Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda dervişlerin özellikle
gaziler, ahiler ve abdallar gibi heterojen toplumsal-dini zümrelerin ne derece
etkin oldukları, modern tarih yazımının en çok tartıştığı konulardan biridir.
Bu tartışmanın merkezinde ise hem Aşıkpaşazade’nin ünlü dört zümre tasnifi hem
de Fuat Köprülü’nün bu tasnifi temel alarak geliştirdiği tarih modeli bulunur.
Dervişlerin rolü meselesi aslında ilk kez Köprülü’nün
çalışmalarıyla sistematik bir mahiyet kazanır. Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, Anadolu’da İslamiyet ve Osmanlı Devleti’nin
Kuruluşu adlı eserlerinde Köprülü, Osmanlı’nın bir uç beyliği olarak
yükselişinde tasavvufî zümrelerin dönüştürücü bir güç olduğunu savunur. Bu
görüşünün dayandığı temel metin, Aşıkpaşazade’nin ilk Osmanlı tarihçilerinde
görülmeyen o meşhur tasnifidir: Gâziyân-ı Rum, Ahiyân-ı Rum, Abdalân-ı Rum
ve Bacıyân-ı Rum.
Bu sınıflandırmanın üç unsuru tarihsel kaynaklarca
doğrulanabilir durumdadır. Gazilerin bulunduğunu biliyoruz; ahiler özellikle
Anadolu şehirlerinde sosyal-ekonomik yapıyı belirleyen örgütlerdir; abdallar
ise hem Osmanlı hem Bektaşi kaynaklarında izi sürülebilen heterodoks derviş
gruplarıdır. Buna karşılık, Bacıyân-ı Rum’a ilişkin elde yalnızca
Aşıkpaşazade’de geçen iki kelimelik bir ifade vardır. Ne Selçuklu ne erken
Osmanlı kaynaklarında bu isimle bir teşkilat görünmez. Bu nedenle Bacıyân-ı
Rum’un tarihsel varlığı modern araştırmacıların çoğu tarafından ihtiyatla
karşılanır.
Köprülü’nün modeli, Uzunçarşılı’dan Ömer Lütfi Barkan’a,
Suraiya Faroqhi’den Cemal Kafadar’a kadar birçok tarihçiyi etkiler. Barkan’ın
“kolonizatör Türk dervişleri” kavramı da özellikle yeni fethedilen bölgelerde
zaviyeler kurarak hem yerleşimi hem de İslamlaşmayı destekleyen abdalların
önemini vurgular. Yine de tüm bu yaklaşımların temel problem noktası aynıdır:
Hepsi Aşıkpaşazade’nin sunduğu bir tasnifin etrafında dolaşır.
Ahmet Yaşar Ocak’ın eleştirisi ise şöyledir. Ocak’a göre
Osmanlı tarih yazımında dervişlerin rolü, özellikle Köprülü’nün etkisiyle fazlaca
büyütülmüştür. Bunun en önemli sebebi, Aşıkpaşazade’nin kendisinin bir derviş
ailesine mensup olmasıdır. Baba İlyas’ın soyundan gelmesi, yani Anadolu
Selçuklu otoritesine karşı isyan etmiş bir hareketle akrabalığı,
Aşıkpaşazade’nin hafızasında bir kimlik gerilimi yaratmış olabilir. Bu gerilimi
telafi etme isteği, onun kroniğinde dervişleri olağanüstü derecede etkin ve
olumlu bir rol içinde göstermesine yol açmıştır.
İlginç olan şu ki, Osmanlı Devleti bu anlatıyı hiçbir zaman
düzeltme gereği duymamıştır. Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’nin kayınpederi olduğu
iddiası bile belgelerle doğrulanmaz; buna rağmen Osmanlı hanedanı bu rivayeti
reddetmez, kabul eder. Böylece menkıbe tarihsel anlatının içine yerleşir ve
kuşaktan kuşağa sorgulanmadan aktarılır.
Bu noktada Ahmet Yaşar Ocak, dervişlerin rolünü tamamen
reddetmez; ama rolün mahiyetini yerli yerine oturtmak ister. Kuruluş
dönemindeki derviş etkisini üç ana başlıkta toplamak mümkündür.
Birincisi, toplumsal örgütleyicilik. Ahiler başta
olmak üzere birçok tarikat mensubu, uç bölgelerinde yeni yerleşimlerin
düzenlenmesini, ihtiyaçlara göre ekonomik ve sosyal bir ağın kurulmasını
sağlar. Göçebe Türkmen kitlelerinin yerleşik yaşama geçişinde bu zümrelerin
rehberliği küçümsenemez.
İkincisi, kolonizatör misyon. Özellikle abdalların
fethedilen topraklarda zaviyeler kurarak İslamlaşma sürecine katkıda bulunduğu
bilinir. Bu zaviyeler hem bir dini merkez hem bir sosyal dayanışma mekânıdır.
Üçüncüsü, ideolojik meşruiyet. Osmanlı hanedanı,
siyasi ve askeri otoritesini güçlendirmek için şeyhlerin manevi nüfuzundan
yararlanmış olabilir. Ancak bu meşruiyet ilişkisi, anlatıldığı kadar organik ve
belirleyici olmaktan çok, menkıbevi bir çerçevede gelişmiştir.
Dervişler, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda önemli ama
sınırlı bir etkiye sahip aktörlerdir. Ocak’ın vurguladığı gibi mesele
tarihteki gerçek işlevi ayırt etmekten çok, yüzyıllar boyunca bu role yüklenen
anlamın nasıl katmanlaştığını kavramaktır. Osmanlı’nın kuruluşu çeşitli sosyal,
ekonomik ve siyasi etkenlerin bir araya geldiği daha karmaşık bir zeminde
gerçekleşmiştir.
***
Osmanlı Devleti’nin ilk yüzyıllarında derviş zümrelerinin
fetihlere nasıl ve neden katıldıkları meselesi, tarihsel gerçeklikle menkıbevî
anlatının en keskin biçimde ayrıştığı alanlardan biridir. Geleneksel anlatı, bu
dervişleri neredeyse “ilahi bir misyonla” hareket eden, gaza ruhunun metafizik
temsilcileri gibi gösterirken; Ahmet Yaşar Ocak bu tablonun arkasındaki daha
gerçekçi, dünyevî ve somut sebepleri açığa çıkarır.
***
İbn Kemal’in Tevârîh-i Âl-i Osman’da söylediği ünlü
cümle, erken Osmanlı uçlarının neden bu kadar derviş topladığını çarpıcı
biçimde özetler: “Bursa’nın fethinden sonra nimet çoğalınca abdallar hücum ettiler.” Bu ifade, dervişlerin fetihlere katılmasını “gazâ
ideolojisinin ateşlediği manevî bir coşku” ile değil de, nimet yani geçim
kaynaklarının bolluğu, ganimet imkânı ve sultanın himayesiyle açıklamaktadır.
Anadolu’nun iç bölgelerinde ekonomik kaynaklar sınırlıydı;
Bizans uçlarında ise fetihle beraber yeni topraklar, yeni otlaklar, yeni tarım
alanları açılıyor ve Osmanlı beyleri bunlara sahip olanları himaye ediyordu.
Derviş zümrelerinin çoğu bekâr, göçebe, bağımsız yaşayan insanlar oldukları
için ekonomik fırsatları yakalamakta çok esnekti.
***
Bu dervişler fetihlere kendi mürid topluluklarıyla birlikte
katılıyorlardı. Bazı gruplar 50-60 kişilik, bazıları 150-200 kişilik bir kuvvet
teşkil edebilecek kapasitedeydi. Böylece bir şeyhin etrafındaki dervişler, hem
askerî hem de psikolojik bir güç oluşturuyordu.
Üstelik bu katılım şeyhle müridin arasındaki karizmatik
bağla gerçekleşiyordu. Modern anlamda düzenli ordu birimleri değillerdi; fakat
özellikle kuşatmalarda, ani baskınlarda, sınır hattı güvenliğinde önemli bir
hareket kapasitesi sağlıyorlardı.
Geyikli Baba Örneği: Fetihlerin Heterodoks Savaşçısı
Geyikli Baba, bu derviş karakterinin en sembolik
figürlerinden biridir. Hem ilk kroniklerde hem arşiv kayıtlarında onun
katıldığı fetihler açıkça belirtilir. Bir belgede belirtildiğine göre, Geyikli Baba Kızıl Kilise’yi
fethettikten sonra Orhan Gazi kendisine iki yük şarap ve iki yük rakı
gönderir.
Bu belgeden yazılanlar modern tarihçiliğin bir kısmında tepkiyle
karşılanmıştır; çünkü sonraki yüzyılların tasavvufî idealizmine uygun düşmez.
Oysa gerçek tarihsel bağlamda bu durum, dervişlerin heterodoks, kendine
özgü, yer yer “marjinal” sayılabilecek yaşam tarzlarını ve erken Osmanlı
uçlarının kültürel esnekliğini gösteren çok önemli bir işarettir.
Bu dervişler, Osmanlı gazilerinin yanında bağımsız
savaşçı gruplar olarak hareket etmiş, fetihlerin insan gücü dengesini
belirgin biçimde etkilemiştir.
***
Erken Osmanlı dervişlerinin faaliyetlerinin ikinci büyük
boyutu, fethedilen bölgelerde yerleşim, Türkleştirme ve İslamlaştırma
süreçlerine yaptıkları katkıdır. Ancak Ocak burada çok önemli bir noktanın
altını çizer: Bu durum bilinçli, planlı ve ideolojik bir “fetih sonrası
İslamlaştırma programı” değildir.
***
Dervişlerin temel kaygısı, fetih sonrası bölgelerde yerleşebilecekleri,
tarımla veya hayvancılıkla geçinebilecekleri bir toprak parçası edinmekti.
Osmanlı beyleri de fetihlerde yararlık gösteren bu grupları destekliyor,
onların faaliyetlerine karışmıyor, hatta çoğu zaman fethettikleri köyleri
zaviyelerine vakfediyordu.
Bu nedenle İslamlaşma ve Türkleşme, dervişlerin ekonomik
motivasyonla yerleştikleri bölgelerde doğal olarak gelişen kültürel
dönüşümlerin bir yan ürünü idi.
***
Dervişlerin yerleştikleri
yerlerde kurdukları zaviyeler, Osmanlı uçlarının sosyal örgütlenmesinde
kilit role sahiptir. Zaviyeler: Göçer Türkmenlerin yerleşimini kolaylaştırır. Yeni
gelen nüfusun dini ihtiyaçlarını karşılar. Yolculara barınak sağlar. Köylere
ekonomik canlılık kazandırır. Aşırılıklara karşı denetim mekanizması olur.
Zaviyeler devlet tarafından kurulmaz; ya dervişler kendileri
inşa eder ya da fetihlerde gösterdikleri hizmetin karşılığı olarak padişah
tarafından desteklenirler. Böylece dervişler Osmanlı’nın uç bölgesi yönetiminde
bir tür güç hâline gelir.
***
Dervişlerin varlığı, Bizans’tan yeni ele geçirilen
bölgelerdeki nüfus hareketlerini hızlandırır: Türkmen obaları onların
çevresinde kümelenir; köyler bu zaviyelerin etrafında büyür; halk zamanla
İslam kültürüne entegre olur.
***
Dervişlerin belki de en derin etkisi, Osmanlı iktidarının
kuruluş döneminde kendisini meşrulaştırmasına yardım etmeleridir. Dervişler
yalnızca küçük toplulukların değil, aynı zamanda geniş halk kesimlerinin
manevi liderleriydi. Onların etrafında yüzlerce takipçi bulunur; askerî erkânın
önemli isimleri bile bu şeyhlere intisap ederdi. Turgut Alp, Konur Alp,
Mihailoğulları gibi erken Osmanlı beyleri bu dervişlerin müridleri arasındadır.
Bu durum, Osmanlı elitinin henüz saray bürokrasisine dönüşmediği, halkla aynı
sosyoekonomik kökten geldiği bir dönemi gösterir.
Osmanlı hükümdarları, dervişlerin halk üzerindeki etkisini
fark etmişti. Onlarla açıkça bir ittifak kurmasalar bile, dervişlerin
menkıbelerle Osmanlı hanedanını ilahî bir çizgiye bağlamalarını kabul
etmişlerdir.
Bu yüzden Osman Gazi ile
Edebali’nin akrabalığına dair şüpheli rivayetler, şeyhlerin Osmanlı’yı “manevî
olarak himaye ettiği” iddiaları, rüyalar, kerametler, kutsiyet atıfları devlet
tarafından hiçbir zaman düzeltilmemiştir. Çünkü bu anlatılar Osmanlı
hanedanının meşruiyetini geniş halk kesimlerine ulaştırmada son derece
işlevseldi.
Rum Abdalları Kimdir? Neden
Sadece Onlar Osmanlı’da Etkin Oldu?
Dervişler içinde özellikle Rum
Abdalları adı verilen grup, Osmanlı’nın kuruluş bölgesinde en görünür, en
hareketli ve en etkili zümredir. Selçuklu Anadolu’sunda Mevleviler, Kadiriler,
Rıfâîler gibi köklü tarikatlar çok güçlüdür. Buna rağmen Osmanlı’nın kuruluş
dönemine ait kaynaklarda bu tarikatlardan tek bir şeyhin adı bile geçmez. Bunun
sebepleri; bu tarikatların şehirli, yerleşik ve vakıf destekli oluşu, uç
bölgelerinin konforsuz, güvencesiz ve savaş ortamına yakın yapısı, Rum
Abdalları’nın gezgin yaşam tarzının uçlara daha uygun olması.
Ulu Ârif Çelebi’nin Batı Anadolu beyliklerinde içki
meclislerine katılması, zaviye kurması gibi örnekler, Mevlevilerin başka
beyliklerde çok aktif olduğunu gösterir; fakat Osmanlı toprağında görünmezler.
Rum Abdalları, bekârdır, göçebedir, üzerlerinde post taşırlar. Yanlarında “Ebû Müslimî nacak” denilen balta bulunur.
Keşkül ile dilenirler. Vahşi hayvanlara karşı kendilerini savunabilirler. Düzenli
bir tarikat disiplini taşımazlar.
Bu yaşam tarzı, Osmanlı uçlarının tehlikeli, kontrolsüz,
fırsatlarla dolu ortamına çok uygundur. Bu yüzden Osmanlı beyliğine doğru bir
akın yapmışlardır.
Ocak’a göre, Rum Abdallarını tek bir tarikata bağlamak
tarihsel bir hata olur. Bunlar, geniş bir kalenderî akımının bileşenleridir.
Bu akım Anadolu’da çeşitli alt kollar hâlinde yayılmıştır.
Kalenderî Geleneğin
Çeşitliliği: Bu büyük sûfi hareketin Anadolu’daki unsurları: Yesevîlik:
Orta Asya kökenli, göçebe Türkmenlerle ilişkili. Haydarîlik: Sert
riyazet ve gezginlik öğretileriyle bilinir. Kalenderîlik: Heterodoks,
serbest ve marjinal hayat tarzı. Vefâîlik: Anadolu’da etkisi tahmin
edilenden çok daha güçlü bir tarikat.
Vefâîlik: Kuruluş Döneminin Gizli Aktörü
Seyyid Ebu’l-Vefâ tarafından kurulan Vefâîlik, özellikle
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çok yaygındı. Sonradan ortaya çıkan Vefâî
silsilenameleri bu nüfuzu açıkça gösterir. Kuruluşun ünlü isimlerinin çoğu -Edebali,
Geyikli Baba, Kumral Abdal, Abdal Musa- büyük ölçüde Vefâî çevresiyle
bağlantılıdır.
Bu nedenle Osmanlı’nın kuruluşunda etkin olan derviş tipi kalenderî-Vefâî çizgisindeki göçebe
heterodoks dervişliğin temsilcisidir.
Vefâîlik Neden Kroniklerde Görünmez?
Vefâîlik, 13. yüzyılda Anadolu’dan Kuzey Irak’a kadar geniş
bir coğrafyada etkin olan bir tasavvufî harekettir. Buna rağmen Osmanlı’nın ilk
kroniklerinde adı açıkça geçmez. Bunun nedeni kroniklerin genellikle devlet
merkezli bir perspektifle yazılması ve heterodoks çevreleri görmezden
gelmesidir. Ancak başka tür kaynaklar -özellikle menâkıbnâmeler ve tasavvufî
silsile kayıtları- bu boşluğu doldurur.
Bu noktada Elvan Çelebi’nin Menâkıbü’l-Kudsiyye’si
kritik önemdedir. Eser Baba İlyas’ın bir Vefâî şeyhi olduğunu açıkça
ifade ederek, Osmanlı kuruluş coğrafyasındaki derviş zümreleri ile Vefâîlik
arasında doğrudan bağlantı kurar. 16. yüzyılda Aşıkpaşazade’nin kendi
silsilesini kitabının başına eklemesi de bu bağı ikinci kez teyit eder. Bu
veriler Rum Abdalları içinde en güçlü ve hakim tasavvufî çevrenin Vefâîlik
olduğunu gösterir.
***
Rum Abdalları hakkında yazılan menâkıbnâmelerde görülen
inanç öğeleri, bu zümrenin Sünnî İslâm’ın dışında bir düşünce dünyasına
sahip olduğunu ortaya koyar. Bu metinlerde: Tanrı’nın insan bedenine geçmesi
(hulûl). Ruhun bedenden bedene geçmesi (tenasüh) gibi Sünnî geleneğe
tamamen yabancı fikirler belirgin şekilde yer alır. Bu nedenle Rum Abdallarını
“Sünnî dervişler” olarak nitelendirmek tarihsel olarak doğru değildir.
Öte yandan modern popüler Alevi tarihçiliği, Rum Abdallarını
Alevi olarak tanımlama eğilimindedir; fakat menâkıbnâmelerde Hz. Ali kültü
anlamlı bir biçimde görünmez. 12 İmam vurgusu varsa bile muhtemelen sonradan
metne eklenmiş unsurlardır. Bu nedenle Rum Abdallarının klasik anlamda
Alevi olduğunu söylemek mümkün değildir.
Son yıllarda Babaî isyanı üzerinden bir “Babaî tarikatı”
olduğu yönünde iddialar ortaya atılmıştır. Ancak bu görüşü destekleyecek
tarihsel bir veri yoktur. Babaîlik bir tarikat değil, Baba İlyas’ın
etrafında oluşmuş geniş bir toplumsal harekettir. Osmanlı kroniklerinde
Geyikli Baba’nın verdiği bilgi bu konuda belirleyicidir. Orhan Gazi’nin sorusu
üzerine: “Ben Baba İlyas müridiyim, Seyyid Ebu’l-Vefâ tarikatındanım.” demesi,
Babaî çevresinin aslında Vefâîlik geleneğine bağlı heterodoks bir zümre
olduğunu açıkça gösterir. Dolayısıyla “Babaî tarikatı” kavramı anakronik ve
tarihsel dayanağı olmayan bir modern kurgudur.
Şeyh Edebali’nin Kimliği Üzerine Tartışmalar
Edebali, Osmanlı kuruluş tarihinin en tartışmalı
figürlerinden biridir. Son dönem araştırmalar, onun hakkında yaygınlaşmış pek
çok bilginin tarihsel temelden yoksun olduğunu göstermiştir.
Osman Gazi’nin kayınpederi miydi?
Bu iddiayı doğrulayacak erken tarihli hiçbir kaynak
yoktur. Rivayet tamamen Aşıkpaşazade’nin aktardığı aile anlatısına dayanır.
Aşıkpaşazade’nin kendi sülalesini Osmanlı hanedanıyla ilişkilendirme
psikolojisinin bu rivayeti üretmiş olması güçlü bir ihtimaldir.
Edebali bir Ahi şeyhi miydi?
Edebali’nin Ahilikle bağlantısı sadece Neşrî’nin bir
cümlesine dayanır; orada Edebali’nin kardeşinin bir Ahi olduğu söylenir.
Bunun Edebali’nin kendisini Ahi şeyhi yapmak için yeterli delil olmadığı
açıktır. Hem menâkıbnâmeler hem de Elvan Çelebi’nin eserleri Edebali’nin Vefâî-Rum
Abdal geleneği içinde olduğunu doğrular.
Edebali bir fakih ve Osman Gazi’nin hukuk danışmanı
mıydı?
Bu iddia da yalnızca 16. yüzyıl yazarı
Taşköprülüzade’ye dayanır. Erken döneme ait hiçbir kronikte Edebali’nin fakih
olduğu söylenmez. Aksine, yalnızca “rüya yorumundan anladığı” ifade edilir. Onu
bir hukuk danışmanı olarak göstermek, Osmanlı’nın güçlü 16. yüzyıl kimliğine
uygun idealize edilmiş bir anlatıdır.