası gibi temalar Sümer’de doğmuş, Tevrat’ta genişletilmiş, Kur’an’da sadeleştirilmiş biçimleriyle yaşamaya devam etmiştir. Muazzez İlmiye Çığ’ın tezi tam olarak budur: kutsal kitaplarda gördüğümüz birçok motif, Mezopotamya’nın çok daha eski mitolojik hazinesinden süzülerek bize ulaşmıştır.

Sümer’den Tevrat ve Kur’an’a Uzanan Mitolojik Miras

Muazzez İlmiye Çığ’ın temel tezi şudur: İbrahimî dinlerin kutsal kitaplarında gördüğümüz birçok motif, Mezopotamya’nın en eski uygarlığı olan Sümer’in inançlarından süzülerek bize ulaşmıştır. Sümer, yazıyı icat eden, yasaları kayda geçiren, ilk edebi metinleri yazan toplumdur; bu nedenle kendi çağını ve sonraki tüm uygarlıkları besleyen bir “ilk kaynak” konumundadır.

Sümer tabletlerinde gördüğümüz yaratılış hikâyesi, tufan anlatısı, çamurdan insanın yaratılması ve tanrısal nefesle can bulması, yasak ağaç ve kaburga motifi, kardeş kıskançlığı ve ilk cinayet, felaketlerle helak edilen kavimler, yedi sayısının kutsallığı, ölüm sonrası gölgeli hayat ve yazgı levhası, hepsi Tevrat ve Kur’an’da farklı biçimlerde yeniden karşımıza çıkar. Sümer’in İnanna-Dumuzi kutsal evliliği, Tevrat’ın Ezgiler Ezgisi’ne ve İbrahim-Saray-Firavun öyküsüne; Sümer’in Ziusudra tufanı, Tevrat’ın Nuh kıssasına ve Kur’an’ın Nuh suresine; Sümer’in yakınma şiirleri, Eyüp Kitabı’na ve Kur’an’daki Eyüp ayetlerine dönüşür.

Yahudi ve Hristiyan geleneği, Sümer’den devralınan bu motifleri kendi teolojik ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirir: Şeol, cennet ve cehenneme; İnanna’nın bağımsızlığı Lilith’in lanetine; çoktanrılı yazgı levhası, Tanrı’nın levh-i mahfuzuna dönüşür. İslam’da ise aynı kalıplar büyük ölçüde korunur ama mitolojik ayrıntılardan arındırılır. Kur’an, kıssaları daha kısa, özlü ve ahlaki ders niteliğinde aktarır. Hârût-Mârût kıssasında Zühre’nin çıkarılması, tufan hikâyesinde gökkuşağının olmaması, Âdem’in hikâyesinde yılanın yer almaması bu sadeleşmenin en çarpıcı örnekleridir.

Çığ’ın vurguladığı bir diğer nokta yazıdır. Sümer’in kil tabletlere kazıdığı efsaneler, insanlığın ortak belleğini başlatmıştır. Tevrat’ın Babil sürgününden sonra derlenmesi, İncil’in farklı cemaatlerce yazılması, Kur’an’ın Mushaf hâline getirilmesi, hep bu Sümer’in açtığı yazılı kültür geleneğinin devamıdır.

Sümer’in çoktanrılı mit dünyası, tek tanrılı dinlerde yeni anlamlarla yeniden doğmuştur. Kalıplar-yaratılış, tufan, kurban, tapınak, vahiy, helak, seçilmiş halk, yedi sayısı, yazgı levhası- aynıdır; ama içerik Tanrı’nın tekliği ve ahlaki düzen vurgusuyla değişmiştir.

Çığ’ın çalışması bu açıdan hem arkeolojik hem de filolojik bir araştırma olarak değerlidir; kutsal metinlerin tarihsel arka planını aydınlatmaya çalışır. Onun yaklaşımı dinlerin kaynağını tartışmak değildir, kültürler arasındaki etkileşimi göstermektir. Müslüman inancına göre Kur’an Allah’ın vahyidir; Çığ’ın vurgusu kıssaların tarihsel bağlamını ortaya koymaktır. Böylece Kur’an’daki kıssalar bir yandan hak ile batılı ayıran ölçü olarak önceki anlatıları tashih eder ve son şeklini verir, diğer yandan insanlığın ortak hafızasına temas eden tarihsel bir bağlam içinde de okunabilir.

3 Ekim 2025 Cuma

Evliya Çelebi’den Bram Stoker’a: Vampirin Kültürel Yolculuğu

 


Evliya Çelebi’den Bram Stoker’a: Vampirin Kültürel Yolculuğu

Vampir miti bugün çoğunlukla Batı edebiyatı ve sinemasına ait bir unsur olarak görülse de bu algı tarihsel gerçeklikle örtüşmez. Dracula (1897) ya da Carmilla (1872) gibi eserlerin merkezinde şekillenen modern vampir imgesi Orta ve Doğu Avrupa ve Osmanlı coğrafyasının folklorik mirasından beslenmiştir. “Hortlak”, “obur”, “karakoncolos” ve “cadı” gibi Türkçe ve çevre kültürlerdeki karşılıklar, hem halk inanışlarında köklü bir yer edinmiş, hem de Avrupalı seyyahların ve misyonerlerin raporları aracılığıyla Batı kamuoyuna aktarılmıştır. Böylece Osmanlı dünyasındaki vampir benzeri figürler, modern vampir mitinin oluşumunda önemli bir rol oynamıştır. Osmanlı coğrafyasında yaşayan farklı etnik-dini gruplar kendi kültürel dağarcıklarına uygun vampir figürleri üretmişlerdir.

  • Hortlak, en yaygın karşılıklardan biridir. Türkçe kökenli bu kelime mezarda azap gören, işkence çeken ve bu nedenle hortlayarak geri dönen ölü anlamına gelir. Çoğu kez kabir azabı inancıyla ilişkilendirilmiş yani İslamî bir zemine oturtulmuştur.
  • Obur, Tatar-Çerkes kökenli bir figürdür ve “emmek, öpmek” fiillerinden türemiştir. Kan emici özellikleriyle Slavların upir veya upior sözcüğüyle akraba görülür. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde de geçen obur, Osmanlı topraklarında vampir inancının canlılığını kanıtlar.
  • Karakoncolos, kış mevsiminde ortaya çıktığına inanılan, kapılara vurarak insanları dışarı çağıran ve ölüme sürükleyen bir varlıktır. Hem Türk hem de Rum folklorunda izleri görülür; kimi zaman vampir, kimi zaman gulyabani olarak yorumlanmıştır.
  • Cadı, Farsça “gadu” kökeninden gelir. Batı’daki “witch” kavramına yakın olmakla birlikte, Osmanlı bağlamında vampirle doğrudan özdeşleşmese de benzer işlevler üstlenmiştir.

Bu terimler, Osmanlı toplumunun çokkültürlü yapısı içinde birbirine karışmış, bazen ayrı bazen de melez biçimlerde yaşamaya devam etmiştir.

Müslüman Osmanlı halkının folklorik vampirleri kabul edebilmesinin temel sebeplerinden biri, “kabir azabı” inancıdır. Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin fetvalarında da görüldüğü üzere, mezarda işkence çeken ölülerin hortlayarak dirilmesi fikri, halk arasında meşruiyet kazanmıştır. Böylece vampirler dini bir öğretinin halk yorumuyla da bağdaştırılmıştır. 18. yüzyılda Avrupa’da başlayan “Vampir Çılgınlığı” döneminde Osmanlı topraklarından aktarılan raporlar büyük bir rol oynamıştır. Katolik misyonerlerin Rum Ortodoks köylüleri arasında gözlemledikleri “vrykolakas” olayları, Batı’da sansasyon yaratmış ve vampirin modern kimliğinin şekillenmesine katkıda bulunmuştur. Osmanlı coğrafyasındaki hortlak ve obur hikâyeleri, Batı’da “Doğu’nun geri kalmış hurafeleri” olarak sunulmuş ama aynı zamanda vampirin folklorik tabanını güçlendirmiştir.  19. yüzyıla gelindiğinde vampir artık Batı’da gotik ve romantik edebiyatın vazgeçilmez bir figürü haline gelmişti. John Polidori’nin The Vampyre (1819) eseriyle aristokrat vampir tipi ortaya çıktı; Sheridan Le Fanu’nun Carmilla (1872) ve Bram Stoker’ın Dracula (1897) romanları ise bu imgeyi kalıcılaştırdı. Ancak bu dönüşüm sürecinde kullanılan birçok motif; mezardan çıkan ölü, kan emme, köylüleri korkutma, ceset yakma veya kazıklama Osmanlı’daki hortlak ve obur hikâyeleriyle büyük benzerlik taşır.

Drakula figürü, tarihsel Vlad Tepeş’in acımasızlığı ile folklorik vampir motiflerinin birleşiminden doğmuştur. Osmanlı coğrafyasında Vlad’ın zulmü zaten kan emicilikle özdeşleştirilmişti. Bu nedenle Balkanlarda yayılan “kan içen voyvoda” söylenceleri, Batı edebiyatında vampir kont imgesine dönüşerek küresel kültürün en kalıcı mitlerinden birini yarattı. Modern vampir miti, yalnızca Batı’nın ürünüdür demek eksik bir yorum olur. Osmanlı coğrafyasında hortlak, obur, karakoncolos ve cadı gibi figürler hem halk inanışlarında derin köklere sahip olmuş, hem de Batı’ya aktarılan malzemeler arasında yer almıştır. 18. ve 19. yüzyılda Avrupa’da yaşanan vampir çılgınlığı, büyük ölçüde Osmanlı topraklarındaki gözlemlerle beslenmiştir. Dolayısıyla Drakula’nın gölgesi, Transilvanya’nın, Osmanlı Balkanlarının, Anadolu’nun ve Karadeniz’in folklorik hayaletleriyle birlikte var olmuştur.

19. yüzyılın oryantalist seyyahlarından Arminius Vambéry, Osmanlı coğrafyasından Orta Asya’ya uzanan seyahatleriyle yalnızca tarihsel ve etnografik veriler sunmakla kalmamış, aynı zamanda Avrupa entelektüel dünyasının Doğu imgesini şekillendiren bir figür olmuştur. Vambéry’nin gözlemleri arasında dikkat çekici bir unsur da vampir ve benzeri doğaüstü inançlara dair değerlendirmeleridir. Onun aktarımları, folklorik vampirin Batı’daki modern imgesine dolaylı katkıda bulunmuştur. Vambéry, özellikle 1860’larda Orta Asya’ya yaptığı seyahatlerle tanınır. Fakat aynı zamanda Osmanlı topraklarında da uzun süre bulunmuş, İstanbul’da yaşamış ve Türkçe, Farsça, Arapça gibi dilleri öğrenmiştir. Avrupa’da, özellikle Britanya’da saygınlık kazanmasının temelinde, Doğu toplumlarını Batı’ya anlatma rolü yatar. Bu rol onu bir tür kültürel aracıya dönüştürmüştür. Vampir ve hortlak tarzı figürlere dair değerlendirmeleri de bu aracılık işlevi içinde önem kazanır. Vambéry’nin yazılarında Balkanlar, Anadolu ve Orta Asya halklarının doğaüstü varlıklara dair inançları dikkat çekici şekilde işlenir. Özellikle Osmanlı topraklarında karşılaştığı hortlak, obur, karakoncolos… figürleri Batılı okur için “egzotik” ve “gerici” inanışların örnekleri olarak sunar. Bu aktarım, 18. yüzyıldan beri Batı’da süren vampir tartışmalarını canlı tutmuş, Doğu’yu “hurafelerin yurdu” olarak damgalamaya devam etmiştir. Vambéry’nin yazılarında vampir teması yalnızca folklorik bir gözlem değildir. Aynı zamanda Doğu-Batı karşıtlığını pekiştiren bir araçtır. Ona göre Batı aydınlanmanın ışığında ilerlerken, Doğu halkları hâlâ “ölülerin mezardan kalktığına inanan cahil topluluklardır.” Bu bakış açısı, Avrupalı okurların gözünde Osmanlı toplumunu irrasyonel ve geri kalmış göstermek için kullanılmıştır.

Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde Obur Figürü

17. yüzyılda kaleme alınan Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi, Osmanlı coğrafyasının sosyal hayatını, geleneklerini ve dini pratiklerini aktarmasının yanı sıra, halk inanışlarına dair de eşsiz malzemeler sunar. Bunların en dikkat çekici olanı “obur” figürüdür. Evliya, özellikle Tatar ve Çerkes halklarının inançları çerçevesinde oburu tanımlar: doyumsuz, kana susamış, geceleri mezarından çıkıp köylere musallat olan, bazen de yaşayan insanlar arasında gizlenen bir varlık. Oburun özellikleri yalnızca kan emmekle sınırlı değildir. Seyahatname’de oburların gece gökyüzünde savaşlara girdikleri, birbirleriyle çarpışırken köylüler tarafından izlendiği aktarılır. Bu tür betimlemeler, oburun toplulukları felakete sürükleyen bir güç olarak algılandığını gösterir. Evliya’nın anlattığı bir diğer dikkat çekici unsur obur-tanıtcılardır. Bu kişiler oburları teşhis etmek ve yok etmekle görevli, adeta profesyonel vampir avcılarıdır. Köylüler oburların musallat olduğuna inandığında tanıtcılar çağrılır, mezarlar kazılır, cesetlere kazık çakılır, bazen yakılarak yok edilmeleri sağlanır. Bu anlatı Balkan folklorundaki vrykolakas ritüelleriyle (mezardan çıkarma, yakma, kazıklama) birebir örtüşür. Evliya Çelebi’nin gözlemleri, bu açıdan bakıldığında yalnızca Osmanlı halk inançlarının bir kaydı değildir. Aynı zamanda vampir söylencesinin etnografik bir raporu olarak okunabilir. Onun aktardığı obur hikâyeleri, folklorik vampirlerin Osmanlı resmi yazılı kültürüne girmiş en erken örnekleridir. Bu nedenle Seyahatname, modern vampir mitinin dolaylı bir kaynağı olarak okunmalıdır. Balkan folklorundaki vrykolakas ile Slav dillerindeki upir arasında köprü kuran obur figürü Evliya Çelebi’nin aracılığıyla yazılı kültüre aktarılmıştır.

Obur-tanıtcılar: Evliya Çelebi bu terimi Çerkesya bağlamında kullanır; köylüler onları çağırır ve oburları teşhis ederek yok ederler.

Vambéry ve Evliya Çelebi’nin İzleri

19. yüzyılda Arminius Vambéry’nin Batı’ya aktardığı halk inanışları, aslında büyük ölçüde Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde derlenmiş malzemelerden beslenmiştir. Vambéry, İstanbul’da bulunduğu yıllarda hem Osmanlı aydınları aracılığıyla hem de doğrudan Seyahatname’nin çeviri ve özetlerinden yararlanarak bu folklorik anlatılara ulaşmıştır. Böylece obur, hortlak ve karakoncolos.. figürler Evliya’nın gözlemlerinden Vambéry’nin kalemine, oradan da Batılı okurların hayal gücüne taşınmıştır. Bram Stoker’ın Dracula’yı yazarken Vambéry’den danışmanlık aldığı bilinir.

Not: Vambéry’nin Stoker’a danışmanlık verdiğini doğrudan belgeyle kanıtlamak mümkün değildir ama çağdaş araştırmacıların çoğu bu ilişkiye dikkat çeker.

Evliya Çelebi’nin obur hikâyeleri ile Vambéry’nin bunları Batı’ya aktarması, Dracula’yı besleyen folklorik damarları görünür kılar; modern vampir miti aslında hem Osmanlı hem Avrupa kültürünün ortak ürünü olarak doğmuştur.

21 Eylül 2025 Pazar

Kurtlarla Koşan Kadınlar: Vahşi Kadının İzinde Derin Bir İnceleme

 

kitap, sanat, metin, iç mekan içeren bir resim

Yapay zeka tarafından oluşturulmuş içerik yanlış olabilir.

Kurtlarla Koşan Kadınlar: Vahşi Kadının İzinde Derin Bir İnceleme

Clarissa Pinkola Estés’in Kurtlarla Koşan Kadınlar adlı eseri, masal, mit, psikanaliz ve ruhsal arayışın kesişiminde duran, edebî olduğu kadar terapötik bir yolculuktur. Jung’un analitik psikolojisinden beslenen Estés, “vahşi kadın arketipi”ni merkeze alarak, kadınların tarih boyunca bastırılmış içgüdülerini, sezgilerini ve yaratıcı güçlerini yeniden uyandırmaya çağırır. Bu çağrı, modern dünyanın kadın ruhunu törpüleyen hız, disiplin, tüketim ve ataerkil düzen karşısında bir hatırlatma işlevi görür: Kadın, özünde doğayla, ölüm ve yaşam döngüsüyle, yaratıcılıkla ve sezgiyle uyumlu bir varlıktır; bu özü bastırmak, ruhsal yaralanmanın temel kaynağıdır. Estés’in kitabı, farklı kültürlerden topladığı masallar aracılığıyla ilerler. La Loba efsanesinde kemikleri toplayarak kurdu yeniden canlandıran yaşlı kadın figürü, unutulmuş, parçalanmış benliğin yeniden diriltilmesini simgeler. Mavi Sakal masalı, kadınların sezgilerine kulak vermediğinde kendilerini yok edici güçlere teslim edebileceğini, ancak farkındalık ve cesaretle bu zinciri kırabileceğini gösterir. Kırmızı Ayakkabılar hikâyesi, yaratıcılığın ve arzuların sahici kaynağından koparıldığında nasıl bir bağımlılığa, takıntıya ve ruhsal tükenişe yol açtığını çarpıcı biçimde anlatır. Vasalisa ve Büyülü Bebek ise anne atalarının bilgeliğini taşıyan sezgisel rehberin değerini, genç kadının karanlık ormanda yolunu bulabilmesinin tek imkânı olarak sunar. Bu masallar her biri, kolektif bilinçdışının kadın ruhuna dair kadim bir öğretisidir.

Kitabın özünde “vahşi kadın” kavramı vardır. Estés’in “vahşi” kelimesiyle kastettiği bozulmamış, doğayla uyumlu, özgür ve yaratıcı bir özdür. Vahşi kadın, ormanın ortasında uluyan kurt kadar özgün, ölüm ve yeniden doğuşu aynı anda kucaklayan bir arketiptir. Modern toplumun “iyi kız”, “itaatkâr eş”, “uyumlu çalışan” kalıpları, bu arketipi bastırır; kadınları içgüdülerinden, rüyalarından, sezgilerinden, yaratıcı güçlerinden uzaklaştırır. Oysa Estés’e göre, kadın kendi masallarına döndüğünde, rüyalarının dilini yeniden öğrendiğinde, yaratıcılığını ve öfkesini sahiplenmeye başladığında, kurtlarla koşmayı yeniden hatırlar. Bu hatırlayış bir tür ruhsal iyileşmedir; çünkü unutulmuş benliğini geri çağırmak, içsel bütünlüğü yeniden kurmak demektir. Kitabın dili, akademik çözümlemeyle mistik bir anlatıyı harmanlar. Bir yanda Jung’un arketipler teorisini, kolektif bilinçdışı ve semboller kuramını kullanır; diğer yanda masalların, şarkıların, şiirsel imgelerin büyüsüne yaslanır. Bu yönüyle eser, bir “bilimsel inceleme” olmaktan öteye geçer; okura neredeyse ritüelistik bir deneyim yaşatır. Her masal yalnızca teorik olarak çözülmez; aynı zamanda okuyucunun iç dünyasına seslenen bir rehbere dönüşür. Bu yüzden Kurtlarla Koşan Kadınlar, tek seferde okunacak bir kitap değildir tekrar tekrar açılıp dinlenilecek bir “ruh defteri”dir.

Eserin etkisi, kadın ruhsallığını merkeze alarak bireysel ve kolektif bir özgürleşmeye kapı aralamasından gelir. Feminist düşüncenin, özellikle 1990’lardan itibaren, kadınların içsel güçlerini keşfetme çağrısıyla birleşmiş; Türkiye’de de kadınların kendi hikâyelerini yeniden yazma isteğiyle buluşmuştur. Kadın okur, Estés’in çağrısında, unuttuğu bir şarkıyı, çocukluğundan kalma bir masalı, rüyalarında gizlenmiş bir sesi yeniden işitir. Bu ses, aslında kendi özünün sesidir. Kurtlarla Koşan Kadınlar, masalları geçmişin eğlencelik anlatıları olmaktan çıkarıp, kadın ruhunun bugünkü yaralarını onaran, ona yol gösteren yaşayan metinlere dönüştürür. Estés’in derin ve şiirsel yorumu, okuyucuya şu soruyu bırakır: İçindeki vahşi kadını susturarak mı yaşayacaksın, yoksa onunla birlikte kurtlarla koşmayı yeniden hatırlayacak mısın?

La Loba (Kemik Toplayıcı Kadın) - Vahşi Kadının İlk Şarkısı

Masalın Özeti

Meksika çöllerinde, yalnız ve yaşlı bir kadın yaşar. Ona La Loba yani “Kurt Kadın” denir. Yaşamını yalnızca bir şeye adamıştır: kemikleri toplamak. Özellikle de kurtların kemiklerini. Çöllerde, kayalıkların arasında, mağaraların diplerinde, kurumuş nehir yataklarında bulduğu kemikleri sabırla bir araya getirir. Bütün iskelet tamamlandığında, kadın ateşin başına oturur, şarkı söylemeye başlar. Söylediği şarkı, yalnızca ona özgü, derin ve büyülü bir melodidir. Bu şarkı, kemiklere hayat verir. İskelet titreşir, etlenir, can bulur ve bir kurda dönüşür. Kurt koşmaya başladığında, çölde ilerlerken bir kadın olur. Bu masalın temel imgesi, ölmüş olanın yeniden dirilmesidir. La Loba’nın kemikleri bir araya getirmesi, unutulmuş, kaybolmuş parçaların yeniden toparlanmasını; şarkısı ise ruhun özünden gelen yaratıcı sesi simgeler.

Arketipsel Çözümleme

Jung’un arketipler kuramına göre kemikler, “kalıcı özü” simgeler. Et, kas, deri çürüyebilir; ama kemik dayanır, en sağlam biçimde varlığını korur. Kadın ruhunun en zor koşullarda bile yitirmediği, en derin, en sahici yanıdır kemikler. La Loba’nın görevi bu unutulmuş parçaları bir araya getirmektir. Yaşlı kadın figürü, Jungcu psikolojide “bilge yaşlı kadın” arketipidir. O, hem korkutucudur hem de öğretici; hem ölümle ilişkilidir hem de hayatla. La Loba’nın yalnızlığı bilgelik için gerekli olan mesafedir. Bu mesafeden bakarak insan ruhunun çürüyen kısımlarını görebilir, onları yeniden diriltecek şarkıyı söyleyebilir. Şarkı ise bilinçdışının dilidir. Kelimelerden çok titreşimlerle, imgelerle, duygularla konuşur. Bu nedenle masalda şarkının sözleri verilmez: çünkü o, her kadının kendi ruhundan çıkarması gereken eşsiz melodidir.

Kadın Psikolojisi ve Ruhsal Yolculuk

Modern dünyada kadın ruhu parçalanır. İş hayatı, aile sorumlulukları, toplumsal roller, ataerkil beklentiler kadını özünden koparır. Kadın bir gün bakar ki içinde canlı bir şey kalmamış; yalnızca kemikler vardır. Bu depresyonun, tükenmişliğin ya da anlam kaybının simgesidir. La Loba, bu noktada kadına “unutulmuş parçalarını bul” der. Hangi çocukluk düşlerini bıraktın? Hangi şarkıyı susturdun? Hangi arzunu başkaları için terk ettin? Hangi içsel sesini duymadın? Kemikleri toplamak, bu soruları sormaktır. Ruhun kayıp parçalarını bir araya getirmek, bir terapi süreci kadar, yaratıcı eylemlere geri dönmekle de mümkündür: yazmak, resim yapmak, dans etmek, dua etmek, doğayla buluşmak. Şarkı söylemek, kadının kendi sesini bulmasıdır. Toplumun, partnerin, işin sesi değil; kendi derin özünün sesi. Bu sesle kemikler canlanır. Kadın, yeniden ayağa kalkar.

Toplumsal Bağlam

La Loba, modern kadının ruhsal yoksunluğunu gözler önüne serer. Kapitalist toplum, kadını sürekli üretmeye, hızlanmaya, performans göstermeye iter. Bu süreçte kadın, ruhunun kemiklerini kaybeder: zamanını, sezgilerini, annelerinden devraldığı bilgelikleri. “Kemik toplamak” bu yüzden modern kadının unutulmuş tarihini hatırlamasıdır. Kadın hareketleri, feminist söylemler, ekofeminist yaklaşımlar da aslında bir tür kemik toplamadır: ataerkil kültürün unutturduğu parçaları geri çağırmak. Kadın, kendi mitolojisini, kendi şarkısını yeniden sahiplenmedikçe, La Loba’nın görevini tamamlayamaz.

Öğreti

La Loba masalı, kadınlara şunu öğretir: İçindeki vahşi doğa ölmedi; yalnızca derinlerine gömüldü. En zor zamanında bile kemiklerin orada: özün, en sağlam yanın. Onları sabırla topla. Sonra kendi şarkını söyle. Başkasının değil, senin şarkını. Ancak o zaman ruhun yeniden koşacak, kurt olacak, kadın olacak. La Loba’nın çağrısı, kadın için bir başlangıçtır. Bu masal, kitabın girişinde yer alır; çünkü bütün diğer hikâyelerin temelini oluşturur. Her kadın, içindeki La Loba’yı dinlediğinde, kaybolmuş parçalarını bulmaya ve yeniden koşmaya başlar.

Mavi Sakal - Yok Edici Güçle Yüzleşmek

Masalın Özeti

Mavi Sakal, zengin ve korkutucu bir adamdır. Birkaç kez evlenmiştir ama hiçbir eşinin akıbeti bilinmemektedir. Genç bir kadınla evlenir ve ona malikanesinin bütün odalarının anahtarlarını verir. Yalnız bir odayı açmamasını tembihler. Kadın, başta adamın emrine uyar, ama merakına yenilir. Gizli odanın kapısını açar ve içeride Mavi Sakal’ın öldürülmüş eski eşlerinin cesetlerini görür. Dehşete kapılır. Mavi Sakal durumu fark eder, onu da öldürmek ister. Kadın zaman kazanarak kız kardeşlerine ve erkek akrabalarına haber gönderir. Sonunda kardeşleri gelip Mavi Sakal’ı öldürür ve kadın kurtulur.

Arketipsel Çözümleme

Bu masal, kadın ruhunun en karanlık tehlikelerinden biri olan yok edici güç arketipini açığa çıkarır. Mavi Sakal, dışarıdan zenginlik, güç ve cazibe ile gelir; ama içte ölümcül bir sır taşır. Bu hem bireysel hem kolektif anlamda, kadınların sezgilerini bastırdığında karşılaşacakları tehlikeyi sembolize eder. Gizli oda: Ruhun karanlık bölmesi, kadının görmezden geldiği içsel gerçeklerdir. Ölü kadınlar: Daha önce uyarıları dinlemeyen, içsel sezgiyi susturan parçalanmış benliklerdir. Merak: Kadının içsel arayışı, sezgiyi harekete geçiren güçtür. Yasağı çiğnemek, aslında içsel gerçeğe ulaşmanın zorunlu yoludur. Kardeşler: Kadının kendi içindeki güçleridir. Onlar devreye girdiğinde yok edici güç alt edilebilir. Jungcu bakışla, Mavi Sakal bir “gölge” arketipidir: yok edici, baskıcı, ruhu felç eden karanlık yön. Kadının onunla yüzleşmesi, gölgesini tanıması demektir.

Kadın Psikolojisi ve Ruhsal Yolculuk

Kadın ruhunun en önemli öğelerinden biri sezgidir. Bu masal, sezgiyi dinlemediğinde kadının nasıl tehlikeli ilişkilerin kurbanı olabileceğini gösterir. Birçok kadın hayatında Mavi Sakallarla karşılaşır: Yıkıcı ilişkiler (şiddet, manipülasyon, baskı), İçsel eleştirmen (sürekli küçümseyen, durduran ses), Toplumsal yasaklar (bunu yapma, kız başına… falan feşmekân), Maddi cazibe ve güç illüzyonu. Kadın, sezgilerini susturursa, Mavi Sakal’ın gizli odasını hiç açmaz. Ama o zaman gerçeği de öğrenemez. Kapıyı açmak cesarettir; yasak olanı görmek, içsel karanlıkla yüzleşmektir. Bu yüzleşme acı vericidir ama gereklidir. Aksi halde kadın ruhu yok edilir. Mavi Sakal masalında, “merak günah değildir” mesajı verilir; tersine, merak kadının ruhsal olgunlaşmasının anahtarıdır.

Toplumsal Bağlam

Mavi Sakal toplumsal bir figürdür. Kadınların bastırıldığı, susturulduğu kültürlerde Mavi Sakal çok güçlüdür. “Şu kapıyı açma” buyruğu, aslında “sorgulama, itaat et, bilme” demektir. Kadının yasak odaları açması, patriyarkal düzenin gizlediği sırları açığa çıkarmasıdır: kadın cinayetleri, susturulan tarih, görmezden gelinen travmalar. Modern bağlamda Mavi Sakal, kadının bilinçsizce dahil olduğu ilişkilerde de belirir: parlak görünen ama içinde şiddet, yalan ve yıkım taşıyan bağlar. Bu yüzden masal, feminist bir metin gibi de okunabilir: “Gör, sorgula, aç kapıyı; yok edici gücü tanı ki kurtul.”

Öğreti

Mavi Sakal masalı, kadınlara şu öğretileri bırakır: İçindeki ses “dur” diyorsa, dinle. Merak, ruhun seni kurtarma çabasıdır. Karanlıktan korkma; gizli odaları aç ki gerçeği görebilesin. Yok edici güçlerle yüzleşmeden, onlardan korunamazsın. Kurtuluş, yalnızca gerçeği bilmek ve destek sistemini çağırmakla mümkündür. Estés, bu masalı “kadın ruhunun bekçisi sezgiyi” anlatmak için seçmiştir. Çünkü kadın sezgisini bastırırsa, hem ilişkilerde hem kendi iç dünyasında Mavi Sakal’ın kurbanı olur. Ama sezgiyi dinlerse, hayatın karanlık odaları bile onun bilgeliğine dönüşür.

Vasalisa ve Büyülü Bebek - Sezginin Işığıyla Karanlığı Aşmak

Masalın Özeti

Vasalisa, annesi ölüm döşeğindeyken ondan küçük bir bez bebek alır. Annesi kızına der ki: “Ne zaman zor durumda kalırsan, bu bebeğe sor; o sana yardım edecektir.” Annesi öldükten sonra Vasalisa, kötü kalpli üvey annesi ve kız kardeşleriyle yaşamaya başlar. Onun üzerine türlü zorluklar yüklerler. Bir gün evdeki ateş söner ve Vasalisa, ormana giderek korkutucu cadı Baba Yaga’dan ateş istemek zorunda kalır. Baba Yaga, ona imkânsız gibi görünen işler verir: darı ayıklamak, evi temizlemek, yiyecek hazırlamak… Vasalisa her defasında annesinden kalan bez bebeğin yardımıyla görevleri başarıyla tamamlar. Baba Yaga kızın bu başarısı karşısında hayret eder. Sonunda ona kafatasının içinde yanıp duran bir ateş verir. Vasalisa bu ateşi eve götürür, ateşle birlikte üvey ailesi yok olur. Böylece Vasalisa hem özgürlüğünü hem de olgunluğunu kazanır.

Arketipsel Çözümleme

Bu masalın merkezinde anne mirası ve sezgi rehberi vardır. Bez bebek: Anne arketipinin aktardığı içsel bilgeliğin somut sembolüdür. Kadının içinde annesinden, atalarından gelen, nesiller boyu birikmiş sezgisel bilgi vardır. Bebeğe danışmak, bu içsel sesi dinlemek demektir. Baba Yaga: Korkutucu cadı görünümündedir, ama aslında bilge bir öğretmendir. O, “vahşi kadın” arketipinin hem korkutan hem de eğiten yüzünü temsil eder. Kadını sınar, olgunlaştırır. Ateş: Bilincin ışığıdır. Sezgi ve bilgelik sayesinde elde edilen dönüştürücü güçtür. Ateş eve döndüğünde yıkıcıdır, çünkü Vasalisa’nın hayatındaki zehirli yapıları (üvey aileyi) yok eder. Jungcu açıdan bakıldığında, masal kadının bireyleşme sürecini anlatır. Çocuklukta annenin koruması dışsal bir şeydir; ama anneden kalan “bebeği” taşıyarak kadın, annesinin ruhunu kendi içinde yaşatır. Bu, sezginin ilk filizlenişidir. Baba Yaga’nın sınavları, kadının gölgeyle yüzleşme evreleridir.

Kadın Psikolojisi ve Ruhsal Yolculuk

Vasalisa masalı, kadının kendi sezgisini dinlemeyi öğrenme yolculuğunun bir metaforudur. Genç kadınlar çoğu zaman dış dünyanın baskısı, ailelerin yönlendirmesi, toplumun beklentileriyle baş başa kalır. Bu süreçte kendi iç seslerini kaybedebilirler. Masal, “kendi içindeki rehberle bağını koparma” der. Baba Yaga’nın verdiği zorlu görevler, kadının hayatın gerçekleriyle yüzleşmesidir: yalnız kalmak, çalışmak, seçim yapmak, sorumluluk almak. Eğer kadın sezgisini dinlerse, bu görevlerin içinden sağ çıkar. Dinlemezse, ruhunu kaybeder. Bez bebeğin simgelediği şey, kadının kendi sezgisini küçümsememesi gerektiğidir. Sezgi bazen önemsiz görünen, sessiz bir bebek gibi gelir. Ama kadının hayatını kurtaracak olan da odur.

Toplumsal Bağlam

Vasalisa masalı, kadınların kendi öz bilgeliğini keşfetmesinin toplumsal karşılığına da ışık tutar. Geleneksel toplumlarda kadınlar çoğu zaman “başkasının ışığına” muhtaç bırakılır: baba, eş, kardeş ya da otorite figürleri. Oysa bu masal kadının içindeki ışığın, anneden devralınan sezginin, kendi yolunu aydınlatabileceğini söyler. Modern bağlamda bu kadının kendi seçimlerini yapabilmesi, ilişkilerinde, kariyerinde, annelik ya da toplumsal rollerinde kendi sezgisine güvenmesi demektir. Baba Yaga’nın korkutucu yüzü toplumun kadını sınayan, onu sindirmeye çalışan yanıdır; ama kadın içindeki rehbere kulak verirse, bu sınavlardan güçlenerek çıkar.

Öğreti

Vasalisa masalı kadınlara şunları öğretir: İçindeki bebeği ve sezgini küçümseme, onunla konuş. Zorluklardan kaçma; çünkü her sınav seni olgunlaştırır. Korkutucu figürler (Baba Yaga gibi) aslında öğretmendir. Ateşi, yani bilinci ve özgürlüğü, kendi yolculuğunda kazanırsın. Sezgiyle bulduğun ateş sana kötülük edeni de dönüştürür. Estés’in yorumuna göre Vasalisa, kadının sezgiyle büyüme öyküsüdür. Çocukluktan olgunluğa geçişin, anne mirasının ve içsel rehberin önemini vurgular. Kadın, Vasalisa gibi içsel bebeğini korur ve dinlerse, en karanlık ormanlarda bile yolunu bulur.

Kırmızı Ayakkabılar - Yaratıcılığın Zehirlenişi ve Ruhun Açlığı

Masalın Özeti

Bir köyde yaşayan küçük bir kız vardır. Kırmızı ayakkabılarıyla gurur duyar. Bu ayakkabılar, onun özgünlüğünü, yaratıcılığını ve çocukça sevincini yansıtır. Günün birinde yaşlı ve zengin bir kadın onu evlat edinir. Kızın eski ayakkabılarını atar ve onun için fabrikada yapılmış parlak kırmızı ayakkabılar alır. Başlangıçta kız bu yeni ayakkabılardan hoşlanır. Ancak kısa süre sonra ayakkabılar kendi iradesine hükmetmeye başlar: kız onları giydiğinde sürekli dans etmek zorunda kalır, asla duramaz. Dans etmek, başta hoş olsa da zamanla bitmeyen bir işkenceye dönüşür. Kız ne kadar uğraşırsa uğraşsın ayakkabıları çıkaramaz. Sonunda kurtulmak için ayaklarını kaybetmek zorunda kalır.

Arketipsel Çözümleme

Kırmızı ayakkabılar masalı, Estés’in en çarpıcı şekilde incelediği öykülerden biridir. Bu masalda, yaratıcı enerjinin yozlaşması, arzuların bağımlılığa dönüşmesi ve sahici özden kopuşun tehlikesi anlatılır. Köyde yapılan ilk ayakkabılar: Kadının içinden gelen özgün, saf yaratıcılığın sembolüdür. Kendiliğinden, doğayla ve özle uyumlu olan üretimdir. Zengin kadının verdiği parlak ayakkabılar: Dışsal cazibenin, toplumun dayattığı “yapay” arzuların sembolüdür. Sahici olmayan, dışarıdan gelen değerlerdir. Bitmeyen dans: Yaratıcılığın bağımlılığa, tüketim arzusuna, takıntıya dönüşmesidir. Ruh artık özgür değildir, esirdir. Ayağın kesilmesi: Bedel ödeme, bağımlılığın yıkıcı sonucudur. Kadın özünü kaybetmiştir; özgünlüğünü yeniden bulması için büyük bir kayıp yaşaması gerekmiştir. Jungcu açıdan bu masal, ruhun gölgesiyle baş edememesini gösterir. Kadın kendi arzularını tanımaz, dışarıdan gelen sahte arzulara kapılırsa, sonunda yaratıcılığı hastalıklı bir dansa dönüşür.

Kadın Psikolojisi ve Ruhsal Yolculuk

Kırmızı ayakkabılar masalı, kadınların yaşamında çok sık rastlanan bir ruhsal tuzağı açığa çıkarır: özgün arzuların sahte arzularla yer değiştirmesi. Kadın kendi özünden gelen yaratıcı sesi dinlemediğinde, başkalarının “parlak” önerilerine yöneldiğinde, kısa süreli bir coşku yaşar. Ancak zamanla bu coşku, kontrol edilemeyen bir bağımlılığa dönüşür: ilişkilerde bağımlılık, tüketimde doymazlık, kariyerde tükenmiş hırs… Kırmızı ayakkabılar, “dışarıdan gelen cazibenin” her türünü temsil eder: reklamlarda parlayan ürünler, sosyal medyada dayatılan güzellik kalıpları, toplumun kadınlara biçtiği “başarı” modelleri. Başta çekici görünür, ama özden kopuk olduğu için ruhu tüketir. Kadın başkasının verdiğini giydiğinde, ruhu dans ettirilir; kendisi dans etmez.

Toplumsal Bağlam

Bu masal, özellikle modern kapitalist dünyada kadın ruhunun nasıl tüketildiğini gösterir. Tüketim kültürü, kırmızı ayakkabılarla doludur: moda, kozmetik, statü sembolleri, gösterişli kariyerler. Kadın, bunlara yöneldikçe kendi ruhunun gerçek sesini kaybeder. Sonuç: bitmeyen bir koşuşturma, tükenmişlik sendromu, içsel boşluk. Toplumsal bağlamda, bu masal kadınların yaratıcılığının nasıl yönlendirildiğine dair de bir eleştiridir.

Öğreti

Kırmızı ayakkabılar masalı kadınlara şunu öğretir: Kendi yaptığını, kendi özünden çıkan yaratıcı ürünü asla küçümseme. Dışarıdan gelen parlak arzular cazip olabilir, ama seni köleleştirebilir. Ruhunu dinle; hangi dans sana aittir, hangisi sana dayatılmıştır, ayırt et. Sahici yaratıcılık besler, sahte yaratıcılık tüketir. Yaratıcılığını korumak için gerekirse ayağını kaybetmeyi göze al; çünkü ruhunu kaybetmekten iyidir. Estés’e göre bu masal, kadınların “ruhun açlığını” anlatır. Ruh, kendi özünden gelen yaratıcı eylemlerle beslenmezse, sahte tatlarla oyalanır. Bu sahte tatlar zamanla bağımlılığa dönüşür. Çözüm, kırmızı ayakkabıları reddetmek, kendi yaptığı basit ama sahici ayakkabılara geri dönmektir.

İskelet Kadın - Aşkın Ölümle İmtihanı

Masalın Özeti

Bir balıkçı, teknesiyle denize açılır. Oltasını atar ve farkında olmadan bir iskelet kadını yakalar. Kadın, yıllar önce denize atılmış, unutulmuş, çürümüş hâliyle sudan çıkar. Balıkçı dehşet içinde kaçar. Kaçtıkça iskelet kadının bedeni oltaya dolanmış halde onun peşinden sürüklenir. Balıkçı, yorgunluktan ve korkudan tükenip sonunda kendi kulübesine varır. İskelet kadını orada görür. Onun korkunç haline bakarken kalbi yumuşar; ona zarar vermek yerine üzerini örter, yanında uyur. Gecenin karanlığında iskelet kadının gözlerinden yaşlar dökülür. Bu yaşları içen balıkçının kalbi dolup taşar. Kadına şefkatle sarılır. Sabah olduğunda iskelet kadın etlenmiş, canlanmış ve güzel bir kadına dönüşmüştür. Balıkçı ile arasında derin bir bağ kurulur; bu bağ artık ölümle sınanmış gerçek bir sevgidir.

Arketipsel Çözümleme

İskelet kadın masalı, aşkın yüzeysel duygulardan ibaret olmadığını, derinleşebilmesi için mutlaka ölüm ve yeniden doğuş döngüsünden geçmesi gerektiğini anlatır. İskelet: Aşkın gömülmüş, unutulmuş, korkulan yönüdür. İlişkilerdeki kayıpları, korkuları, acıları simgeler. Balıkçı: İnsan ruhunun bilinçli yanı; yaşamı, arzuları, umutları temsil eder. Kaçış: İnsanın sevginin karanlık yüzünden, acıdan ve kayıptan kaçma çabasıdır. Şefkatle kucaklamak: Kadının ölüm yüzünü de kabul etmektir. Ancak bu kabul, ilişkiye derinlik kazandırır. Gözyaşı: Saflaştırıcı, ruhu besleyen öğedir. Ağlamak, yeniden doğuşu başlatır. Jungcu açıdan masal, ölüm arketipi ile aşk arketipinin birleşimidir.

Kadın Psikolojisi ve Ruhsal Yolculuk

Kadın için bu masal, ilişkilerde kendi kırılganlığını, acısını, karanlığını saklamaması gerektiğini söyler. Toplum kadınlardan çoğu zaman “güzel, neşeli, ışık saçan” yüzlerini göstermelerini bekler. Ama kadın, kendi acısını, yasını, öfkesini gizlerse, aşk yüzeysel kalır. İskelet kadının balıkçıya musallat olması, kadın ruhunun “görülmeyen yanlarının” kaçınılmaz biçimde ortaya çıkacağına işarettir. Kadın kendi yaralarını saklasa da bir gün ilişkiye sızar. Eğer partner, bu yaraları şefkatle kucaklarsa, aşk derinleşir; aksi halde dağılır. Aynı şekilde kadın da erkeğin ya da partnerinin “ölüm yüzünü” yani korkularını, eksikliklerini, acılarını kabul etmelidir. İlişki, ancak bu çift yönlü kabulle gerçek bir bağa dönüşür.

Toplumsal Bağlam

Modern toplumda aşk genellikle romantikleştirilmiş, yüzeysel bir duygu olarak sunulur: sürekli mutluluk, sürekli güzellik, sürekli haz. Oysa ilişkiler, kaçınılmaz biçimde kayıpları, çatışmaları, ölümleri barındırır. İskelet kadın masalı, bu gerçeği unutan toplumlara bir uyarıdır. Gerçek aşk acıların, travmaların, yasların paylaşılmasıyla mümkün olur. Kadın ve erkek (ya da partnerler) birbirinin iskelet yüzünü gördüğünde korkmak yerine şefkat gösterebilirse, ilişki yeniden doğar.

Öğreti

İskelet kadın masalı bize şunu öğretir: Aşk, yalnızca güzelliği değil, ölümü de içerir. Kaçtığın sürece iskelet peşinden gelir; yüzleştiğinde dönüşür. Gerçek bağ, ancak gözyaşının arındırıcı gücüyle kurulur. İlişkilerde hem senin hem partnerinin “korkutucu” yanları vardır; onları kucaklamak gerekir. Sevgi, ölümden geçtikten sonra gerçek olur. Estés, bu masalı “ilişkilerin ruhsal derinliği” olarak yorumlar. Ona göre, sevginin sürekli parlak, sorunsuz olması gerekmez; asıl değer karanlıkla yüzleşme cesaretindedir. İskelet kadının şifası, aşkın ölüme rağmen hatta ölümle birlikte var olabileceğini hatırlatır.

Geyik Kadın - Ruhun Özgürlüğüne Saygı

Masalın Özeti

Bir avcı ormanda dolaşırken olağanüstü güzellikte bir kadınla karşılaşır. Bu kadın, aslında bir geyik kadındır: yarı insan, yarı hayvan, özgürlüğün ve doğanın vücut bulmuş hâlidir. Avcı onu elde etmek ister. Ancak geyik kadın yakalanmaz, dizginlenemez; özgürce kaçar. Avcı önce peşinden koşar, onu zorla tutmak ister. Fakat zamanla onun özgür doğasına saygı göstermesi gerektiğini anlar. Onu sıkıştırmayı bırakıp belli bir mesafeden seyrettiğinde aralarında gerçek bir bağ doğar. Avcı kadını ancak onun özgürlüğüne alan tanıyarak sevebilir.

Arketipsel Çözümleme

Geyik kadın masalı, ruhun evcilleştirilemez yanını temsil eder. Geyik: Saflık, özgürlük, doğayla uyum arketipidir. Kadın ruhunun dizginlenemez yanıdır. Avcı: İnsan benliğinin bilinçli yanı, özellikle de erkeğin kadına yaklaşım biçiminin sembolüdür. Kaçış: Kadının ruhunun zorlamaya boyun eğmemesini gösterir. Gerçek bağ: Ancak karşılıklı saygıyla, özgürlüğe alan tanınarak doğar. Jungcu açıdan geyik kadın anime arketipinin bir tezahürüdür. Kadın, kendi vahşi doğasının sembolü olarak burada özgürlüğü temsil eder. Eğer bu özgürlük bastırılırsa, kadın ruhu ölür.

Kadın Psikolojisi ve Ruhsal Yolculuk

Kadın için bu masal, ruhunun bazı yanlarının asla evcilleştirilemeyeceğini, asla “uyumlu” hâle getirilemeyeceğini hatırlatır. Toplum kadınlardan genellikle “iyi eş”, “uyumlu çalışan”, “itaatkâr kız” olmalarını bekler. Fakat kadın ruhunun bir kısmı, ormanda koşan geyik gibi özgür olmak ister. Eğer kadın bu yönünü inkâr ederse, ruhsal tükeniş yaşar. Bu masal, kadınların ilişkilerinde de bir uyarıdır: Eğer bir partner kadının özgürlüğünü yok etmeye çalışırsa, kadın er ya da geç ondan kaçar. Kadın için gerçek bağ, özgürlüğünün tanındığı yerde mümkündür.

Toplumsal Bağlam

Toplumsal düzeyde geyik kadın, kadınların özgürlük taleplerini sembolize eder. Tarih boyunca kadınların özgür ruhları bastırılmış, evcilleştirilmiş, ev içine hapsedilmiştir. Modern dünyada da kadının bedeni, arzuları, yaşam tarzı sık sık kontrol altına alınmaya çalışılır. Geyik kadın masalı bu bağlamda güçlü bir direniş öyküsüdür. Kadının doğası evcilleştirilemez. Onu zorla tutmak isteyen düzenler, ilişkiler, toplumlar sonunda başarısız olur. Kadının ruhu özgür kaldığında toplumla daha sağlıklı bağlar kurar.

Öğreti

Geyik kadın masalı kadınlara ve erkeklere şu öğretileri sunar: Kadının ruhunun bir kısmı asla evcilleştirilemez; buna saygı duymak gerekir. Gerçek aşk ve bağ, ancak özgürlük içinde gelişir. Kadın kendi doğasını inkâr etmemeli; vahşi, özgür yanına sahip çıkmalıdır. Toplumsal düzenler kadın ruhunu baskıladıkça, o ruh kaçar; tanındığında ise bağ kurar. Estés’e göre geyik kadın masalı, kadının “özgür ruhuna sahip çıkma” çağrısıdır. Kadın ancak doğasıyla barıştığında, onunla koştuğunda tam anlamıyla var olabilir.

Yedi Yıllık Kadın Döngüleri- Ruhun Sürekli Yeniden Doğuşu

Masalsı Çerçeve ve Özeti

Clarissa Pinkola Estés, kitabında kadın yaşamının bütününü de bir “masal” gibi ele alır. Kadının ruhsal gelişimini açıklamak için “yedi yıllık döngüler” kavramını kullanır. Bu yaklaşımda, kadının yaşamı sabit ve tek yönlü değildir; aksine, sürekli dönüşüm, ölüm ve yeniden doğuş döngüleriyle ilerler. Her yedi yılda bir kadın, farklı bir eşiğe gelir; bazı şeyler ölür, bazıları yeniden doğar. Bu döngüler, La Loba’nın kemikleri toplaması, İskelet Kadın’ın dirilişi, Vasalisa’nın ateşi gibi anlatılarla iç içe düşünülür.

Arketipsel Çözümleme

“Yedi” sayısı, birçok kültürde kutsaldır: yaratılışın günleri, gökyüzünün katları, müzikteki yedi nota, mitlerdeki yedi kapı… Kadın yaşamının da bu evrelerle ilerlemesi, evrensel döngüsel bir gerçeğe işaret eder. 0-7 yaş: Çocukluğun masumiyeti. Ruh henüz saftır, içgüdüler canlıdır. Bu evre, ilk kemiklerin saklandığı dönemdir. 7-14 yaş: Ergenliğe geçiş. Kadın ruhunun ilk kez toplumsal baskılarla karşılaştığı, öz sezginin değişmeye başladığı evre. 14-21 yaş: Gençlik ve ilk ilişkiler. Kırmızı Ayakkabılar masalındaki gibi, ruhun yanlış arzulara kapılma tehlikesi büyüktür. 21-28 yaş: Bağımsızlık ve seçimler. Vasalisa’nın ormana gidip ateşi bulması gibi, kadın bu dönemde sezgisine güvenmeyi öğrenir. 28-35 yaş: Derinleşme. İlişkiler, annelik ya da yaratıcı üretim yoluyla kadın ruhu olgunlaşır. Ama aynı zamanda İskelet Kadın’ın öğrettiği gibi, sevginin ölüm yüzüyle tanışma zamanıdır. 35-42 yaş: Kaybedilenin ardından yeniden doğuş. Kadın ruhunun yeni bir güçle ayağa kalktığı, kendi sesini bulmaya başladığı dönemdir. 42-49 yaş: Bilgeliğin ve toplumsal rolün değiştiği evre. Kadın, La Loba vs. “kemik toplayıcı” olur; gençlere rehberlik eder. 49 yaş sonrası: Ruhun “vahşi kadın” arketipiyle bütünüyle birleştiği evredir. Kadın artık kolektif bir bilgelik taşıyıcısıdır. Bu döngüler sabit değildir; kadın, yaşam koşullarına göre bunları farklı biçimlerde deneyimleyebilir. Ancak her evrede bir “ölüm” (eski bir rolün kaybı) ve bir “doğuş” (yeni bir bilincin uyanışı) vardır.

Kadın Psikolojisi ve Ruhsal Yolculuk

Yedi yıllık döngüler, kadının ruhsal olgunlaşmasının sürekli olduğunu gösterir. Modern dünyada kadına çoğu zaman tek bir rol dayatılır: gençlikte güzel olmak, evlilikte sadık olmak, annelikte verici olmak, yaşlılıkta sessiz olmak. Oysa Estés’e göre kadın, her evrede yeni bir masal yaşar. Bu yaklaşım, kadınların yaşa bağlı kaygılarını da dönüştürür. “Artık genç değilim” korkusu, aslında yeni bir evreye girişin habercisidir. Her yeni döngü, kadının özüne daha çok yaklaşması için bir fırsattır. Vasalisa’nın ateşi, Kırmızı Ayakkabılar’ın kaybı, İskelet Kadın’ın gözyaşları, hepsi bu evrelerde farklı farklı ortaya çıkar. Kadın psikolojisinde bu döngüler, “ölümden korkmama” becerisini geliştirir. Çünkü her evre, küçük ölümler ve yeniden doğuşlarla doludur. Çocukluk ölür, gençlik doğar; gençlik ölür, olgunluk doğar. Ruh, bu döngüleri kabul ettiğinde kendiyle bütünleşir.

Toplumsal Bağlam

Toplum, kadının yaşamını genellikle çizgisel bir anlatıya sıkıştırır: çocukluk- evlilik- annelik- yaşlılık. Bu çizgisel bakış, kadını bir noktada “işlevini yitirmiş” olarak görür. Oysa yedi yıllık döngüler, kadının hayatını döngüsel, sürekli canlı, sürekli yenilenen bir süreç olarak anlatır. Toplumsal bağlamda bu yaklaşım kadınların her yaşta değerli olduklarını hatırlatır. 20 yaşındaki kadın da, 60 yaşındaki kadın da kendi döngüsünün en kritik yerindedir. Her biri, ruhsal açıdan vazgeçilmezdir. Bu bakış açısı, yaşlı kadınların, La Loba’ların, Baba Yaga’ların  bilgeliğini topluma yeniden kazandırır.

Öğreti

Yedi yıllık döngüler, kadınlara şu öğretileri sunar: Yaşam bir döngüdür. Her kayıp, bir doğuşun ön koşuludur. Yaş ilerledikçe değer kaybı değil, bilgelik artışı vardır. Ruhun masalları her evrede farklı şekilde yeniden anlatılır. Vahşi kadın, bu döngülerin sonunda bütünüyle görünür olur. Estés’e göre kadın, her yedi yılda bir yeniden doğarak kendi özüne biraz daha yaklaşır. Sonunda, hayatın bütün masalları birleşir; kadın, La Loba’dır hem kemik toplayıcı hem şarkı söyleyen, hem ölüm hem yaşamın taşıyıcısı olur.

Masallardan Doğan Bütünsel Bir Yolculuk

Clarissa Pinkola Estés’in Kurtlarla Koşan Kadınlar adlı eseri, tek tek masalların ötesine geçen, kadın ruhunun kadim haritasını sunan bir kitaptır. Kitap La Loba ile açılır. Kemikleri toplayan kadın, aslında tüm masalların giriş kapısıdır. Kadın ruhunun kaybolmuş parçalarını toplamak ve onlara şarkı söylemek, bütün yolculuğun ilk adımıdır. Burada Estés bize şunu söyler: “Her şey kayıp olarak görünse de, özün hâlâ orada; yeter ki onu toplama cesaretin olsun.” La Loba, bütün kitabın ana motifini verir: ölümden yaşam çıkarma, kayıptan yeniden doğuş yaratma. La Loba’nın şarkısından sonra kadın, kendi karanlığıyla yüzleşmek zorundadır. Mavi Sakal masalı, kadının sezgilerini bastırdığında nasıl tehlikeli güçlerin kurbanı olacağını anlatır. Gizli oda, ruhun yasaklı bölgesidir. Bu masal kadınlara şunu öğretir: merak günah değildir, hayatta kalmanın aracıdır. Ruhun karanlık kapılarını açmadan, yok edici güçleri tanımadan özgürleşmek mümkün değildir. Karanlıktan sonra ışık gerekir. Vasalisa’nın bez bebeği, kadın ruhunun sezgiyle kurduğu bağı temsil eder. Baba Yaga’nın korkutucu sınavları, aslında kadının olgunlaşma süreçleridir. Kadın sezgisine kulak verirse, karanlık orman bile yoluna ışık tutar. Burada masal, sezgiyi küçümsememeyi, içimizdeki küçük rehberin değerini öğretir. 

Sezgiye sahip olmak yetmez; kadın özünü sahte arzulara kaptırmamalıdır. Kırmızı ayakkabılar masalı, sahici yaratıcılığın yerine konan yapay arzuların nasıl bağımlılığa dönüştüğünü gösterir. Parlak ayakkabılara kapılan kadın, ruhunu tüketir. Bu masal, modern dünyanın tüketim tuzaklarını gözler önüne serer: cazip ama öldürücü dans. Kadın ruhunun bir sonraki durağı aşktır. Ama aşk, yalnızca güzellikten ibaret değildir; ölümle, kayıpla, gözyaşıyla da yoğruludur. İskelet kadın masalı, sevginin gerçek anlamını öğretir: ancak ölümle yüzleşildiğinde aşk yeniden doğar. Burada kadın ruhu, acıyı kucaklamayı öğrenir. Aşkın ardından kadın özgürlüğünü hatırlamalıdır. Geyik kadın masalı, kadının evcilleştirilemez doğasını anlatır. Toplum ya da partner bu doğayı kontrol etmek isterse, kadın kaçar. Gerçek bağ ancak özgürlüğe saygı gösterildiğinde doğar. Burada kadın, kendi vahşi özüne sahip çıkmayı öğrenir. Tüm masalların ardından Estés, kadının yaşamını döngüsel bir masal olarak açıklar. Her yedi yılda bir kadın, yeni bir ölüm ve yeniden doğuş yaşar. Çocukluk ölür, gençlik doğar; gençlik ölür, olgunluk doğar. Bu döngüler, kadının ruhunu sürekli yeniler. Kadın, yaşamının hiçbir evresinde eksik değildir; her yaş bilgelik halkasının ayrı bir parçasıdır.

Vahşi Kadının Uyanışı

Tüm bu masallar bir araya geldiğinde, Estés’in kitabı tek bir büyük hikâye hâline gelir: Kadın önce kaybolmuş parçalarını bulur (La Loba). Sonra karanlıkla yüzleşir (Mavi Sakal). Ardından sezgisini hatırlar (Vasalisa). Sahte arzulara karşı sınanır (Kırmızı Ayakkabılar). Sevginin ölüm yüzünü öğrenir (İskelet Kadın). Özgürlüğünü savunur (Geyik Kadın). Ve en sonunda döngüsel bilgelikle bütünleşir (Yedi Yıllık Döngüler). Bu yolculuk, aslında her kadının yaşam öyküsüdür. Estés’in yaptığı şey, kadim masalları modern kadının ruhsal atlası hâline getirmektir.

Kurtlarla Koşmak

“Kurtlarla koşmak” demek, doğanın ritmine, içgüdülere, sezgilere, özgür yaratıcılığa yeniden bağlanmak demektir. Kadın, toplumun dayattığı “evcilleştirilmiş” rollerden sıyrıldığında, kendi masallarını yeniden dinlediğinde, La Loba’nın şarkısını hatırladığında, kurtlarla koşmaya başlar. Bu koşu bir kaçış değildir; ruhun en derin özgürlüğüdür. Estés’in kitabı kadınlara şunu anlatır: İçinde unuttuğun bir şarkı var. Onu hatırla. Çünkü kemiklere yeniden hayat verecek olan tek şey senin kendi sesindir...

Maria Filmi: Çelişkilerin Trajedisi ve Hayalin Gerçekle Dansı

 


Maria Filmi: Çelişkilerin Trajedisi ve Hayalin Gerçekle Dansı

Pablo Larraín’in yönettiği Maria (2024), yüzeyde bir biyografik film olarak görünse de aslında bundan çok daha fazlasıdır: bir insan ruhunun derinliklerine, çelişkilerine, hayalleriyle gerçek arasındaki savaşına doğru açılan kapıdır. Filmin merkezinde, dünyaca ünlü soprano Maria Callas vardır. Ancak izleyicinin karşısına çıkan Callas, kariyerinin zirvesindeki ışıklı sanatçı değildir.

Paris’te yalnız yaşayan, sesi artık yıpranmış, bedeni yorulmuş neredeyse tükenme noktasında olan, geçmişle şimdiyi birbirine karıştıran, fakat yine de hayallerine sımsıkı sarılan bir kadındır. Bu film, büyük sanatçının yaşamının son dönemlerini aktarmaktan öte insanın trajik doğasına dair bir alegori kurar. Çünkü Callas’ın hikâyesi insan olmanın özündeki çelişkilerin yoğun bir kristalleşmesi olarak görülür. Hayallerin ve anıların gerçeklikten kopuşu, sevginin hem dayanak hem de saplantı oluşu, aşkın farklı anlamlandırılış biçimleri, sanatla hayat arasındaki uçurum… Tüm bunlar yalnızca Callas’ın değil tüm insanlığın içsel çatışmalarının yankısıdır.

Maria Callas filmde “uçuk, melankolik ama aklını hiç kaybetmemiş” bir figür olarak resmedilir. Bu nitelendirme, karakterin özünü kavramak açısından önemlidir. Çünkü onun yaşadığı halüsinatif durumlar, hayallerle gerçekleri birbirine karıştırması, salt bir delilik hali değildir. Bu, varoluşsal bir tercihtir. Hayallerine sığınarak yaşamaya devam etmek, acıya katlanabilmenin, yalnızlığı aşabilmenin, kayıpların yıkıcılığını hafifletebilmenin tek yoluna dönüşmüştür. İnsan zihni çoğu zaman böyle işler. Callas’ın Onassis ile yeniden buluşma sahneleri bu bakımdan varlığını sürdürmenin, hayatla bağ kurmanın yolu olur. Belki de onun için gerçek olan şey ruhunun içinde yaşattığı sahnelerdir. Çünkü iç dünyanın hakikati, çoğu zaman dış dünyanın olgularından daha güçlüdür. Filmin en çarpıcı sahnelerinden biri, Callas’ın Onassis’in hastaneye ya da evine gidip onunla görüştüğü andır. Onassis’in karısının geleceği söylenir ve Callas ortamı terk eder. İzleyici bu sahnenin gerçek olup olmadığını sorgulamaya başlar. Tarihsel belgeler de bu konudayeterli bilgi vermez; Onassis’in son yıllarında Callas’la bir buluşma yaptığına dair kesin kanıt bulunmaz. Bu muğlaklık, filmin bilinçli tercihlerinden biridir. Yönetmen gerçek ile hayal arasındaki sınırları özellikle bulanıklaştırır. Çünkü Callas’ın dünyasında bu sınır zaten çoktan silinmiştir. Onassis’in varlığı onun zihninde öylesine güçlüdür ki gerçekten buluşsalar da buluşmasalar da fark etmez. Callas için önemli olan Onassis’i hâlâ görebilmek, hâlâ konuşabilmek, hâlâ onunla var olabilmektir. Bu sahne, aslında sanatçının ruhunun hakikatine dair bir ipucudur: Gerçek dışarıda değildir onun içindedir.

Burada ortaya çıkan temel soru şudur: Onassis’e duyduğu aşk, Callas’ı hayattan mı koparmıştır, yoksa ona tutunma gücü mü vermiştir? Bu soru, trajedinin merkezine dokunur. Aşk aynı anda hem yaşatan hem de tüketen bir güç olabilir. Callas için Onassis hayatının anlamı, ruhunun besini, kimliğinin son kalesi haline gelir. Ama aynı zamanda bu aşk onun en büyük yarası, en derin kırılganlığı olur. Trajedya tam da bu ikiliğin varlığında şekillenir. Antik Yunan tragedyalarında kahraman daima en güçlü yanından vurulur. Callas’ın en güçlü yanı tutkulu sevebilme kapasitesidir; ama işte bu kapasite onu aynı zamanda en kırılgan kılan şeydir. Onassis’e duyduğu aşk, onu hayata bağlarken aynı zamanda yavaş yavaş tüketir. Callas’ın Onassis karşısındaki konumu, kadın ve erkek arasında aşkın farklı yaşanış biçimlerini de ortaya çıkarır. Callas için aşk varoluşsal bir bütünlüktür. Aşk onun benliğiyle iç içe geçmiştir. Onassis içinse aşk daha dünyevi, daha pragmatik bir şeydir. Bu farklılık, Callas’ın gözünde Onassis’in tavrını acımasız kılar. Kadın aşkı hayatının merkezine koyarken, erkek çoğu zaman onu yaşamının yalnızca bir parçası olarak görür. Elbette bu ayrım mutlak değildir; ama Callas’ın hikâyesinde bu farklılığın yarattığı uçurum çok belirgindir. Onassis’in evlenmesi, Callas için kendi kimliğinin parçalanması anlamına gelir. Onassis’in tercihleri ise daha çok sosyal konum, güç ve dünyevi beklentiler etrafında şekillenir. Bu çelişki aşkın farklı anlamlandırılış biçimlerinin trajik sonucudur.

Callas’ın son yıllarında sesini kaybetmesi filmde derin bir metafor olarak işlenir. Çünkü sesi onun varoluşunun merkezindedir. Sanatının kaynağı, dünyaya açılan penceresi, kimliğinin özüdür. Maria filmi, aksiyon yerine durağanlığa yaslanır. Sessizlikler, bakışlar, hatırlamaların bulanıklığıyla ilerler. Çünkü ruhun akışı da böyledir: düz, lineer ve pürüzsüz değildir, zikzaklı, yoğun, karmaşıktır. Bu durağanlık, izleyiciyi Callas’ın iç dünyasına zorla dahil eder. İzleyici, karakterin yalnızlığını, hayal kırıklığını ve içsel çalkantılarını bizzat yaşar. Bu estetik tercih filmin atmosferini yoğunlaştırır. İzleyici büyük bir olay örgüsü yerine insan ruhunun dolambaçlı kıvrımlarını izler. Callas’ın hikâyesi bu nedenle evrensel bir deneyime dönüşür: her insan, hayatının bir noktasında hayallerle gerçekler arasındaki çatışmayı yaşar.

Hayatta kesin doğrular yoktur; insan çelişkilerle, tutarsızlıklarla yaşar. Callas’ın hikâyesi bu karmaşayı görünür kılar. Onassis’e duyduğu aşk hem onu ayakta tutar hem de yıpratır. Sesinin kaybı hem trajedidir hem de insana dair evrensel bir deneyimdir. Hayallerle yaşamak hem bir yanılsamadır hem de bilgeliktir. Maria filmi işte bu çelişkileri görünür kıldığı için güçlüdür. İzleyici yalnızca büyük bir sanatçının hayatına tanıklık etmez aynı zamanda insan olmanın özünü, çelişkilerin ortasında var olma deneyimini keşfeder. Antik Yunan tragedya anlayışına göre seyirci, kahramanın acısına tanık oldukça kendi içsel yüklerinden arınır. Maria da bu katharsis etkisini yaratır. İzleyici, Callas’ın acısını izlerken kendi kırılganlıklarını, kendi çelişkilerini, kendi kayıplarını hatırlar. Bu yüzleşme, bir tür arınmaya dönüşür. Maria, insanın çelişkilerle dolu varoluşunun bir yansımasıdır. Hayallerle gerçeklerin, aşk ile yalnızlığın, güç ile kırılganlığın, sanat ile hayatın çatıştığı bir evreni resmeder. Callas’ın hikâyesi, insan ruhunun karmaşıklığını olağanüstü bir yoğunlukla ekran sahnesine taşır. İzleyici, Maria’nın sesini kaybederken kendi içsel sesinin kırılganlığını duyar; Maria’nın Onassis’e duyduğu aşkı izlerken kendi bağlarının hem besleyici hem de yıkıcı yanlarını fark eder.

Bu yüzden Maria bir sanatçının hayatını anlatan film olmanın ötesinde insan olmanın trajedisine dair evrensel bir şiirdir.


12 Eylül 2025 Cuma

Victor Hugo’nun Bir İdam Mahkûmunun Son Günü Romanında Ölüm, Yaşam Arzusu ve Toplumsal Yabancılaşma

 


Victor Hugo’nun Bir İdam Mahkûmunun Son Günü Romanında Ölüm, Yaşam Arzusu ve Toplumsal Yabancılaşma

Victor Hugo’nun Bir İdam Mahkûmunun Son Günü adlı eseri, 1829’da yayımlanmasına rağmen bugün hâlâ canlılığını koruyan bir tartışmayı edebiyatın merkezine taşır: İdam cezasının birey üzerindeki etkisi. Roman, ismi verilmeyen bir mahkûmun idam hükmüyle yüzleşmesini, altı haftalık bekleyişini ve zihinsel dalgalanmalarını aktarır. Hugo, bu kısa ama yoğun anlatıda toplumun suç, ceza ve ölüm karşısındaki tavrını eleştirel bir bakışla sunar. Böylelikle bu eser yaşam hakkına dair evrensel bir sorgulama halini alır.

Eserdeki anlatıcı işlediği cinayeti kabul eden bir kişidir. Hatta mahkeme karşısında bir an için idamı, ömür boyu kürek cezasına tercih edebileceğini dile getirir. Bu cümle, suçluluk bilinciyle vicdan arasındaki çatışmayı görünür kılar. Ancak ölüm hükmü kesinleşip yüzüne okunduğu anda yaşadığı sarsıntı, insan psikolojisinin temel gerçeğini açığa çıkarır: İnsan, zihninde ölümü doğallaştırabilir ama ölüm somut ve geri dönülmez bir gerçeklik olarak karşısına çıktığında, bütün dengeler yıkılır.

Mahkûmun altı hafta boyunca yaşadığı ruhsal buhranlar eserin dramatik yoğunluğunu oluşturur. İlk günlerde şok ve yadsıma hâkimdir. Zaman ilerledikçe yaşama arzusu artar; hukuki yollarla kurtuluş arar, temyize başvurur, merhamet bekler. Ancak girişimleri olumsuz sonuçlanır. Bu olumsuz sonuçlar onun gözünde toplumun tümden kendisini reddedişidir. Buna rağmen yaşama umudu sönmez. Son ana kadar affedilmeyi bekler; “Beni affetmeyeceklerse kimi affedecekler?” sorusu onun zihninde dönüp dolaşır.

Hugo’nun portresi, modern psikoloji açısından insanın yaşama bağlılığının mutlaklığını gösterir. Ölümün kesinliği karşısında bile zihnin umut üretmeye devam etmesi insanî bir içgüdüye işaret eder. Mahkûmun en baskın duygusu tüm yabancılaşmasına ve öfkesine rağmen yaşama isteğidir. İdama yaklaşan her adımda onda yeni bir yaşam özlemi doğar; çiçeklere, kuşlara, güneşe, çocukluk günlerine duyduğu özlem, yaşamın her satırda daha da değerli kılınmasını sağlar. Bu nedenle metin, yalnızca bir güçlü bir yaşama övgüsü olarak okunabilir. Altı haftalık buhran sürecinde mahkûm kendisiyle ve toplumla hesaplaşmaya başlar. İnsanlara güvenini kaybeder, giderek çevresine yabancılaşır. En çarpıcı sahnelerden biri, idam günü meydana toplanan kalabalığın coşkusudur. Halk, bir insanın ölümünü bir seyirlik eğlence olarak izlerken, mahkûm için bu olay yaşamın sonudur. Ortaya çıkan trajik ikilik, bireysel varoluş ile toplumsal varoluş arasındaki kopmaz uçurumu gözler önüne serer. Hugo burada toplumsal vicdanın çürümesini eleştirir.

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, dünya edebiyatında benzer temaları işleyen eserlerle birlikte düşünüldüğünde daha da anlamlı hale gelir. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sındaki Raskolnikov, işlediği cinayetin ağırlığıyla vicdan azabı çeker. Onun trajedisi Tanrı karşısındaki sorumluluktur. Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü’nde kahraman suçlu değildir ama ölümün yaklaşmasıyla yaşamın değerini yeniden kavrar; sonunda ölümü kabul ederek ruhsal dinginliğe ulaşır. Camus’un Yabancı’sında ise Meursault, ölüm karşısında umut barındırmaz; dünyanın anlamsızlığını kabullenir ve absürt bir dinginlik içinde sonunu karşılar.

Bu karşılaştırmalar, Hugo’nun metnini 19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan geniş bir edebî süreklilik içinde konumlandırır. Hugo’nun kahramanı yaşamak için çırpınırken, Dostoyevski vicdanın ağırlığını, Tolstoy ölümün anlamını, Camus ise yaşamın absürtlüğünü öne çıkarır.

Victor Hugo’nun Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, idam cezasına karşı yazılmış güçlü bir toplumsal ve siyasal bir tavırdır. Edebiyatın ölüm karşısında insan bilincini, vicdanını ve umut arzusunu nasıl işlediğinin erken ve çarpıcı bir örneğidir. Hugo’da ölüm, yaşamın mutlak değerini ilan eden bir çığlık haline gelir. Dostoyevski’de vicdanın işkencesi, Tolstoy’da ruhsal barış, Camus’ta absürt kabulleniş öne çıkar. Edebiyat bu çeşitlilik sayesinde ölümün yalnızca bir son olmadığını; aynı zamanda insanın kendini, suçunu, vicdanını ve yaşam tutkusunu yeniden tanımladığı bir uç deneyim olduğunu gösterir.

Kara Kentin Kahkahası

Ah Tanrım, ne solgun diye mırıldanırdı papaz acı çekiyor gibi görünen şu kadının kahkahası Çoktan yanıp kül olmuş kara kentin iti kopuğu...